Éditeur : Belge | Date & Lieu : 1998, İstanbul |
Préface : | Pages : 317 |
Traduction : | ISBN : 975-344-140-1 |
Langue : Turc | Format : 135x195 mm |
Code FIKP : Liv. Tr. 4065 | Thème : Littérature |
Présentation
|
Table des Matières | Introduction | Identité | ||
Versions
Kader Kuyusu Başlama tarihi: 15 Temmuz 1951 Giriş: Herkes ölüyor, kardeş bacı, sevgili aşık, arkadaş dost, sırdaş yoldaş, tanıdık uzak...herkes ölüyor. Benim de sıram geldi, şimdi sıra bende." Küçük bir defterin ilk sayfasına, yatık bir el yazısıyla şülmüş, bu satırlar, hüzün dolu bu gecede, küçük bir çıranın solgun ışığında şimdi güçlükle seçiliyor. Bir hafta önce yazılmış bu sat dar; Cizira Botan Beyi Mir. Bedirhan'ın torunu, Emin Ali Bedirhan'ın oğlu Celadet Ali Bedirhan'ın son satırları. Gece. Temmuz'un 22'si, yıl 1951. Kader Kuyusu romanını sarıp sarmalayan ilk satırların yazıldığı bu meşum gece, bütün ağırlığıyla hükmünü kurmuş. Sıcak; yapış yapış bir sıcak. Sürgün kenti, hüzün ve keder diyarı, Bedirhan sülalesinin mezarlığı, Celadet Ali Bedirhan'ın ölüm şahidi Şam kenti yorgun, uykuya yenik düşmüş. Ağır ve yorgun gece, Şam sakinlerini uykunun derin dalgalarının içine, gömmüş. Bir yıldız kümesi, yukarılarda, gökyüzünde, doğunun kendine özgü renkleriyle, sanki Şam kentinin uykusuna nöbet durmuş... |
Başlama tarihi: 15 Temmuz 1951 Giriş: Herkes ölüyor, kardeş bacı, sevgili aşık, arkadaş dost, sırdaş yoldaş, tanıdık uzak...herkes ölüyor. Benim de sıram geldi, şimdi sıra bende." Küçük bir defterin ilk sayfasına, yatık bir el yazısıyla şülmüş, bu satırlar, hüzün dolu bu gecede, küçük bir çıranın solgun ışığında şimdi güçlükle seçiliyor. Bir hafta önce yazılmış bu sat dar; Cizira Botan Beyi Mir. Bedirhan'ın torunu, Emin Ali Bedirhan'ın oğlu Celadet Ali Bedirhan'ın son satırları. Gece. Temmuz'un 22'si, yıl 1951. Kader Kuyusu romanını sarıp sarmalayan ilk satırların yazıldığı bu meşum gece, bütün ağırlığıyla hükmünü kurmuş. Sıcak; yapış yapış bir sıcak. Sürgün kenti, hüzün ve keder diyarı, Bedirhan sülalesinin mezarlığı, Celadet Ali Bedirhan'ın ölüm şahidi Şam kenti yorgun, uykuya yenik düşmüş. Ağır ve yorgun gece, Şam sakinlerini uykunun derin dalgalarının içine, gömmüş. Bir yıldız kümesi, yukarılarda, gökyüzünde, doğunun kendine özgü renkleriyle, sanki Şam kentinin uykusuna nöbet durmuş. Celadet Bey yok şimdi, artık bir kayıp o. Şimdi bu yokluk duygusuna nasıl alışılr? Nasıl alışılacak? Her zaman oturduğu koltuğu şimdi sahipsiz. Her zaman evin içini dolduran sesi ve gülüşü şimdi ancak duvarlara Binmiş. Seçerek kullandığı kelimeleri artık duyulmuyor. Çalışma masası dilsiz, onu bekliyor... Kalem, defter ve kitapları, topluca raflarda onu bekliyor. Sigara tabakası, plakları onu bekliyor. Elbiseleri dolaplarda onu bekliyor, çocukları babalarını bekliyor. Dengbêjî Ehmedê Fer¬mane Kiki hasta yatağında onu bekliyor. Kafeslerin içinde kek Şimdi sadece yok olmanın ve kaybetmenin dayanılmaz duygusu hakim. Bu duyguya nasıl alışılır? Ölüm geldi, Celadet Bey'i kollarına aldı ve evin içine sadece bu katlanılması zor duyguyu bırakıp gitti. Bu duygu şimdi eve sinmiş. Ev, karaları bağlamış; taziye var. Ölüm gününden bugüne, Ruşen Hanım, çocuklar, hısım akraba, arkadaş dost yasa bürünmüş. Günler taziye ile başlayıp sona eriyor. Ağlama yeni bir hayat biçimi olmuş evde. Evi günde yüzlerce kişi ziyaret ediyor Ruşen Hanım ise sessizliğe bürünmüş, sessizliğin sessiz esiri haline gelmiş. Evin içindeki eşyalara, odalara, birlikte bir ömür geçirdikleri mekâna, yerlere, duvarlara bakıp sessizce düşüncelere dalıyor. Çocuklar uyumuş. En azından sesleri kesilmiş. Taziyeye gelmiş misafirler, bazıları misafir odasında, bazıları akrabalara dağılmış. Ruşen Hanım, çoğu zaman Celadet Bey'in de yaptığı gibi, koltuğa değil, yere bağdaş kurmuş. Hayır bağdaş kurmamış, yere uzanmış. Yanında dolu kül tablası, yarısına kadar içilmiş çay bardağı ve Celadet Bey'in ölümünden önce yazdığı "Yavrum Ruşen..." diye başlayan mektubu... Celadet Bey'in romanını yazmak için aldığı defter de önünde. Celadet Beyden geriye kalan eşyalar odanın içine dağılmış, kâğıt, defter,, kitap, dergi, gazete, mektup, kalem ve fotoğraflar... Özellikle de fo-toğraflar... Çileli bir hayatın tanığı ve Kader Kuyusu romanının dili fotoğraflar. Her biri bir yerde, değişik zamanlarda çekilmiş fotoğraflar... Şimdi bu gece rengine bürünmüş taziye anında fotoğraflar kendi diliyle konuşmaya başlıyorlar. Peki Celadet Bey'in hayatı, âdeta bir roman olan hayatı, onunla birlikte yok mu olacak? Onun yokluğuyla birlikte, eserleri, mücadelesi, yaptıkları da mı hiçliğe karışacak? O binbir zahmetlerle hayat verdiği dergileri Hawar (Çağrı), Ronahi (Aydınlık), onun yokluğunda tozlu raflarda çürümeye mi yüz tutacak? Acımasız zaman, her şeyi unutturacak mı? Izleri, yaptıkları güneşteki kar gibi veya kuma yazılmış yazı gibi eriyip yok mu olacak? Bir Allah, bir de Ruşen Hanım bilir onun hangi acılarla bütün bunları vücuda getirdiğini...O çaba, o çaresizlikler, o anlatılması güç imkânsızlıklar, o eziyet, o yoksulluk... Bütün bunlar şimdi yok mu olacak? Bütün bunları düşünürken, Ruşen Hanım'ın göz pınarları yine doluyor. Tutamadığı gözyaşları, fotoğraf tomarının en üstünde duran, Istanbul'da fotoğrafçı Abdullah Freres'in atöl-yesinde çekilen bir fotoğrafın üzerine dökülüyor. Elinde bitmiş sigaranın ateşiyle yeni bir sigara yakıyor, etrafına bakıyor ve dalıyor. Duygular, karışık düşünceler, anılar, sorular, yaşanmışlıklar, solgun çıranın ışığında uçuşuyor. Kelimelerin hükmü geçmiyor. Yazık, çok yazık ki, önündeki fotoğraf tomarı, dergi ve mektuplar konuşmuyor. Niçin, Celadet Bey'in her birinin üzerinde uzun uzun düşünerek kâğıtlara geçirdiği kelimeleri, satırları yerlerinden fırlayıp konuşmuyorlar? Bu hikayeler, şiirler, anılar, bu yazılar... niçin, bunlar da Ruşen Hanım gibi derin bir sessizliğe gömülmüşler? Ya bu fotoğraflar? Sanki onlar, bütün bir ömrün tanıkları değil. O eza ve çile dolu ömrün tanıkları olan bu fotoğraflar, hiç konuşmadan, bırakıldıktarı yerde çürüyüp gidecekler mi? Öyle dilsiz, bırakıldıkları yerde, bir sonbahar yaprağı gibi sararıp solacaklar mı? Sadece geçmişe ait birer anı, birer düş olarak mı kalacaklar? Onlar konuşup, kendilerini zamana karşı kollamayacaklar mı? Ruşen Hanım, bir fotoğrafa bakıyor. Yere bağdaş kurup, fotoğrafı eline alıyor, düşünceli, büyük bir dikkatle fotoğrafı inceliyor. Yıl 1926 olmalı. Celadet Bey'in alnı açık, açık gözleri bir kartalınki kadar kendinden emin ve güvenli. Arkaya taradığı saçları simsiyah, parlıyor. Burnu, Bedirhan sülalesinin tanıdık burnu, uzun ve biçimli. Üzerinde iyi bir terzinin elinden çıktığı belli olan siyah bir takım elbise var. Puanlı ipek kıravatı, her zamanki gibi siyah elbisesi ve beyaz gömleğine çok yakışmış. Elbisesinin önemli bir tamamlayıcısı olan yeleği altı düğmeli ve bütün düğmeleri kapalı. Hafif eğri durmuş sanki, elleri cebinde. Azıcık yuvarlak sayılabilecek yüzü tıraşlı, bıyıksız ve sakalsız. Belki de bu yüzden yüzü ve yanakları olduğundan daha büyük ve yuvarlak görünüyor. Alnı oldukça açık. Birbirinden ayrık kaşları simsiyah, uzun. Kirpikleri, siyah ve gür kaşlarının altında kaybolmuş gibi. Gözbebekleri iki siyah sedef tanesi âdeta, parlıyor. Şimdi? O, şimdi sadece bu fotoğraflarda mı yaşayacak? Kaderi bu muydu? Ruşen Hanım ayağa kalkıyor, dört yana dağılmış fotoğrafları, teker teker, topluyor, tekrar yerine geçip oturuyor. Kırktan fazla fotoğraf... Kırktan fazla resmedilmiş kısa zaman parçası, bölünmüş anı... Orada, burada... Bazıları usta fotoğrafçılar tarafından çekilmiş. Bazılarında ise ne bir hüner, ne de ustalık var; sadece geçmiş yaşamın, zamanın ve günün . anısına saklanıyor. Hepsi siyah beyaz. Bazıları karakalem portre, bazıları çeşitli kalemlerle renklendirilmiş, Celadet Bey'in hayatının tanığı. Bazılarında kalabalık, birliğin, birlikteliğin, dostluğun, akrabalığın ve kardeşliğin kanıtı. Bazıları da manzara fotoğrafları, bir hayatın geçtiği yerlere, mekânlara ait. Ruşen Hanım, fotoğraflardakilerin yüzlerine, boylarına, duruşlarına bakıyor. Bazıları tanıdık, bazıları değil. Bazıları bıyıklı, sakallı. Bazılarının yüzünde gülümseme, bazılarında sert bir ifade, bazılarında yorgunluk, bazıları da şaşkın, öylesine objektife bakmış. Bazılarının yüzü genç, bazıları da yaşlı, yüzleri pörsümüş. Bazıları gözlerini kapatmış, uykudaymış gibi. Bazıları ise uzaklara bakıyor. Bazıları asabi, bazıları huzurlu. Birbirinden farklı bir sürü yüz, ilginç ve birbirinden farklı kaderleri taşıyan yüzler. Ya gözler? Kara gözler, benek gözler, gülen gözler, hüzünlü gözler, yaşlı gözler, masum gözler, çocuk gözler. Derin gözler... Gözlerde okunanlar, kaderleri sanki... -Bundan sonra bu fotoğraflara kim bakacak ve onları kim konuşturacak? Ne zaman bu fotoğraflar konuşmaya başlayacak? Ruşen Hanım fotoğraflara ve Celadet Bey'in sadece ilk sa-tırlarını yazdığı Kader Kuyusu romanının defterine bakıyor ve bunları düşünüyor. |