La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Yılmaz Güney, Yaşamı / Sanatı


Auteur :
Éditeur : Gölge Date & Lieu : , İstanbul
Préface : Pages : 76
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 130x190 mm
Code FIKP : Br. Tur. 2220Thème : Mémoire

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Yılmaz Güney, Yaşamı / Sanatı

YILMAZ GÜNEY: YAŞAMI-SANATI

... Gerçekliği olduğu gibi yansıtan, derin toplumsal içerikli yazınsal yada sinemasal yapıtlar yaratmak, kapitalist ülkeler sanatçıları için yalnızca profesyonalizm değil, yetenek de gerektiriyor. Bunun ötesinde birde tabi üstün bir medeni cesaret. Batıda pekçok ilerici sanatçının İstenmeyen Kişi ilan edildiği, izlendiği, kovuşturmaya uğradığı, işinden olduğu bir giz değil. Türk kültürünün 20. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkardığı yazar, oyuncu, yönetmen Yılmaz Güney'de (Yılmaz Hamitoğlu Pütün) bunlardan biri.

Adı tüm düyada bilinen, sanatı; ilerleme, güzellik, eşitlik, ülkülerinin zaferi yolunda zulme karşı müthiş bir mücadele çağrısı niteliğinde olan bir sanatçı, Yılmaz Güney...


ÖNSÖZ

1952 Yılında, başkentin ünlü Moskova otelinin girişinde, babamın yanına, yakasında uluslararası barış ödülü rozeti takılı, elli yaşlarında, uzun boylu, yakışıklı bir adam yaklaştı; babamla dostça selamlaştı, sonra küçük bir kitabı uzatarak:

"Abdurrahman! Bu benim şiir kitabım. Yeni yayımlandı... Burada,  Moskova'da..."

Babam çoşkulu bir teşekkürle karşılık verdi bu değerli armağana.

Onlar konuşurlarken, ben bizim Kafkasların töresince, büyüklerin az ötesinde sessizce bekliyordum. Babamın dostu başıyla beni göstererek: "Senin mi?" diye sordu. "Benim" dedi babam. "Ortanca."

"Adın ne senin?' Bu kez soru bana yöneltilmişti.

"Yusup."

"Yusuf yani!" dedi, 'f harfine bastırarak.

Bu arada babam açıklamak için: "Bizde, Avarlarda 'F' harfi yoktur, onun için ister istemez Yusup diye yazar, öyle de söyleriz.

" Ozan gülümsedi: "Türkçe'de de ezgisi hoş bir addır, Yusuf!"

Ayrıldıktan sonra babama sordum: "Kimdi o adam, baba?"

"Nazım Hikmet!" dedi babam ve ozanın imzalı kitabını uzattı.

Türkiye'yle tanışmam, böylece, Nazım Hikmet'in o harika şiirleriyle  oldu ilk.

Türk sinemacılarıyla tanışmamsa, bundan çeyrek yüzyıl sonra, NAUKA Yayınevi Doğu Edebiyatları Yazı Kurulunun, Abdul Anbiyeviç Hüseyinov'un Türk Sineması: Tarihi ve Sorunları adlı kitabı hakkında bir rapor yazmam için kitabın elyazmasını göndermesiyle oldu. Sovyet sinema yayımları içinde Türk sinema sanatı üzerine ilk kez yazılan bu monografiyi büyük bir ilgiyle okudum ve kitabın önemini ve güncelliğini özellikle vurgulayarak hakkında olumlu bir rapor yazdım. 1978 yılında yayımlandı bu kitap.

