La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Silahlar Sussun İnsan Konuşsun


Auteurs : | | | | | |
Éditeur : Barıș Köprüsü & Tüday Date & Lieu : 1998-01-01, Köln
Préface : Pages : 186
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 135x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Sav. Sus. 3991Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Silahlar Sussun İnsan Konuşsun

Silahlar Sussun İnsan Konuşsun

Enver Karagöz

Barıș Köprüsü


"Kökenleri Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna uzanan artık kurumsallaşmış bir çatışmanın ve yaklaşık on beş yıldır süregelen kronikleşmiş bir savaşın nedenlerinin, sonuçlarının ve çözüm yollarının son derece karmaşık olacağı düşünülebilir haklı olarak. Elinizdeki kitap, o karmaşıklıktan süzülüp gelen yalın insan tepkisini, barış çığlığını kağıda döküyor."

Haluk Gerger

"Barış, bir tarafın diğer tarafı reddetmediği, yok saymadığı, bir tarafın diğerlerini ötekiler olarak kabul etmediği, bir dilin, kültürün, başka dilleri ve kültürleri kendisinin de zenginliği saydığı, eşitlik ve özgürlük temelinde güvenli, onurlu bir yaşamın adıdır.
Savaşa baş eğmeyelim. Barış tanrıçasını hep birlikte kuyudan çıkaralım. Hiçbir halkın cehennemde kartopu olmasına razı olmayalım. Sanırım bunları istemek ve bunun için çaba göstermek de insan olmanın gereğidir."

Akın Birdal



ÖNSÖZ

İnkar ve İmha mı, Barış ve Özgürlük mü?

Doç. Dr. Haluk Gerger


Kürt Sonınu’nun barışçıl yöntemlerle çözümünü ısrarla savunan çok az sayıdaki bilim adamlarından biri. Düşüncelerinden ötürü verilen, hapis cezalarından birincisini Haymana Cezaevi’nde tamamladı. Şimdi de, ikinci hapis cezası nedeniyle, Güdül Cezaevi’nde bulunuyor.

Elinizdeki kitap, bir bakıma, sosyal ve politik sorunun insani özünden koparılarak askerileştirilmesine; bir halkın vandal bir şiddetin pençesine mahkûm edilmesine ve adına kardeş kanı dökülen öteki halkın da, kendi militarist şovenizminde çürütülmesine karşı oluşan tepkileri dile getiriyor.

Kökenleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kökenlerine uzanan, artık kurumsallaşmış bir çatışmanın ve yaklaşık on beş yıldır süregelen bir savaşm nedenlerinin, sonuçlarının ve çözüm yollarının son derece karmaşık olabileceği düşünülebilir haklı olarak. Elinizdeki kitap, o karmaşıklıktan süzülüp gelen, yalın insan tepkisini ve barış çığlığım kağıda döküyor.

Savaş’ın tahribatının bu kitapta gördüğünüz dökümü, gerçekten de, kuşaklar boyu sürecek etkilerinin ne denli boyutlu olduğunu gösteriyor. Bu çok yönlü yıkımın, henüz tüm veçhelerinin ve sonuçlarının tam anlamıyla ortaya çıkanlabildiği kanısında değilim. Bu kitap, korkunç gerçeğin toplu bir fotoğrafını çekmesi açısından önemli ve o ölçüde de değerli...

Şiddetin hedefi ve maznunu (mağduru) olarak Kürtler de, daha farklı bir konumdaki Türkler de, bu savaşın ortak kurbanları. Bu ortaklık çerçevesi içinde, yine de bir tür bölüşüm söz konusu tabii. Kürtlerin payına, hiç kuşkusuz, daha çok kan ve gözyaşı düşüyor. Savaşın fizik şiddeti esas olarak onları hedef alıyor. Parçalanmış cesetler; yakılmış köyler; insansızlaştırılmış topraklar; tahrip edilmiş bir doğa; yıkılmış aileler; yerinden, yurdundan, geçmişinden koparılmış milyonlar ve hoyratça karartılmak istenen bir gelecek... Açlık, işkence, gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar... Bunlar, esas olarak Kültlerin payına düşenler, Kirli Savaş’ta. Buna karşılık, savaş yıllarının, Kürtler açısından, aynı zamanda bir büyük uyanışa, bilinçlenmeye ve aydınlanmaya tanıklık ettiği de kesin. Bir tür moral temizlenme, ahlaki bir saflaşma (pürifikasyon), manevi bir yetkinleşme, insani bir yücelme deneyiminde yeniden biçimlendi Kürtler, acıların ve mücadelenin yoğurduğu kurtuluş serüvenlerinde. Buna karşılık, Türk halkı, kendi adına işlenen suçlara duyarsızlık ve tepkisizlikle başlayan ve şiddeti kutsamaktan geçerek, kendisini, bütün toplumsal kurumlanyla birlikte, bir tür militarizm bağımlısına (müptelasına) dönüştüren bir sosyo-psikolojik süreç yaşadı. Bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan kültürel-ideolojik kirlenme ve insani-kurumsal çürüme, Türk halkının da geleceğini çaldı. Savaşın, bu tür görünmeyen tahribatları, somut yıkımdan daha korkunç belki de...

Bu savaş, yıkımın ynısıra, Kültlerin kurumsal bir inşa sürecini de beraberinde getirdi. Bu açıdan, Kürt halkı, var olanlar yıkılırken, yoktan da var etti. Türk halkıysa, militarist kurumlarının dejenerasyonu yanında, pek çok hayati kurumunu yitirdi. Üniversiteler, basın, sivil toplum örgütleri, aydınlar, sendikalar, yargı (adalet) gibi kurum ve yapılar, zaten son derece yetersiz olan bütün özerklik ve bağımsızlıklarını yitirdiler; şiddette ve dökülen kanda öğütüldüler, yitip gittiler. Onlar bu savaşın hem tutsakları, hem de en büyük kurbanları oldular.

Kürt halkı, politikleşmiş bir savaşta, demokratik eğitimini aldı. Yitirdiği temel hak ve özgürlüklerinde, demokratik bilincini kazandı. Büyük acılarında, toplumsal dayanışma ve paylaşmayı öğrendi. En güzel evlatlannı yitirirken, çağdaş özleriyle büyük insanlığın değerlerine sahip çıktı. Türk insanı ise, savaşın ve şiddetin kıyıcılığında, bir yandan zaten yetersiz demokrasinin son kırıntılarını yitirdi. Temel haklarını, savaş ağalarının militarist otoritesine teslim etti. Bir yandan da şoven nefretinde, içindeki insanı kaybederek, çağdaş uygarlıktan koptu ve dünyaya düşmanlaştı. Bu savaş sürecinde Kürtler, insanlık ailesi içindeki şerefli yerlerini sonsuza dek aldılar. Türkler ise, ne yazıktır ki, “düşürülmüş bir halk” durumuna getirildiler.

Bu kısa dökümdeki amacımız, bir “kayıp-kazanç” bilançosu çıkarmak değil elbette. Bunu Türk medyası yapıyor; her gün ölen gençlerin sayımını, sanki bir spor müsabakası skoru iletiyormuşcasına, utanç verici bir kayıtsızlık ve arsız bir cüretle aktarıyor sayfalarında ve ekranlarda. Bizim amacımız, boyutları, derecesi ve anlamı farklı da olsa, bu kirli savaşta halklarımızın ortak kayıplarını, acılarını ve yıkımını not düşmek; halkların acılarla örülen kardeşliğine dikkati çekmek. Muradımız, en meşru, doğal ve demokratik “kazançlar”ın bile ne denli özveriler, ne denli korkunç kayıplar gerektirdiğini göstermek. Ve bir de o bedelleri, Türklerin de olanca ağırlığıyla ödediğini göstererek, adına yürütülen bu savaşın, asıl onu tükettiğini belirtmek. Böylece, Kürd’ün özgürlüğünde onun da kurtuluşunun yattığını anlatmaya çalışmak, iki kardeş halkın yazgısal birliğinin öteki “birlik ve beraberlik çatılarından ne denli önemli olduğunu saptamak.

Bu savaşın ve “Kürt Sorunu”nun nedenleri ve kökenleri, bir yanıyla çetrefil bir yumağı andırıyor elbette. Ama bir yanıyla da, özellikle çekilen acılar ve verilen kayıpların boyutları düşünüldüğünde, insanı ürperten, isyan ettiren, onlarla orantısız bir yalınlığı ve basitliği var nedenlerin.

İnkar-imha diyalektiğinin sarmalında üretiliyor bunca şiddet, kan ve gözyaşı. Türkiye Cumhuriyeti, Kürt varlığını inkar ediyor. Şiddet, bu inkar madalyonunun öteki yüzü, kaçınılmaz sonucu ve doğal uzantısı olarak ortaya çıkıyor. Kürt Realitesi’nin inkarı, hayatla inatlaşma anlamına geliyor ve Kürt direnişine çarpıyor. Yaşadığı gerçekliğin direngen varlığı karşısında umarsız kalanlar, şiddete başvuruyorlar. Onunla hesaplaşmalarındaki tarihi, ahlaki, politik, ideolojik ve sosyal yenilgileri karşısında, onu yok etmeye girişiyorlar. Çaresizlikleri ve yenilgileri oranında saldırganlaşıyor ve zoru seçerek, imhaya yöneliyorlar. TC’nin inkar politikaları, Kürtleri meşru müdafaa ve direnişe itiyor. Böyle olunca da TC egemenleri imha ataklarını gündeme getiriyorlar.
Yaşadığımız Kirli Savaş gerçekliğinin özü burada yatıyor ve temel nedeni buradan kaynaklanıyor.

İmha, her zaman fiziki şiddet gerektirmiyor ve her zaman eli silahlı Kürd’e yönelmiyor. O, inkarın içinde mevcut ve çeşitli kılıklarda, formlarda ortaya çıkıyor. İnkarın, imha şiddeti, gün oluyor, Kürt Varlığı’nın inatçı simgesi Kürtçe’ye yöneliyor, isimleri, şarkıları yasaklıyor ve kültürü devlet zorunun baskısı altına alıyor. Gün oluyor, yatılı yurtlarda devşirme yetiştirerek okullarda her sabah milyonlarca Kürt çocuğa “Türküm doğruyum, çalışkanım, varlığım Türk varlığına armağan olsun” dedirterek; moral soykırımla, halkın geleceğini çalarak ortaya çıkıyor. Gün oluyor, şiddet, otuz üç silahsız bedende, otuz üç domdom kurşunu,
Dersim’de idam sehpası, Amed Zindanı’nda parçalanmış mahpus kafası, dağda ise vurulmuş savaşçı oluyor.

Norveç'li araştırmacı Johan Galtung, şiddeti, somatik veya mental potansiyelin sınırlandırılması olarak tanımlar. Bireyin, ya da bir grubun, bir sınıfın, bir halkın kendini ifade ve geliştirme hak ve potansiyelinin elinden alınması, ona karşı şiddet uygulanması anlamına geliyor dolayısıyla. Onyıllardır Kürt halkının doğal yaşam koşulları zaten acımasız bir yapısal şiddetle örülmüş durumda. Onyıllardır bu mazlum halka, kendisini, taleplerini, şikayet, özlem ve beklentilerini demokratik ve banşçıl kanallardan ifade etmesi yasaklanmakla da, şiddetin bir başka şekli uygulandı.

Ortaçağda bir çocuğun kızamıktan ölmesi, o dönemin tıbbi düzey ve olanakları gözönüne alındığında normal karşılanabilir. Ama, benzer bir durum bugün, 21. yüzyıla girerken elbette kabul edilemez ve o çocuğa karşı toplumsal yapının uyguladığı bir şiddet olarak kabul edilir. Bir halkın dilini, kültürünü geliştirme olanaklarının elinden alınması da benzer bir yapısal şiddet değil midir? Milli varlığın inkarı, kendisine karşı şiddet uygulamak anlamına gelmez mi? Kocanın evde karısını dövmesi fizik şiddetidir de, dayağın olmadığı, ama kadının kendini geliştirmesinin, sosyal yaşantısının, özgür kişiliğinin önünde görünmez engellerin oluşturulması, onun sadece evde kocasına ve çocuklarına saçım süpürge yapan bir köleliğe mahkum edilmesi, açık olmayan, görünmez, yapısal bir şiddet türü değil midir? İşte Kürtler, hep böylesi bir sistematik şiddetin, görünmez şiddetin, inkarda, haksızlıkta, eşitsizlikte, fukaralıkta somutlaşan bir şiddetin pençesinde, ırkçılığın, ulusal ve sınıfsal sömürünün cenderesinde yaşamaya mahkum edildiler. Kirli Savaş, saklı moral şiddetin açık, fiziksel şiddete dönüşmesi, yapısal şiddetin bir üst boyuta tırmanması sadece...

İlk bakışta, Kürt Sorunu’nun çözümü, yani barış da, karmaşık ve zorlu bir hedef gibi görünüyor. Ne var ki, temel nedeni incelerken yaptığımız gibi, oraya giden süreci de basitleştirmek mümkün. Elbette, basitliği aynı zamanda kolây olması anlamına gelmiyor ama, en azından kafalarımızdaki netlik açısından gerekli, böylesi bir yalınlaştırma egzersizi...

Barışa giden iki yol, kendiliğinden hemen ortaya çıkıyor. Bunlardan birini bize tarih ve hayat gösteriyor. Bu, savaşan tarafların müzakere masasında bir araya gelmesi. Basitliği ölçüsünde zor; çoğumuz için gerçekleşmesi olanaksız bir düş neredeyse. Bu iki açıdan böyle. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, bu yönde bir düşüncenin tartışılması bile söz konusu değil. İkinci olarak ise, onu böylesi bir davranışa itecek bir üst irade yok. Yani Türk halkı, henüz böyle bir politik karar vermiş değil. Rejim, kendi lehine de olsa, bir politik çözümü ya da diplomatik görüşme sürecini, yenilgi olarak kabul ediyor. Çünkü; ‘karşı taraf'ı ve bir “Kürt iradesi” ni tanımak, vatana ihanetle özdeştirilmiş durumda. Barış, artık ihanet olmuş. Kirletilmiş, asıl düşman sayılıyor.
Rejim, tam da bu nedenle, savaşıyor ama, savaştığını kabul etmiyor. Savaşa, savaş demiyor. Çünkü biliyor ki; her savaşın doğal sonucu barıştır ve O, barıştan korkuyor, barışa düşman.

Kürd’ü inkar, imha şiddetini ve Kirli Savaş’ı getiriyor. Savaş gerçeğini inkar ise, barıştan korkuyu ve barışa düşmanlığı getiriyor Her ikisi bir araya gelince de, şiddet ve savaşı hayatın ayrılmaz parçası ve halklarımızın değişmez yazgısı yapıyor. Üstelik bu, savaşın niteliğini de çarpıtıyor. Politik ve sosyal özünden kopartılan, bir politik çözümü ve barışı öngörmeyen bir savaş da, giderek savaş olmaktan çıkarak, kör teröre, intikamcı barbarlığa ve acımasız vandalizme dönüşüyor. Savaş, bu nedenle haksızlığının da ötesine düşüyor ve Kirli Savaş oluyor.

Bu durumda, sözünü ettiğimiz kör inada teslim olunamayacağına göre, ikinci yolu denemek gerek. Birinci perspektifi yitirmemek kaydıyla, daha uzunca bir süreci kapsayacak aşamalı barış projesini hayata geçirmek için, uğraş vermeyi sürdürmek zorundayız. Burada amaç, halkların barışını kurmak, barışa karşı olanca gücüyle ve canhıraş kıyıcılığıyla konumlanmış devlet gücünü, halkın demokratik barış talebiyle kuşatmak. Bunun için, önce akan kanın durması ve silahların susması gerek. Demek ki, ateşkes ilk talep olmalı. Ardından bir güven ortamının yaratılması, barışa uygun bir sosyal atmosferin oluşturulması gelmeli. Bu amaçla da, Özel Tim’in ve Koruculuğun kaldırılması. Olağanüstü Hal Uygulaması’na son verilmesi, sürgün Kürtlerin geri dönüşünün sağlanması ve bir rehabilitasyon programının başlatılması lazım. Buna koşut olarak, bir ayrımsız genel afla cezaevlerinin boşaltılıp, tutsakların serbest bırakılması ve başta Anayasa olmak üzere, tüm hukuk sistemindeki antidemokratik maddelerin ayıklanması; eğitimden- hukuka, kapsamlı bir demokratikleşmenin, toplumsal hayatın her boyutunda gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu arada, özgür ve korkudan azade bir tartışma sürecinin başlaması, özellikle de Kürtlerin bu tartışmaya kendi öz önderlik ve örgütleriyle katılımları sağlanmalı. Ben inanıyorum ki, böylesi bir süreç sonunda, halklarımız, kardeşliğe, eşitliğe, özgürlüğe dayalı adil ve onurlu bir barışı birlikte kurma iradesini ve becerisini mutlaka gösterebileceklerdir.

Ne var ki, bu projeyi dillendirmek bile Türkiye’de yasak. Büyük bir suç ve cezası çok ağır. Yüzyılları bulan mahpusluktan işkenceye; gözaltında kaybedilmekten yargısız infaza uzanan bir yol açıyor insanın önünde. Üstelik, kimseye de duyurmak mümkün değil çağdaş sansür koşullarında.

Kuşkusuz, önerdiğimiz barış projesinin toplumsal vicdanda yer etmesi, muhatabını bulup, yankılanması gerekli. Bunun için de taleplerimizin ifadesine imkan veren bir politik / hukuksal ortamın varlığı zorunludur elbette. Görüldüğü gibi, konunun bu boyutunda da özgürlük, bir temel mesele olarak karşımıza çıkıyor. Barışı, ulaşılabilir bir değer yapan en önemli faktör, insani duyarlılık ve uygarlık birikiminin de, nihayet oluşabilmesi ve toplumsal vicdanda içselleşebilmesi için özgürlük ortamına ihtiyaç vardır. Bu da, demokratik tartışma ve eğitim gerektirmektedir. Barış, kendisi temel bir insan hakkı olduğu kadar, dillendirilmesi, savunulabilmesi de, öteki temel hak ve özgürlükleri ön şart olarak gerekli kılıyor. Başka türlü, Türk halkına barış, özgürlük, adalet, eşitlik ve dayanışma taleplerimizle ulaşmak mümkün olamıyor.

İnkar-imha birlikteliği karşısında, barış-özgürlük bütünselliği ortaya çıkıyor... Tarihte birçok saldırgan, mazlumların kahramanca direnişiyle, toplumdaki insani duyarlılıkların ve tepkilerin moral ağırlığının eklenmesiyle geriletilmiş, savaş böylece yenilmiş ve adil barış kazanılabilmiştir. Ahlak, eyleme geçen özgürlük ve adalet talebi, barışın kazanılmasında salt “Güç”ten daha fazla ağırlık kazandığı ölçüde, elde edilen çözüm kalıcı olabilmiş, gerçek barışa yakınlaşılabilmiştir. Yalnızca kendi çocuklarının ölmesine değil, aynı zamanda onların, mazlum halkların çocuklarını öldürmesine de karşı çıkan toplumlar, henüz içlerindeki insanı, savaş tanrılarına kurban vermemiş ve yüreklerini henüz yitirmemiş olanlardır. Duyarsızlıkları ve tepkisizlikleriyle susarak, savaş suçuna ortak olan toplumlardaki en vahim gelişmeyse, barışın insani temelinin tahrip olmasıdır. İşte bu tehlikelere karşı halkı uyarmak ve onun ruhunda bir barış duyarlılığı yaratabilmek için de, bu kez özgürlüğe ihtiyaç duymaktayız. Barış ve adalet için özgürlük gerekli.

Ne var ki, bu konular Türkiye’de yasak. Özgürlük, insan hakları ve demokrasi ile barış arasındaki bağ, en yakıcı bir biçimde önümüzde duruyor. Cenderesinde yaşamak zorunda bırakıldığımız antidemokratik ortamda, kaçınılmaz olarak, gerçek barışın öteki boyutu adaletten söz etmek de yasaklar/tabular arasına giriyor.

Özgürlük ve adalet yok olunca, ne yazık ki, barış da asla ulaşılamaz bir düş olarak kalıyor. Barışa kavuşamayınca, Türk halkı özgürlüğe, insan haklarına ve demokrasiye de ulaşamıyor. Böylece bir kez daha devlet zorunun ve savaş ağalarının bize dayattığı kısır döngünün, şiddet cenderesi içinde kapana kıstırılıp, kalıyoruz. Antidemokratizm, barış ve adalet istemlerinin sesini boğuyor ve Türk halkını şiddetin karanlığına mahkum ediyor.

Bu kitap, adil ve onurlu bir barış projesine Avrupa’daki duyarlı insanlanmızın bir katkısı olarak size sunuluyor. Bu büyük projenin gerçekleşmesinde herkesin yapacak bir şeyinin mutlaka var olduğunu da anımsatıyor okura. Amaç, sadece savaştan yakınmak olamaz kuşkusuz. Ortaya konulan hazin ve karamsar tablo, aynı zamanda barış çabalarına omuz verme davetidir de.

Bu kitabın, Almanca baskısı için de ek olarak bir şeyler söylemek gerekiyor. Kitabın Almancaya çevrilmesinin özel anlamı var elbette ve bu yabancı okura kısaca anlatılmalı. Biz, üzücü deneyimlerimizle çok iyi biliyoruz ki, başta F. Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, batılı ülkelerin büyük bölümü, Kirli Savaş suçunun ortaklarıdırlar. Bu, sadece tarihsel bir sorumluluğa işaret etmiyor. Bugün de, bu savaş makinasının ardında Batı’nın silahı, ekonomik yardımları, politik ve moral desteği bulunuyor. Bu, çok yönlü kritik yandaşlık olmasa, şiddeti alt etmek çok daha kolay olacak. Kürt halkının uzattığı barış elini sadece Türklerin tutması yetmiyor; ikisinin ortak eli umarım ki, F.Almanya’da, Batı Avrupa’da ve Birleşik Devletler’deki pek çok iyi insanın dostluk ve dayanışma eliyle de buluşur. Biz biliyoruz ki, Batı, sadece silah şirketlerinden, holdinglerden, bencil kâr hırsından, emperyalist devletlerden, iki yüzlü politikacılardan, çıkar odaklarına tutsak olmuş duyarsız aydınlardan oluşmuyor.
Sendikacılar, duyarlı sanatçılar, bilimciler, yazarlar, gençler, öğrenciler ve en önemlisi fabrikalarda, iş yerlerinde, mahallelerde ve apartmanlarda sınıf kardeşleri Türk ve Kürt işçileriyle hayatı paylaşan milyonlarca emekçi, sıradan insanlar da var batıda. Çoğu kez ulaşmakta başarısız olduğumuz ve bize şimdiye dek uzak kalmayı yeğlemiş insanlar...

Bu kitap, onlara da, halklarımızın yürek dalından kopup gelen bir çağrı aynı zamanda...



I. Bölüm
Savaş ve Barış Sorununa Yaklaşımlar
Ölen Hep Aynı İnsandı

Erol ANAR

Gazeteci-Yazar, Ressam. İHD Merkez Yürütme Kurulu Üyesi, TİHV Kurucusu, Uluslararası Af Örgütü (Londra) ve Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (New-york) üyesi. 1995

Yunan mitologyasında Tantalos, tanrıların güvenini kötüye kullandığı iddiasıyla cezalandırılan bir kraldır. Tantalos, bir gölün içinde boğazına kadar suya gömülür ve tepesinden bir ağacın meyve dalları sarkar. Susadığında gölün suları çekilir, acıktığında rüzgar meyve dolu dalları uzaklaştırır.

İşte, savaşın ortasındaki bir toplumun durumu, Tantalos’a benzer. Toplum, tıpki Tantalos’un susadığı gibi barışa susar. Barış, yaşama susamak, yaşamın nimetlerinden özgürce yararlanabilecek bir ortama özlem duymaktır. Barış, su gibi vazgeçilmezdir.
Savaşın kendisi, en temel insan hakkı olan yaşam hakkına yönelik insan hakları ihlalidir. Faşizmin yenilgisiyle sonuçlanan İkinci Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra, savaşın yıkıntıları üzerinde insan hakları ve barışın evrenselliği gündeme gelmiştir. Barış hakkı, üçüncü kuşak insan hakları olarak formüle edilen, Dayanışma Hakları çerçevesinde tanımlanmıştır.

Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 11. maddesi, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını öngörüyordu. 1957, 1965, 1970, 1974, 1977, 1978, 1981 ve 1982’de barış hakkının korunması ve geliştirilmesine ilişkin belge ve sözleşmeler düzenlenmiştir. 12 Kasım ...

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues