BAŞLARKEN
Turgut Özal'a suikast yapılmasına on beş-yirmi dakika var. 1988'in Haziranı.
Yapış yapış bir sıcak. Cumhuriyetin aracı Gaziantep'ten Şanlıuıfa’ya doğru gidiyor. İçinde üç kişi...
Gazetenin Güney İlleri Bürosu İdari Sorumlusu Cebrail Demir. Büronun şoförü Kadir Kağnı.
Bir de Cumhuriyet'in bölge temsilcisi; yani ben... Kartal Demirag Özal'a yönelen tabancasının tetiğini birazdan çekecek. İki metal şiddetle birbirine çarptı. Patlayan dünyanın en güçlü bombasıydı sanki. Birdenbire yaşamın, dünyanın başka bir boyutuna sıçramak... Herşey sarsılıyor, her şey dönüyor. Dünyayı karıncalar basıyor bir anda; ya da öyle geliyor insana. Zayıf bir titreşime dönüşüyor yaşam; koptu kopacak...
Cumhuriyetin aracı, bir petrol tankerinin altına giriyor; yüz yirmi kilometre hızla. Tanker, seksen kilometreyle geliyormuş. Günler sonra bir telefon geliyor Diyarbakır'daki hastaneye: "Başın sağ olsun; Cebrail'le Kadir'i kaybettik. Araçtan bir tek sen sağ çıktın."
Oysa, "Onların bir şeyi yok, en kötü durumda sensin" demişlerdi birkaç gün önce. Dünyanın bir anda üzerine çökmesi, kanlı bir çığlık, Suruç Devlet Hastanesine kabul etmeyen doktor, Şanlıurfa Devlet Hastanesi, kana üşüşen sinekler, neredeyse vücudundaki bütün kemikler kırıldığı için elle tutulmayıp yattığım çarşafın iki ucundan kaldırılma, Şanlıurfa'dan Diyarbakır'a kalkan Olağanüstü Halin helikopteri... Sonra, Diyarbakır'da bir hastane...Onlarca gün bir ameliyathanenin, bir hasta yatağının üzerinde gelen "geçmiş olsunlar" a soluğunu tutarak yanıt vermek: "Kötülere bir şey olmaz, kontenjanından yırttım."
İşte Kürtlerin 1988 göçüne , böylesi bir süreçte tanık oldum. Kuzey Irak'ta yaşayan Kürtler 1991'de bir kez daha kaçtı Türkiye'ye. Bu göç bir anlamda "sonun başlangıcıydı. Belki de Kuzey Irak'ta bir Kürt otonomisini, bir Kürt Federe Devletine ya da bir başka boyuttaki Kürt Devleti'ne atılan son adımdı. 1988'de Diyarbakır'daki hastanenin bir odasından izlemeye çalıştığını "Kürt göçü"nü, 1991'de tüm acılarıyla yaşadım. Kimi zaman otomobille, kimi zaman Zırhlı Piyade Taşıyıcı'yla, kimi zaman katır sırtında, kimi zaman da yürüyerek dolaştım Irak sınırı boyunca.
Tanık olunan, çağın en büyük acılarından biriydi kuşkusuz. Yokluğun, açlığın, ölümün çaresizleştirdiği "insanlık durumu"nun çarpıcılığı herkesi yasadığı gerçek dünyanın ve zamanın ötesine itiveriyordu bir anda. Yıllar sonra, otuz altıncı enlemin üzerinden Türkiye sınırına dek uzanan küçüçük bir lekeyi haritada görenler sorabilir: "Bu nereden, ne zaman, niçin çıktı?"
İşte yıllar sonra insanların aklına takılabilecek bir soruyu gözlemler, yaşanılanlar, tanıklıklar boyutunda yanıtlamaya çalıştım. Sadece Irak'tan kaçanların değil, Türkiye'de yaşayan Kürtlerin o süreçteki duyguları, düşünceleri, kimlik savaşımları, ulusal kültürlerini varetme çabaları, yaşadıkları baskı ve terör, demokratik hak ve özgürlük istemleri de doğal olarak bu kitabın kapsamı içine girdi.
İnsanların, ölümün kendine çok yakın olduğunu duyumsadığı yerler vardır. İşte Doğu'da, Güneydoğuda gazetecilik yapmak da ölümün kendine çok yakın olduğunu duyumsamakla eşanlamlı. Nereye konacağı belli olmayan bir kuşun kanadındaydı sanki ölüm. Denilir ki, "Gazeteci çağının tanığıdır."
Ve yine denilir ki, "Gazeteci tarihin müsveddelerini yazar." "Ölüm Kuşun Kanadında" da işte böyle bir tanıklığın sonucu ortaya çıktı. Anlatılanlar, bir başka boyutta da "tarihin müsveddesi" sayılabilir. Kimine göre tarih, "büyük devletler", devlet başkatıları, karizmatik liderler tarafından yazılır. Kimine göre de tarih bir başlarına kaldıkları zaman "Okyanusa atılmış küçücük bir taş kadar dalga çıkaramayan" insanların yazdığıdır. Bu kitapta, "tek başlarına, Okyanusa atılan küçücük bir taş kadar dalga çıkaramayanların" öyküsü var.
Birinci Bölüm
Kürtlerîn 1988 Göçü
Olağanüstü Halde Bir Hastane
Haziran, 1988...
Helikopter, Dicle nehri üzerinden Diyarbakır'a yöneldi. Bir kişi bile kafasını kaldırıp bakmadı.
Güneydoğulular iyeden iyiye alıştı helikoptere. Her gün onlarcası kalkıp onlarcası iniyordu. Olağanüstü Hal Bölgesindeki yerleşim birimlerine, kimi zaman yalnız helikopterle ulaşım sağlanabiliyordu. Düne değin dört tekerli araç bile görmeyen kırsal kesimlerdeki çocuklar, helikopterle çoktan tanıştılar.
Yörede yaşayan halk "hava tahmini" yapar gibi, tepelerinde uçan helikoptere bakıp "Bugün gene çatışma var galiba" diye "olay tahmini" yapıyordu. Bölgeye dışarıdan gelen gazeteciler, Diyarbakır akşamlarında "çıkması olası" olayları beklerken, karanlığı delen helikopter seslerini duyunca telefonlara sarılıyorlardı:
"Bir olay mı var?" Alınan yanıt çoğunlukla aynıydı: "Hayır, yeni gelen helikopterlerle pilotlarımız gece eğitimi yapıyorlar da..." Helikopterin indiği askeri birlikte, bir cankurtaran hazır bekliyordu. Askerler alışkın devinimlerle sedyeyi indirip cankurtarana yerleştirdiler. Helikopter yükünü bırakmanın rahatlığıyla bir toz bulutu kaldırarak havalandı. Askerler, kim bilir kaçıncı kez bir yaralıyı Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesine taşıyorlardı. Yolu iyiden iyiye ezberlemişti cankurtaran sürücüsü. Ama yine de Diyarbakır'ın asfaltı delik deşik yollarında "çukursayan makinesi" kullanır gibi gidiyordu.
.....
|