O sıralar Sovyet okurları Türk Sineması üzerine pekaz şey biliyorlardı. Akademi yayını iki koca ciltlik Sinema Sözlüğü' nde bile Türk Sinemasından biriki satırla sözediliyor ve Yılmaz Güney gibi Türk Sinemasının büyük bir adı bile bu satırlar arasında yeralmıyorsa, gerisini siz düşünün. Oysa, 1964 yılından başlayarak Güney adı, gerek Türk, gerekse dış basın-yayın organlarında sıkça anılacak, sanatçının romanları pekçok yabancı dile çevrilecektir. Bu arada, 1978 yılında, PROGRES Yayınevi de sanatçının ünlü Boynu Bükük Öldüler'ini Rusça olarak ayımlayacaktır. Öte yandan, Moskova ve Taşkent Uluslararası Film Festivallerinde yönetmen Güney'in ACI, YOL, ARKADAŞ gibi filmleri gösterilecek ve izleyicilerin büyük beğenisini kazanacaktır.

Güney, uzun öyküler, romanlar, sinemada oynadığı onlarca rol, gerek kendi filmleri, gerekse başka yönetmenler için yazdığı pekçok senaryodan oluşan, ve yazar Güney, oyuncu Güney ve yönetmen Güney'i birbirinden ayırmayı olanaksız kılan büyük bir sanat mirası bırakmıştır ardında.

Türk sinema severlerinin ona taktıkları adla Beyazperdenin Çirkin Kralı'nın üstün çalışma yeteneğine gıpta etmemek mümkün değildir.

Bu bakımdan Rusçada bir Yılmaz Güney kitabı gerekliden de öte zorunluydu. Ve işte bu kitap, önünüzde. Çağdaş Türkiye'nin sineması, edebiyatı ve toplumsal hayatı üzerine bildiklerinize yeni şeyler katacak bir kitap bu.

A. A. Hüseyinov'un kitabının tek özelliği, Güney mirasının yazınsal ve sinemasal açıdan kılı-kırk-yaran bir çözümlemesini yapmış olması değildir, aslında bu bile tek başına kitabı değerli kılmaya yetecek bir özellik, ama yazar, benim görüşüme göre, bundan da ötesini başarmış ve Yılmaz Güney'in sanatçı yanını ve siyasal olgunluğa erişişini aşama aşama saptayabilmiştir.

Canlı, insanı alıp götüren bir dille yazmış kitabını Hüseyinov. Yazarın, kahramanıyla tanışmış, görüşmüş olması, kitabı daha da çekici kılıyor. Bu görüşme, Güney'in kapısı bütün konuklarına ardına kadar açık evinde değil, Izmit Cezaevinin görüş odasında gerçekleşmiş. Kabul edin ki, görüşün, görüşmenin böylesi hiç unutulmaz.

Yusup Danyalov
Film Yönetmeni
Abhaz Otonom SSC


GİRİŞ

Gerçekliği olduğu gibi yansıtan, derin toplumsal içerikli yazınsal yada sinemasal yapıtlar yaratmak, kapitalist ülkeler sanatçıları için yalnızca profesyonalizm değil, yetenek de gerektiriyor. Bunun ötesinde birde tabi üstün bir medeni cesaret. Batıda pekçok ilerici sanatçının Istenmeyen Kişi ilan edildiği, izlendiği, kovuşturmaya uğradığı, işinden olduğu bir giz değil. Türk kültürünün 20. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkardığı yazar, oyuncu, yönetmen Yılmaz Güney'de (Yılmaz Hamitoğlu Pütün) bunlardan biri.

Adı tüm düyada bilinen, sanatı; ilerleme, güzellik, eşitlik, ülkülerinin zaferi yolunda zulme karşı müthiş bir mücadele çağrısı niteliğinde olan bir sanatçı, Yılmaz Güney.

Topu-topu 47 yıl yaşadı dünyamızda, Yılmaz Güney. Bunun da 11 yılı cezaevlerinde, yarım yılı sürgünde, 2 yılı askerlikte (sürgün bölüğünde) 3 yılı da yâdellerde yersiz yurtsuz geçti. Yaratıcılık için, alınyazısı pekaz zaman bıraktı kendisine. Ama o inanılmaz bir çalışma temposuyla 53 filme senaryo yazdı, 110 film çekti, 17 film yönetti. 4 Roman, yüzlerce öykü yazdı. Yaşasa, daha kimbilir neler yaratacaktı...!

Türkiye'nin bozbulanık bir döneminde yaşadı ve yarattı Yılmaz Güney. Gericilikle liberal burjuvazi arasında yıllardır süren iktidar savaşı iyice tırmanmıştı; profaşistler ve dinsel fanatikler iktidara doğrudan sahip olma çabasındaydılar. Baskı ve terör tam anlamıyla gemi-azıya almıştı.

Olayların gelişmesi kronolojik olarak kısaca şöyle oldu:

Emekçilerin haklarını almak için yaptıkları çıkışlara karşı alınan sert önlemler, anti-komünizm politikası, ilerici önderlerin sürekli olarak izlenip kovuşturulması 27 yıldan fazla bir süredir iktidarı elinde tutan CHP'nin otoritesini sarsmıştı. 14 Mayıs 1950'de yapılan parlamento seçimlerinde ağır bir yenilgiye uğradı bu parti. Zaferse, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının çıkarlarını savunan DP'ni oldu. Ülke yönetimini ellerine alır almaz, DP yöneticileri seçim öncesi verdikleri cömert sözlerin tümünü unuttular. İç politikalarının temelini antikomünizme, şovenizme ve dinsel fanatizme dayandırdılar. Diş politikalarının temelini ise ABD'ye yakınlaşmak oluşturdu. Şubat 1955'te Türkiye ile Irak'ın o zamanki monarşik rejimi arasında, daha sonra Pakistan, Iran ve Ingiltere'nin de katılmalarıyla Bağdat Paktı adını alacak olan askeri bir birlik antlaşması imzalandı. (1959'da Irak'ın pakttan ayrılmasıyla örgüt CENTO adıyla anılmaya başlanacaktır.)*

Ülkenin saldırgan bloklara katılması ve yarım milyonluk bir ordu beslemesinin doğal bir sonucu olarak bütçenin büyük bölümü askeri harcamalara ayrılıyor, bu da ekonomiyi çıkmaza sokuyordu. Askeriyeye ayrılan inanılmaz kaynaklar, vergi yükümlüsü emekçi sınıf ve katmanların üzerinde ağır bir yük oluşturuyordu. Vergilerin ve zorunlu ihtiyaç maddelerinin fiatlarının sürekli artmasıyla yaşam koşulları iyice kötüleşen emekçiler, Bayar-Menderes Hükümetine karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Hükümetin buna yanıtı ise, baskıları arttırmak oldu.

Sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesi, 50'li yılların sonunda siyasal bir bunalımla karşı karşıya bıraktı ülkeyi. 27 Mayıs 1960'ta bir grup asker, darbeyle iktidarı ele geçirdi. Milli Birlik Komitesi kuruldu. 27 Mayıs 1961'de kabul edilen yeni anayasada siyasal partilerin kurulmasına izin veriliyordu. Çok kısa bir süre içinde parti sayısı 20'yi buldu. Bunların içinde en etkili olanları, eski DP temeli üzerinde kurulan AP ile, Yeni Türkiye Partisi'ydi. Şubat 1961'de TİP'in kurulduğu ilan edildi. Ancak, 1920 yılında kurulan ve 1923'ten beri yeraltında bulunan TKP eskiden olduğu gibi yine yasaktı.

15 Kasım 1961'de seçimler oldu. Sonuçta, CHP ile AP arasında, Ismet İnönü başkanlığında bir koalisyon hükümeti kuruldu. 6 aydan biraz fazla sürdü bu hükümet. 18 Haziran 1962'de CHP, YTP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi arasında yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu. Hükümet programında yerverilen alabildiğine iddialı vaadlere karşın bu kabine de önemli iç politik sorunların çözümünde başarılı olamadı. 22 Şubat 1962 ve 20 Mayıs 1963 tarihlerinde iki askeri darbe girişimi oldu, ama başarısızlıkla sonuçlandı. Aralık 1963'te ikinci koalisyon hükümeti de çekilmek zorunda kaldı ve üçüncüsü kuruldu. Şubat 1965'e kadar sürdü bu üçüncü hükümetin ömrü. Senatör Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında kurulan dördüncü koalisyon, olağan parlamento seçimlerine zor ulaştırabildi ülkeyi.

Ekim 1965'te genel seçim oldu. Bu kez zafer AP'nindi. 450 koltuklu parlamentonun 240 koltuğunu kazanmıştı AP. Parti önderi Süleyman Demirel'in başkanlığında uzun süredir ilk kez koalisyonsuz bir hükümet kuruldu. Bu seçimlerde işçi sınıfı ve öteki ilericigüçlerde önemli bir başarı elde ettiler. TİP parlamentoda 15 sandalye kazandı.

1969'da seçimleri yeniden kazanan AP, demokratik hareketi bastıran bir politika izlemeye başladı. Demirel hükümeti, parlamentoya emekçilerin haklarını kısıtlayan birkaç yasa tasarısı sundu. TİP ve ülkenin ilerici işçi sendikalarının buna yanıtı, 15-16 Haziran'da Istanbul'da yaklaşık 100.000 işçinin katılımıyla gösteri düzenlemek ve greve gitmek oldu. Öğrenciler, kadınlar ve çocuklar da gösterilere katıldılar. Göstericilerin yolları tanklarla, zırhlı araçlarla, asker ve polis kordonuyla kesildi. Polis ve asker, göstericileri püskürtmeye girişince, kanlı çatışmalar patlak verdi. Sonuç; 4 ölü, 200'den fazla yaralı, işçi örgütleri önderlerinin ve ilerici işçilerin tutuklanması. Türkiye proletaryasının, tüm Türkiye tarihi içindeki en büyük hareketi oldu bu. Işçi hareketindeki bu kabarmadan ürken hükümet olağanüstü durum ilan etti.

1971 yılı başlarında işçi gösterileri sıklaştı. Grevler gitgide daha çok sayıda işletmeyi kapsamaya başladı. Öğrenci hareketleri ise sağ ve sol gruplar arasında kanlı çatışmalara dönüşmüştü. Aşırı sol düşüncenin etkisi altına giren kimi öğrenciler, terörist eylemlere hergün biraz daha fazla başvurur oldular. Ülkede yeni bir siyasal bunalımın olgunlaşmakta olduğu apaçıktı. Bu koşullar altında egemen sınıflar güçlü bir iktidar istemini yükseltmeye başladılar. Basında ve parlamentoda Demirel kabinesine hücumlar yoğunlaşmaya başladı. Parlamento, yönetimi elinde tutan partiyle muhalefet partilerinin sicak çatışma alanına dönüştü.

Bu anda Türkiye'nin siyasal yaşamına yeniden ordu katıldı. Demirel kabinesinin ordu tarafından azledilmesinden sonra hükümeti kurmakla görevlendirilen Nihat Erim, ülkede yeretmiş geleneklere aykırı bir şekilde partilerüstü bir nitelik taşıyordu. Ama öteyandan da bu partilerüstü hükümet, askeriyeyle önde gelen siyasi partiler arasında denge kurmak gibi zorunzoru bir görevle karşı karşıyaydı. Kolayca kestirilebileceği gibi de bu zorlu işin altından kalkamadı. Bunun üzerine önce Suat Hayri Ürgüplü, onun ardından da Ferit Melen hükümetleri kuruldu. Ferit Melen hükümetini Naim Talu hükümeti izledi.

Ekim 1973'te olağan parlamento seçimleri yapıldı. CHP 186, AP ise 149 sandalye kazandılar seçim sonunda. İki parti de tek başına hükümet kuracak bir çoğunluk elde edememişti. 3 aylık bir bunalım döneminden sonra CHP başkanı Bülent Ecevit, 18 Eylül 1974'e kadar sürecek olan bir koalisyon hükümeti kurdu. Bundan sonra kurulan hükümete Sadi Irmak başkanlık etti, Nisan 1975'te ise yeni kabinenin başı Süleyman Demirel'di.

Haziran 1977 seçimlerinde CHP 213, AP ise 189 sandalye elde etti. Yine Süleyman Demirel başkanlığında bir koalisyon hükümeti kuruldu. 30 Aralık 1977'de hükümet düştü. Ocak 1978'de Bülent Ecevit hükümeti kuruldu. 1979 Ekiminin sonunda Süleyman Demirel yeni bir hükümet kurdu, ancak 1980 Eylül'ünde askerler bir kez daha hükümet devirdiler. Böylece 1960'tan 1980 yılına kadar Türkiye'de 19 hükümet kuruldu, 3 askeri darbe yapıldı, iki de darbe girişiminde bulunuldu. Bütün bu olaylar Yılmaz Güney gibi bir sanatçının sanatına elbette damgasını vuracaktı.

Sanat hayatına sinema oyuncusu olarak başladı, Güney. Filmlerinin kahramanları olan salon melodramlarının şık giyimli kişileriyle, eşkiya folklorundan alınma sakallı, sert dağlılar Türk halkının belleğinde derin bir iz bıraktı; çünkü Güney, hep zenginlerin tiranlığına karşı savaşta yoksullara yardım eden iyi yürekli haydut, cesur kabadayı, öcünü kesinlikle alan korkusuz bıçkın rollerindeydi. 60'lı yılların ortalarında Güney, ülkenin en popüler sinema oyuncusuydu. Sanatçının yalnızca 1965 yılında çevirdiği filmlerin sayısı 22'ye ulaştı.

1967 yılında, sinemada ilk yönetmenlik denemesini yaptı Güney. Benim Adım Kerim adlı bu filmi, 1968'de çektiği, kendisine büyük ün getiren Seyyit Han izledi.

Yılmaz Güney'in sanatında toplumsal protesto, toplumsal başkaldırı gitgide belirgin bir çizgi olarak ortaya çıkıyordu. Filmlerinde gitgide daha sık olarak hukuksal varlığının üzerinden 50 yıl geçmiş olmasına karşın demokrasinin hâlâ bir hayal olduğu, görünürdeki ataerkil ilişkilere karşın, gerçekte müthiş bir bürokrasinin, zorbalığın, rüşvetçiliğin ve ahlâksızlığın egemen olduğu meçhul bir ülkenin tarihinden sözediyordu. Umut, Umutsuzlar, Acı, Ağıt, Endişe, Baba, Arkadaş, Yol filmleri, yönetmenin yukarıda sözünü ettiğimiz çizgiyi sürdürdüğü, ustalığının kilometre taşlarını oluşturan filmler oldu. Yılmaz Güney, gerek sinemacı, gerekse yazar olarak her boydan sömürücülerle, yobazlarla savaştı. Sinema ve yazın dünyasında her zaman belli bir tüketicisi olan sudan filmler çekip, dereden-tepeden öyküler, romanlar yazarak rahat bir yaşam sürebilecekken, hep akıntıya karşı atıldı. Evet, rahat bir yaşam sürebilirdi, ama bunu istemedi; çünkü önüne, halkına hizmet gibi bir amaç koymuştu. Satın almaya çalıştılar onu, ama satılmadı. Basında kendisine kara çaldılar, yıkılmadı. Düzenli olarak özgürlüğünden yoksun birakarak istencini, inancını kırmaya çalıştılar, dimdik ayakta kaldı. Kendisine neye mâlolursa olsun, Güney, insanlara hep gerçekleri söyledi. Başka türlü yaşayamazdı o.

1974 yılında, düzmece bir suçlamayla bir kez daha cezaevine kapatıldı. Adana'nın Yumurtalık ilçesinin, aşırı sağ bir örgütün üyesi olan savcısı Sefa Mutlu'yu öldürmekle suçladılar sanatçıyı. Filmlerinin çekimlerini, en ince ayrıntılanna kadar herşeyi belirlediği senaryoları aracılığıyla cezaevinden yürüttü bu kez. Sürü, Düşman, Yol filmleri böyle oluştu. Bir yandan feodal ortaçağ ilişkilerinin geçerli olduğu, bir yandansa modernlik ve tüketim sıtmasına tutulmuş bir toplumu yansıtan lirik, patetik acılı filmlerdi bunlar. Korkunun, nefretin ve zorbalığın egemen olduğu bir ülkenin sinemasal portresini çıkarıyordu bu filmleriyle, Yılmaz Güney. SÜRÜ, 22. Uluslararası Locarno Festivalinde büyük ödül, YOL ise 35. Cannes Film Festivalinde ALTIN PALMİYE ödülü kazandı. Yılmaz Güney, 1981 yılında cezaevinden kaçıp yurtdışına sığındı. Son tasarısı olan Duvar filmini de ülkesinin dışında çekti. Büyük ölçüde Fransa'da çekilmiş ve montajının da orada yapılmış olmasına karşın Güney bu filminde ülkesinde egemen olan durumu yansıtmayı başardı. Yönetmen, kendisinin yurtdışında siyasal bir sığınmacı olarak yaşadığı çeşitli zorlukları ve sorunları da yansıttı bu filminde. 1984 Eylül'ü, sinema severlerin bu büyük sinemacıdan izleyecekleri filmlere, edebiyat severlerinse bu özgün ve değerli yazardan okuyacakları yapıtlara son veren tarih oldu. Yılmaz Güney, gerek Türkiye'de, gerekse başka ülkelerde, yeteneğine, dehasına gerçekten saygı duyan insanları gözyaşları içinde birakarak yâdellerde öldü. Sovyet insanları Yılmaz Güney'in sanatının yabancısı değiller. Sanatçının filmleri hem Moskova, hem de Taşkent Uluslararası Festivallerinde gösterildi. Boynu Bükük Öldüler Rusçaya çevrildi. Pravda, Azia i Afrika, Za Rubejom, Inostrannaya Literatura, Sovietsky Ekran gibi gazete ve dergilerde hakkında yazılar yayımlandı. Elinizdeki kitabın yazarının Türk Sineması: Tarihi ve Sorunları (Moskova, 1978) adlı kitabında kendisine büyük bir bölüm ayrıldı. Dikkatlerinize sunulan bu kitapta ise yazar, Yılmaz Güney'in sanatını alabildiğince eksiksiz bir biçimde anlatmaya çalıştı. Bu çalışma sırasında pekçok Türk edebiyatçısının ve sinema yazarının Yılmaz Güney konusundaki kitaplarından ve yazılarından yararlanıldı. Ayrıca, sanatçının kendisiyle yüzyüze yapılan görüşmenin bıraktığı izlenimlerden; Güney Film ve Güney dergisi yetkilileriyle yapılan görüşmelerden yararlanıldı. Oyuncu Yılmaz Güney'in, yönetmen Yılmaz Güney'in filmlerine ilişkin pekçok belgeden, kendisinin gazetecilerle yaptığı söyleşilerden, verdiği demeçlerden, Türkiye'de ve başka ülkelerde hakkında yazılan yazılardan yararlanıldı.Yazar, burada sinemacılar V.İ.Kislov'a, B.A.Kokoreviç'e ve A.A.Mamilov'a; türkologlar M.A.Gastratyan, H.Köroğlu ve G.İ.Starçenkov'a; Türk sanatçıları, Ataol Behramoğlu'na, Arif Keskiner'e, Cihan Ünal'a, Türkân Şoray'a, Gani Turanlı'ya, Rüçhan Adlı'ya, Yılmaz Duru ve eşi Sabah'a çok değerli öğütleri, uyarıları ve özel belgeliklerinden çıkarıp verdikleri belgeler için derin gönülborcunu dile getirmeyi bir görev bilir.

____________
*1978 yılında Pakistan'ın, 1979 yılı başlarında Iran'ın ayrılmalarıyla örgütün varlığı sona ermiştir.




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues