La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Bir Kurdün Eylül Defterleri


Auteur :
Éditeur : Broy Date & Lieu : 1991, İstanbul
Préface : Pages : 264
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 130x190 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Oda. Bir. N°2388Thème : Littérature

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Bir Kurdün Eylül Defterleri

Bir Kurdün Eylül Defterleri

Yılmaz Odabaşı

Broy


Geçtiğimiz yıllarda şiirleri geniş bir okur kitlesine ulaşan Yılmaz Odabaşı, bu kitabında militanlık ve tutukluluk evrelerindeki ürpertici tanıklıklarını ve doğduğundan itibaren art arda üç askeri darbe yaşayan bir kuşağın ertelenen şarkılarını kaleme alıyor.
- Eylül öncesi politik atmosfer ve kürt solu. Özgürlük yolu ve Mehdi Zana ayrışmasının içyüzü. -Morg kapıları. -Zeki Adsız (K. Saleh) vd.'leri: Gidenler. Kalanlar. Kanlar Ve Kanatlar...

- Kurtarmanın, kurtulmanın arifesinde 12 Eylül ve bir ölümevi: kurdoğlu kışlası. -Diyarbakır askeri cezaevi ve insan portleri: Ateşe Ve Küle Karılmış Bir Ütopya. Bir Kuşak. Bir Kasırga...

- Dışarının içerisi ve külün seyir defteri. -Askerlik tabusuna "sakıncalı" tanık-lıklar. -Diyarbakır'dan İzmit'e askeri mahkemeler. -kırkbeş gün çarmıhta şiir sorgusuyla basımına el konulan bir 'ilk' kitabın belgelerle açıklanan buruk öyküsü. -Eylül fırtınasında Oktay Akbal. Cumhuriyet ve babıâli. -Bir sanatçı: Edip Akbayram. -sağanakta bir kentin kurşunlanan gövdesi: Diyarbakır. -Türkiye'de nasıl şair olunur vb.

Bir toplumsal-siyasal süreçte (1975-85) hep sanık bir tanık olarak Yılmaz Odabaşı, şimdi de bu kitabıyla 12 Eylül hukukunun yargıcı oluyor.

Odabaşı. "Aykırı Yaşamayı. Bedelini ve O Bedeldeki Hüznü Yazmaya Çalıştım: Hem. Bir Denizde Kıyıları Amansızca Döven İri Dalgalar Olmaktansa. Bazen Aykırı Bir Su Damlası Olmak da Yeğ Değil Midir?" diyor.

"Bir Kürdün Eylül Defterleri", bir roman sürükleyiciliğinde ve duygulanarak okuyacağınız bir belgesel.



ÖNSÖZ

Eylül, yangındı ve kül... Yangının alazında da, külün derininde de biz vardık...
Sn. Erdal öz, 1986 yılında bir sohpetimizde: "12 Eylülün yanında 12 Mart düğün dernek kalır" diyordu. Bu saptamanın da doğruluğundan yola çıkarak binlerden bir öznesi olduğum Eylül tufanını ve tanıklıklarımı yazmaya karar verdim.
Anı değil, şimdi bazı çevrelerde "yitik kuşak" olarak tanımlanan kuşağımı ve bir toplumsal-siyasal sürecin özetini kendi tanıklıklarımla, kendi öznelliğimden aktarmaya çalıştım.

Bir Kürt olarak belki daha ağır ödediğim bir bedeli ve o süreçteki doğrularımızı, yanlışlarımızı, yanılgılarımızı, güzelliklerimizi, zaaflarımızı ve bütününün toplamındaki acılarımızı "sıcağı sıcağına yazmam"da bazı dostlarımın öneri ve ısrarlarının payı büyük oldu.

Gelecek kuşaklara bir utanç belgesi olarak ulaştırmayı da arzuladığım bu çalışmam, ayrıca, bir şairin, adına Türkiye denilen bir garip ülkede neleri, nasıl yaşayabildiğini somutlamak için de kaleme alındı.
Önce ayırdına varmanın ve sonra hem Kürt hem şair olmanın ve üstüne üstlük Sosyalist olmanın 1975-1985 yılları arasında, bir özne olarak ödenen ağır bedelini... o bedelin tutanağını yazdım.

Ne çok şeyin: direnmenin, inanmanın, cesaretin, dostluğun, coşkunun, paylaşımın, özverinin (ve nefretin de) çok görkemli yaşanabildiği o evrede bir yanılsama olarak yaşanan, dahası yaşatılan yanlışları da yazmalıydım. Ama henüz tümüyle yazılmayacaklar da vardı; onları ilerde, gerektiğinde mutlaka yazabileceğime inanıyorum. Yanlışlar derken, örneğin: örgütlü siyasal kavgada Kürt halkının tarihsel-ulusal gerçeği adına çıktığımız yolda feodal davranmayı sosyalistlikle, aydın olabilmeyi köylülükle karıştırdığımız. ideolojiyi bir din gibi savunup tapınmaya dönüştürdüğümüz, Marksizmi dogmatik algılayıp "yanıtlar düşünü bugünü yadsıyan bir cennet düşüne (âdeta) dönüştürdüğümüz de sorgulanmalıydı; özellikle 80 sonrası kuşağa bazı göndermeler ulaştırması bakımından bir işlevi olabileceğine inanarak bu boyutunu da - bazı kesitlerle - aktardım. Kısaca "biz"i anlatmalıydım; biz anlatılmalıydık!..

Biz mi? kendi konumumuzda kendi gerçeğimizi yaşayan uçarı çocuklardık. Doğrularımız için tereddütsüz her an ölmeye hazırdık. Nitekim çok öldük! ölmeyenlerin de kanatları yerdedir...
Erdemliydik... Ama bu erdemliliğin bünyesinde beraber ölümlere gittiğimiz bir arkadaşımız ayrıldığında direktif gereği - ve yine doğru adına - onunla konuşmamak, hâttâ onu dövebilmek de vardı... Sonra oturup ağlamak belki... örneğin: cebimizde büyük meblağ örgüt parasının ne kadar olup olmadığını ikinci bir kişi bilmezken uzun yolları o paraya hiç dokunmadan yaya yürür, o paraya dokunmadan aç yatar, sigarasız kalırdık.

Bâzen gerçek olup olmadıklanna inanmak için düşünerek, o günlerde yoğunlaşarak bir yolculuğa çıkarım; sonra da "evet, biz bunları yaşadık” diye düşünürüm kendi kendime. Mübağalasız... Düş değil, yaşadık derim...
Eylül tufanında daha önce bir yerlerde ölmüş olması gereken kendimi bir başka yerde birden yaşıyor bulmanın o buruk şaşkınlığı da yazılmalıydı...

Biz kuşak olarak kendimizi yerkürenin bütün yükünden, acılarından sorumlu tutuyor, bu dünyayı kendi formüllerimizle kurtarmayı, yaşanır kılmayı ahtediyorduk. Kurtarmanın arifesindeydik; ama, örneğin: Diyarbakır cezaevinde bir insanımız, bir arkadaşımız kanlar içinde ölüme her saniye biraz daha yaklaşırken o insanı hep birlikte kurtaramamanın hüznü tarifsizdi... Sorguda makatına jop sokulan bir arkadaşımın alüna günlerce medil tutmanın kederinde, onun yara ve kırıklar yüzünden kullanamadığı bedenine yabancılaşmasını izlerken yüz yüze bakamayışımızm kederi tarifsizdi...

Bütün tarifsiz hüzünlerin toplamını tarif edebilmeye çalışmak için yazıyorum ben de!
Sonra çoğumuz öyle bir yere geldik ki, dünyanın yükünden feragat ettik ve düşeni yemenin kanun olduğu bir kurtlar sofrasında kendimizi sırtladık: sırtlayınca baktık ki bir insanın kendini sırtlaması, birey olması da az buz bir iş değilmiş... Şimdi belki "bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklarını kurtarmak için uykularımız kaçmıyor, ama hâlâ yerküre adına, kendi nesnel gerçeğimiz adına kaygılarımız derin. Kürt halkının trajedisinden, ozon tabakasının delinmesine, yerküreyi saran ekolojik klapsa kadar ne varsa ilgi ve kaygı alanımızın içinde. Yalnız proleteryayı değil, bir bıçaklıyı, bir hovardayı, bir fahişeyi, bir şizofreni de sevebilmeyi, anlayabilmeyi öğrendik. Dar grupçuluğu, hizipçiliği, yaşasın-kahrolsun edebiyatının siyah beyaz fonunu vb. ne çok şeyi-güç olsa da- aştık, durulduk ve sınırlandırılmış sahadan çıkıp insanlık için uğraş veren her çabayı, her oluşumu anlamaya çalıştık. Gecenin bitip gündüzün başladığı yerdeki ve gündüzün tükenip geceye yöneldiğindeki grinin keşfi güzeldi. Benim şiire, resime yönelmem gibi kimilerimiz bireysel yeteneklerimizi keşfettik... Artık kendimize (de) zaman ayırmanın güzelliğini öğrendik. İçerden erken çıkanlarımızın sevgilileri oldu: sevişmeyi öğrendik; bir yağmurda sırılsıklam öpüşmeyi, deşmeyi ve derinleşmeyi, düşünmeyi, dinlemeyi. Çoğumuz evlendi: çocuklarımız oldu. Ekmeği ve çocuktan öğrendik...

Hep öne çıkan coşku, biraz çekilerek yerini us'a bıraktı, ama çoşku hep kaldı, öyle bir yere geldik ki sonra: olabileceklerle avunmayı değil, olanı göğüslemeyi öğrendik...

Ailelerimiz kuşaklararası bir iletişimsizlikle yer yer bir reddedişe vardı. 12 Eylül gününün akşamı ise liderlerimiz sınırları aşıp, Avrupa'da siyasal mülteci başvurusunda bulunmuşlardı bile. Diyarbakır cezaevindeki soyad zorunluluğu tutukluğumuzun ilk aylarından itibaren bizi yalnız ailelerimize mecbur etti. Feodalliğine, devletçiliğine, törelerine dokunduğumuz ve kan davaları dışında "hükümete»karşı gelme" suçunu işlediğimiz (!..) için ailelerimiz görüşme günleri karşımıza geçip "yaa biz dememiş miydik" diye başlayan köhne, hasta yargılannı tel örgülerden yüzümüzü kızarta kızarta uzattılar. Doğrusu içerde kimsesiz bırakıldık... Dışarda mı? ya da 'dışarının içerisinde': daha kimsesiz. Herkesin korktuğu, kaçtığı insanlar olduk. İnsanların kendi bireysel dengelerini korumak için düştükleri basitleşmeleri kavramamız bir süre çok zor oldu. Kar, boran altında yalnızdık. Sanki topyekün bir doluya tutulmuştuk. Sokaklara panzerlerin, ıssızlıklara (tevriyelerin tükürdüğü günlerde ülke topraklarında kalanlar zorlu bir sınava girdiler. Sınavın ilk basamağı bulunduğum bölgede yaşayanlar için Kurdoğlu kışlası, ikinci basamağı Diyarbakır cezaevi, üçüncü basamağı dışarının içerisinde verilecekti. Bu sınavı verenler, vermeyenler ortadadır...

Sonra sıkıyönetim "olağanüstü hâl "adıyla olağanlaştı. Çok olağanlaştı...
.....



I

Nereden Geldik,
Kaç Yaşındaydık,
Takvimleri Kim Bozdu?

Çoktan beri dağ
Vay! nasıl da dillendi çocukluğum o kuytularda
Yumurtayı sıcak çalar, kümes kokardık
Yasaklar taşırdık çerçi cüzdanlarına
/Ülkem mi
O
Göçebe bir kimlik taşıyor daha.../

.....




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues