La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Kürdistan Halkının Diriliş Mücadelesi Diyarbakır Zindanı


Auteur :
Éditeur : Serxwebûn Date & Lieu : 1985, Köln
Préface : Pages : 390
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 130x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Yil. Kur. N°585Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Kürdistan Halkının Diriliş Mücadelesi Diyarbakır Zindanı

Kürdistan Halkının Diriliş Mücadelesi Diyarbakır Zindanı

Hüseyin Yıldırım

Serxwebûn


Sıkıyönetimin ilanıyla birlikte sömürgecilerin Kürdistan’da neler yapmak istediği tahmin ediliyordu. Amaç gelişen mücadeleyi boğmak ve yok etmekti. Bunun için de hazırlıklı ve planlı idi. İlk aşamada mücadeleye önderlik eden parti ve örgütlerin üzerine gidecek, kadro ve militanlarını yok edecek, zindanlarda çürütecekti. Böylece ilk planda mücadeleyi başsız ve önderlikten yoksun bırakacaktı. Bu uygulamalara bağlı olarak geçmiş dönemlerde olduğu gibi halk içinde güvensizliği hakim kılmak için korku ve panik yaratacak, katliamları gündeme getirecek ve ekonomik olarak çökertecekti. Bu konuda ellerinde yeterli tesbitler de vardı.
Sömürgecilere karşı koyacak güç ve aşamada olmadığımıza göre, kadroları muhafaza ve sömürgeci planlarını boşa çıkarmak için yeraltına geçmek gerekirken, adeta sömürgeci planlarına boy hedefi olduk. Bu durum Kürdistanlı tüm parti ve örgütlerin müşterek hata ve eksiği oldu. Parti veya örgütlerin bu konudaki hata ve eksiği tayin edilirken zindanlardaki kadro ve taraftar sayısı ölçü alınmamalıdır. Bizim ülke ve halk içindeki tesbit ...



Hüseyin Yıldırım:

“Ekim 1937 yılında Dersim’de doğdum. 1938 Dersim katliamı sonrası sömürgeci uygulamalar, yaşanan acı olaylar, çocukluk hafızamda silinmeyen derin izler bıraktı. İlkokulu toprak damlı köy okulunda okudum. Orta ve liseyi Dersim ve Elazığ’da bitirdim. İki yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine devam ettim. Daha sonra aynı üniversitenin Hukuk Fakültesini bitirdim. Dersim’de avukatlığa başladım. 1979 sıkıyönetim ve 12 Eylül sonrası cunta döneminde politik tutukluların savunmalarını üstlendim. Diyarbakır PKK toplu davalarındaki savunmalarım nedeniyle 11 Ekim 1981 günü sömürgeciler tarafından idam talebiyle tutuklandım. Diyarbakır zindanında 10 ay sömürgeci zulmünü yaşadım. Ülke içinde ve dışında yoğun olarak gelişen tepki ve protestolar sonucu serbest bırakıldım. Serbest bırakıldıktan sonra tekrar savunma görevime devam ettimse de sömürgeciler imkan tanımadı. Tekrar işkenceye alındım. Sokakta açık polis saldırılarına uğradım. PKK davalarına girmemi yasaklayan kararlar alındı. Çalışma ve yaşama olanağım kalmadığı için 11 Ekim 1982 günü kaçak olarak Suriye’ye geçtim. Halen İsveç’te politikmülteci olarak bulunuyorum.”



YAYINEVİNİN ÖNSÖZÜ

Böyle bir kitaba giriş yaparken, işe herşeyden önce bu kitabı yaratan gerçekle başlamak gerekir. Yani, önce ülke gerçekliğimiz tanımlanmalı. O halde “Kürdistan” nedir. Sadece bir toprak parçası, insanların yaşadığı bir alan mı? Hayır! Kürdistan en kısa tanımıyla insanlığın en çok düşürüldüğü ve fakat bu gün de burada yüceldiği bir savaş alanıdır. Kürdistan bir acılar yumağı, Kürdistan bir kan deryası, Kürdistan tarih ötesine uzanan gericiliğin hortlatıldığı bir mezarlık; Kürdistan çağımızın en güzel çiçeklerinin açtığı bir insanlık bahçesi; Kürdistan bir umut; Kürdistan bir hasret; Kürdistan ırzına geçilmiş bir ana; Kürdistan yeniden yaratılması gereken bir ülke; Kürdistan bir vatandır... Yüzyıllar öncesiyle yüzyıllar sonrasını içinde banndıran bir düğümdür Kürdistan. Elbetteki böyle bir ülkede yaşam, ölüm ve mücadele de çok farklı, çok daha anlam yüklü olmak durumundadır. Bugünkü mücadeleyi anlatabilmek, bu mücadelenin yaratıcı kahramanlarını tanımlayabilmek için ilk iş olarak bu düğümü kavramak, çözmek gerekir.

Diyarbakır efsanesi, böylesine efsaneleşmiş bir ülkenin ürünüdür. Orada tarihimizin iki yönü birden en çıplak biçimiyle görülür. Bir halkın şahsında insanlık tarihinin egemen sınıflara has çürüyen, tükenen yönüyle; insanlığın serpilen gelişen, çiçeklenen yönü yanyana, ama çetin ve acımasız bir mücadele içindedir orada, Diyarbakır’da şahıslar değil, işte bu iki yönün savaşı vardır. Kürdistan halkının yaşam ve çağa ulaşma mücadelesiyle; sömürgecilik ve uşak takımının halk varlığımıza kast eden bir vahşet savaşı.

Diyarbakır direnişini yaratan böyle bir tarihsel ve ülke gerçekliği vardır. O, sadece bir dönemin yaşanan bir gerçekliği değildir. Tam tersine, tüm bir tarihimizin bir odakta yansıtmışıdır. Uygarlığın şafağındaki Demirci Kawa’nın çekici Diyarbakır’da Mazlum, Hayri ve Kemal’lerin ellerinde bilincimizi ve yüreğimizi dövmüş, yüzyıllardır geriye çevrilmeye çalışılan tarihin çarkı onların direnişinde gerçek yönüne kavuşmuştur. Yine Diyarbakır’da Nemrut’lar yaşanmıştır, yakın tarihimizin Raiber’leri yaşanmıştır. İnsanlığın vahşet dönemini bile geride bırakan barbarlık örnekleri ve insan soyuna saygının, bu soydan olma onurunun en güçlü örnekleri sergilenmiştir. Açık ki, Diyarbakır’ı sadece gözle görülen işkenceleriyle anlatmak, onun anlamını vermek için yeterli olmayacaktır. Kaldı ki, bu bile kelimelere sığmayacak denli çetin bir savaş tablosunu çizmeyi gerektirmektedir. Bahsedildiği gibi Diyarbakır zindan direnişi, geçmiş ve gelecek tarihi birbirine bağlayan kandan örülmüş bir köprüdür.

Diyarbakır’da bir halk ve onun adına bir parti direnmiştir. Belki on bin, yüz bin ve milyonluk orduların bir muharebesi değildir ama, bu orduların bile veremeyeceği denli zorlu ve kanlı bir savaş zindan duvarları arasında verilmiş ve zafer bayrağını dalgalandıranlar, burada ellerinde maddi hiçbir silah olmayan halk savaşçıları olmuştur. Eşitsiz bir savaştır. Bir yandan çağımızın en gerici güçlerini arkasına almış ve her türlü maddi desteğe sahip, ve üstelik günün hakim gücü olan bir sömürgecilik; diğer yandan ise yüreği yeni atmaya, sesi yeni yükselmeye başlayan yoksul, destekten yoksun zayıf bir halkın temsilcileri ve hem de ölüm hücrelerinde birbirinden tecrit edilmiş durumda olarak. Görünürdeki durum budur. Peki ama sonuç. Sonuç: diz çöktürmek için elde tutulan işkence sopası, sopayı tutan el düşmüş, apoletli omuzlar çökmüş ve bu çöken omuzların sahiplerinden, bir yaşamanın kudurgan çığlıkları yükselmiştir. O sahipsiz, yoksul ve zayıf denilen halk ise, temsilcilerinin şahsında gerçek gücü kanıtlamış, yüzyıllardır bastırılan haykırışı ile dünya halklarına uyanışını müjdelemiştir.

Evet, Diyarbakır direnişinin kanıtladığı gerçek, bir halk yeniden doğarken, çürümüş bir sömürgeciliğin de artık son nefeslerini almasıdır.

Diyarbakır zindanında yaşanan vahşet ve karşısında yükselen direnişler tüm dünya tarafından yetersizde olsa izlendi. Bu vahşeti en sınırlı biçimde duyanlar dahi şaşkınlıklarını gizleyemediler. Birçoğu anlatmakta ifade zorluğu çekmekteydi. Bu şaşkınlık özellikle Avrupa ilerici-demokratik çevre ve kişileri söz konusu olduğunda çok daha belirgin ve fazla idi. Bir deri bir kemik haline gelmiş olan savaş esirlerinin nasıl olup da hâlâ direnme gücü buldukları, yaşayabildiklerini sormaktaydılar. Ama gördükleri böyle bir gerçek karşısında irileşmiş gözlerle şaşkınlıklarını gizleyememeleri onlar açısından fazla yadırgayıcı değildir. İnsan soyuna kasteden bir zulmü bu kadar çıplak ve derinden tanımamış olanlar için böyle bir direnişi değil yaşamak, hayal etmek bile olası değildir. Oysa Kürdistan, bu zulüm cenderesinden kurtulabilmek için, en az dayanılan zulmün ölçüsü kadar bir direnişi yaratmak, ona sarılmak zorundadır.

Kürdistan halkı TC sömürgeciliği altında 64 yıldır açık bir zulüm cenderesi içinde yaşamaktadır. TC'nin temellerinde Kürdistan halkının kanı, acı çığlıkları vardır. O, halkların katliamı, işkence ve zulüm üzerine kurulmuş bir güçtür. 64 yıl öncesine uzanıp bakıldığında bu gerçek bütün çıplaklığıyla görülür.

İşgale karşı mücadele yıllarında kemalist burjuvazi, kendilerine miras kalan Kürdistan'ı; son ganimet olarak elde tutma çabalarını en sinsi entrikalarla sürdürdü. Bu yıllarda Kürdistan’ın da aynı güçler tarafından işgal altında bulundurulmasını Kürdistan’ı yedeğine almanın bir malzemesi haline getirerek işgale karşı mücadelenin örgütlendirilmesini de buradan sağladı. Kürt feodallerini ve şeyhlerini, Osmanlı imparatorluğu döneminde kendilerine tanınmış olan otonomilerine saygılı olduğu görüntüsüyle yanına aldı ve yeni vaatlerle bu alanda bağımsız bir gelişmenin önünü de böylece daha ilk günden tıkamanın çabaları içine girdi. Ama, TC daha ilk kurulur kurulmaz ilk hedefi, daha önce çeşitli vaatlerle yanına aldığı bu güçlerin yerel otonomilerini ezmek ve tek bir merkezi otoriteyi dayatmak oldu. Kendi dar aşiret ve yerel çıkarlarının ötesini göremeyecek kadar kör olan feodaller, verilen vaatlerin yerine getirilmesi bir yana, var olanların ellerinden kopuk, yerel düzeyde kalan, örgütsüz ve dar amaçlar içinde sınırlı olan bu hareketler yeni kurulan genç bir cumhuriyet karşısında başarı şansına sahip değildi. Üstelik dar aşiret ve feodal çıkarları içinde öylesi kör bir konumdaydılar ki, gerçek düşman karşılarında dururken eski hesaplaşmaların peşinde birbirine girmekten de çekinmemekteydiler. Örgütlü bir birliğe en çok ihtiyaç duyulan böyle bir zamanda eski çelişkiler onlar için belki de çok daha önem teşkil etmekteydi. Nitekim, Seyit Rıza’nın birlik önerisi karşısında Kırgan Aşiretinin asla birlikte hareket etmeyeceğini söyleyen sözleri buna bir örnek teşkil etmektedir.

Oysa halkın isyana kalkış nedenleri ve umutları çok farklıydı. Halk her şeyden önce kendilerine dayatılan sürgünleri kabul etmiyor, kendi diline, kültürüne sahip çıkıyor, çok geri bir bilinçle de olsa köleliğe boyun eğmemenin soylu örneklerini sergiliyordu. Hangi aşiret içinde olursa olsun halk buna karşı direndi. TC ordulannın geçişine izin vermemek için kadın, çocuk, yaşlı demeden kendi vücudunu siper etti. 1920-40’lar arasında Kürdistan böyle bir ikili yönü yaşadı. Bir yanda örgütsüz bir halkın kendi öz varlığına sahip çıkma bilinciyle hareket edişi, diğer yanda egemen sınıflarının kendi dar çıkarları içinde mücadeleyi boğmaları olayı, feodallerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanmasını çok iyi bilen TC, aynı aşiret içerisinde bile çelişkileri derinleştirerek ve uşaklaştırdığı kişiler ve aşiretler eliyle direniş önderlerine suikastlar düzenleterek, zaten örgütsüz, güçlü bir hazırlık ve plandan yoksun olan isyanları en kanlı biçimde bastırdı. Bu yılların tablosu çizilirken TC’nin sergilediği vahşetin ötesinde birde yaşanan bu ihanet örnekleri tarihimizin en kara sayfalarını oluşturmaktadır. Kendilerine vaadedilen bir çıkar ve hatta basit bir “ödül” karşılığında en yakınının kafasını valiliğe eliyle teslim edenlerden, sömürgeci orduların önüne düşerek isyancıların alanlarını gösterenlere kadar kendi halkının katliamına ortak olan ve sonuçta da uşaklık ettiği bu güçlerin kurşunları ve darağaçlarında ölenlerin sayısı hiç de az değildir. Bu Kürdistan tarihinin bugün de yeniden hortlatılmaya çalışılan kirli ihanet yönünü oluşturmaktadır. Ama öte yandan halk vardır. Kadını, erkeği ile, ellerindeki taş, sopa vs. ile direnen, hiçbir şey bulamadıklannda ise boynuna bir kölelik halkası geçirileceğine kendilerini yüksek kayalıklardan atan, idam sehpalannda ve kurşuna dizildikleri duvar diplerinde Kürdistan’ın özgürlük ve bağımsızlığı için haykıran bir halk.

Sömürgeciler, Kürdistan üzerinde hakimiyetlerini kurmak için bu yıllarda hiçbir vahşet uygulamasından çekinmediler. Kadınlarımız en alçakça uygulamalara maruz kaldı, süngülenen karınlarından çıkarılan ceninler dahi kurşunlandı, dereler insan cesetleri ve iniltileriyle dolduruldu, hızar makinalarında bedenler doğrandı, onbinlerce kadın, çocuk ve yaşlı Kürt insanı katliam sonrası sürgüne gönderildi. Köyler talan edildi, evler yakıldı, yıkıldı ve geriye inleyen feryad eden bir ülke, bir toprak bırakıldı. Ama, intikam diye bağıran bir toprak...

İsyanların böyle bir vahşetle bastırılması sonrasında, TC’nin ayaklarına kapananlar yine egemen sınıflar oldular. Onun her türlü politikasının dayanakları haline geldiler. TC, vahşetle susturduğu bu ülkeye bu kez de tam bir inkar politikasını dayattı. Derelerdeki insan cesetleri halkın belleğinde daima bir korkunun kaynağı olarak canlı tutulmaya çalışıldı. “Türk devletine karşı savaşılmaz” düşüncesi gün gün işlendi. Açılan okullar, kültür kurumları ve hiçbir zaman eksilmeyen jandarma dipçiği altında halkımızın özü kurutulmaya, kendisini inkara çalışıldı. Ana kucağından alınan çocuklar okullarda Kemalizm zehiri ile kendi halkına düşman edildi. Medeniyet adı altında ulusal değerler hor görülüp, inkar edildi. Halkın varı yoğu sürekli talana tabi tutuldu. Karanlık bir kuyuya itildi adeta halk. Ağıtlarını bile yakamaz, türkülerini haykıramaz, kendi adını söyleyemez oldu. Suskun bir toplum, gün gün tüketilen bir halk gerçeği yaşandı. Ama öte yandan toprağın derinden sızlaması hiçbir zaman susturulamadı. O acı, o kin içten içe daima yaşandı.

TC, tam vahşet içinde kurulmuştur. O daha sonraki yıllarda vahşetin ötesinde değerlendirilemez. Kürdistan’da sömürgeci egemenlik altında geçen her an başlı başına bir işkence ve katliamdır. Türk sömürgeciliği eşine rastlanmayan bir barbarlık örneğidir. O sadece bir halkın maddi değerlerine kastetmek, emeğini talan etmekle sınırlı değildir. Özüne, kanına tebelleş olmuş bir vampir gibidir. Bugüne kadar varlığını halkımızın kanını emerek sürdürmüştür. Damarlarındaki kanı çekilen bir insan nasıl ki yaşayamazsa; özüne saldırılan, inkar edilen halkımız da bu vahşi sömürgecilik altında güçten düşürülmüş, halkların bağımsızlıklarına ulaştıkları bir çağda benim diyebilme gücünü bile kendisinde bulamaz hale getirilmiştir.

TC kurumlarında yetiştirilen uşak takımı, sözde aydınlar ise, bu bakımdan TC’nin en çok kullandığı malzeme olmuşlardır. Onlar, en yakın tarihi dahi hatırlamak bile istemeyerek ve halka inkar politikasını bizzat kendi kişiliklerinde götürerek sömürgeciliğin ajanlığını yapmışlardır. En ileri çıkışı yapanlar ise “doğuya yol, su” demekten öteye geçememiş, dünyanın gözleri önünde bir halk ve hem de kendi halkları kanı emilerek bir ceset haline getirilirken herkesten önce cenaze namazına durmuşlardır. Kendi uşak yaşamlarını buna bağlamışlardır.

PKK ortaya çıktığında Kürdistan’da yaşanan durum budur. Bir yanda artık her şeye hakim olduğunu zanneden bir sömürgecilik ve hain Kürt feodal-kompradorları; bir yanda sözde aydın ve sosyalist geçinen “cenaze” tüccarları; ama öte yanda da yüzyıllardır kurtuluşu bekleyen, her türlü zulme rağmen bu umudu karartılamayan bir halk vardır.
İşte PKK, bu üzeri örtülmeye çalışılan umudun aydınlığa çıkması, o sesin haykırışıdır. Mezara bile konulsa bir halkın ölmemek için çırpınışıdır.

Bu nedenledir ki, Kürdistan adına ilk eylem, ilk söz sömürgecilik ve her soydan uşakları için başlangıçta inandırıcı gelmemiştir. Mezara konulan ve üzeri betonlanan bir halkın yeniden canlanma gücünü kendisinde bulamayacağı düşünülmüş ve mezardan duyulan yürek atışlarının bir gerçek olamayacağına inanılmak istenmiştir. Bu bakımdan küçük-burjuvaların tutumu ilginçtir. Onlar sömürgecilerden daha da gayretle “böyle birşey olamaz” diye bağırarak, halka geçmiş katliamları hatırlatıp bağımsız bir Kürdistan için hareket edişin ancak ve ancak yeni katliamlar getireceğini söylemişlerdir. Bu uşak takımı efendilerinden bile daha hararetle devrimcilere saldırmış, TC’ye vurulan her darbeyi kendilerine indirilen bir darbe olarak kabul etmişlerdir.

Ama, kalp atışlarını bir kez duyan halkın ayağa kalkması başta bir emekleme biçiminde de olsa artık önlenemezdi. Ve, 1970’ler sonrası gelişmeler bu yönde işlemiştir. İlk sesin susturulma çabası olan Haki Karer’in katledilmesinden başlayarak bir çok şehit toprağa düşmüştür. En alçakçasına saldırılara maruz kalınmıştır. Atan nabzı, yavaştan başlayan kan dolaşımını durdurabilmek için damara yeniden zehir zerkedilmek istenmiştir. İşte yaratılan o ajan örgütler bunun bir çabasıdır. Sterka Sor’dan Tekoşîn’e ve bugün de “Genç Kemalistler”e kadar uzanan bu çabanın canlanan bir varlığı yeniden mezara sokma gibi bir anlamı vardır ve bugün bu çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Kürdistan 1970’ler sonrası tarihinin en belirleyici savaşını yaşamıştır. Bu, bir diriliş savaşıdır, var olma hakkının savunulmasıdır. Bünyedeki her türlü yabancı öğeye, vahşi bir sömürgeciliğe karşı yaşam mücadelesidir.
Cezaevlerinin üzerinde yükseldiği temel de budur. Kurbanının kendini boğmaya hazırlandığını gören Türk buıjuvazisi 1980’de artık bir can telaşı içindedir. Tüm suçlarını karşısına diken, tarihsel bir hesaplaşmaya hazırlanan bir halk vardır karşısında. Nabzı henüz zayıf da atsa gösterilen kararlılık o korkuyu duyması için yeterlidir. Bu nedenledir ki korkunç bir histeriye kapılmış, ve telaş içinde en son kozu olan ordusuna sarılmıştır.

Bu canlanmanın öncüsü olan PKK'yi kesin imha kararıyla harekete geçmiştir. Ona yön veren şey kesinlikle budur. Yürek atışlarını durdurduğunda tüm vücudu da hareketsiz kılacağını düşünerek öncüye saldırmış, ve elinde esir tuttuğu bir avuç insana insan aklının alamayacağı bir vahşeti dayatarak bunu gerçekleştirmek istemiştir. Yine orada, damara zerkedeceği yeni zehirler hazırlamıştır. Geçmişte nasıl ki Raiber’ler eliyle hiç de küçümsenmeyecek sonuçlar almışsa, bu kez de Şahin-Yıldırım’lar eliyle bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ve hem de daha açık bir kimlikle, Kemalizme ve Türklüğe övgüler dizdirerek.

Diyarbakır zindanının vahşetini dille ifade etmeye olanak yoktur. Orada tüm tarihimizin adeta bir sentezi yaşanmıştır. Bir halka kasteden vahşi bir sömürgecilikle, var olmak için mücadele eden bir halk vardır orada. Diyarbakır’da yaşanan, ihanet ve direnişin en net biçimde ayrılışıdır. Yaşayan, gelişen yönle, çürüyen tortu yanın en kesin hatlarla belirlenmesidir. Mazlum. Kemal ve Hayri'ler kendi savunma ve direnişlerinde ortaya koyduklarıyla bize anlatacak hiçbir şey bırakmamışlardır. Bir halkın nasıl canlanacağını, en vahşi işkence ve katliamların dahi haklı bir sesi susturamayacağını, çağımızın gelişen gücünün proletarya ve savaşan halklar olduğunu Onlar kendi inanç ve kararlılıklarıyla, bir deri bir kemik haline gelmiş olan vücutlarına rağmen düşmana diz çöktürterek öğretmişlerdir. Doğru bir önderliğin ve inancın hiçbirzaman yenilemeyeceğini kendi direnişlerinde kanıtlamışlardır.

Diyarbakır zindanları, reformist küçük-burjuva teslimiyetçiliğinin nasıl bir ihanet olduğunu da ortaya koymuştur. Bir halka, onun en kutsal yaşam hakkına sahip çıkıp çıkmamanın hiçbir kaçamağa yer vermeyen zemini olan zindanlar herkesin maskesini düşürmüş, halkın dostlarıyla halk düşmanlarını en kesin biçimde ayırmıştır. Zindanlarda ve dışarıda yaşananlar birbirinden ayrı değildir. Bu ihanet takımının en fazla olanaklara sahip oldukları, en azından düşmana darbe vurma özgürlüğüne sahip oldukları zeminlerdeki pratiklerine ve düşüncelerine bakıldığında bu açıkça görülecektir.

Biz burada, küçük-burjuva reformizminin hain yüzünü ve bizzat düşmanın örgütlediği ihanet takımına Semir alçağı örneğinde olduğu gibi nasıl sahip çıkıp halk düşmanlığı yaptıklarına değinme gereğini duymuyoruz. Ama tarihsel bir gerçektir ki, kendilerine hangi sıfatı takarsa taksınlar bunlar, tarihin o karanlık sayfalarına sığınan, aydınlık gelecekten korkan birer yarasa gibidirler. Bu bizim bir iddiamız değildir. Cezaevleri pratiği, dışarıdaki konumları, hergünkü uşakça yaranma çabaları ve saldırıları söylemektedir bunu. Cezaevlerinde PKK'nin önder ve militanları erimiş bedenlerini halka siper ederken, onların düşmana boyun eğişleri ve hatta direnişin kırılması, ihanetin gelişmesi için gösterdikleri gayretkeşlikler başka nasıl izah edilebilirki? Dışarıda, PKK yüzyılların hesabını sorma kararlılığı ve kurtuluş bilinciyle halkı silahlandırırken, onların hainlere kucak açıp, PKK’ye karşı haçlı seferlerine girişmelerinin başka nasıl izahı olabilirki? Halk direniş ve mücadele beklerken, emperyalizmin metropollerinde direnişe saldırmalarına başka nasıl anlam verilebilirki...?

Evet, bunlar bilinen ve halkımızı öfkeyle, kinle dolduran gerçekler. Halka ihanetin en soysuz örnekleri. Direnişe küfrederek, halkın yığılı cesetlerine, şehit kanlarına basarak yaşamaya çalışan insanlık ve halk düşmanlığının örnekleri... Bunun hesabını halkımız soracak ve en az sömürgecilerden sorulan hesap kadar ağır olacaktır.

Diyarbakır zindanları acıları ve direnişleriyle halkımıza yön veren, yüreğinin nasıl atması gerektiğini öğreten bir pusuladır. Diyarbakır’ı biz anlatmayacağız, anlatamayız da. Bize düşen, Diyarbakır zindan direnişlerinin bize anlattıklarını derinden kavramak ve gereklerini mutlaka yerine getirmektir. “Parça parça da olsak ideolojimizden vazgeçmeyeceğiz” diyen, ölürken mezarına borçlu yazılmasını isteyen bir Hayri’yi, savunma ve direnişleriyle tarihe malolmuş bir Mazlum’u, komünist enternasyonalizmin ve halk kahramanlığının yüce örneklerini sergileyen, “verilecek her türlü ceza siyasi olduğunu bildiğimden benim için şeref olacaktır” diye haykıran Kemal’i, Ferhat'ları, Akif leri ve daha nicelerini bizler nasıl anlatabiliriz?! Hayır, buna gücümüz yetmez. Biz ancak onları anlayarak, layık olma mücadelesi verebiliriz. Böyle önderler yetiştirmiş bir Parti ve bu Parti etrafında tüm bir halk olarak o direnişe sahip çıkıp, dökülen her şehit kanının intikamını sorabiliriz. Bir halk olarak omuzlarımıza yüklenmiş tarihsel bir borcu ödeyebiliriz. Yani biz ancak Diyarbakır zindanlarının emrine itaat edebiliriz. Onları anlamış olmamızın tek kanıtı da ancak ve ancak sömürgecilik yükünün atılması, bağımsız ve özgür bir Kürdistan’ın yaratılması olacaktır.

Diyarbakır zindan direnişlerini kaleme alan bu kitabın da, bu direnişleri bütün yönleriyle anlatma gibi bir iddiası yoktur. Kitap, yaşanan gerçekleri ancak bazı yönleriyle aktarabilmiştir. Ölüm hücrelerinin her günü, orada sergilenen vahşet ve inanç tablolarını, çekilen acı ve tükenmeyen umudu, bir sistemin acizlik ve çöküşünün sergilenişini bütün yönleriyle anlatabilmek için bu anları yaşamak gerekir. Bu kitapta bazı yönleriyle yaşanılarak anlatılmış da olsa, okuyucu görecektir ki, daha çok bir gözlem düzeyi ile sınırlı kalmıştır. Fakat bu gözlemleri olduğu gibi aktarma anlamında belgesel ve tarihsel bir değere sahiptir. Kitap bir edebi roman gibi de anlaşılmamalıdır. Zaten bu biçimde yaklaşıldığında bir edebi eser olmadığını hemen anlamak da zor olmayacaktır.

Serxwebûn
Şubat 1985



Yazarın Önsözü

Kürdistan halkı cunta döneminde sınırsız bir zulüm yaşadı. İşkence, katliam ve talanın yoğunlaştığı bir dönemde Kürdistan halkının yeniden doğuşunu müjdeleyen güçlü savunmalar, eşsiz direnişler sergilendi. Kürdistan halkı adına onurun en yücesi ile acıların en büyüğü içiçe yaşandı. Önderler doğdu; Önderler öldürüldü. Sömürgecilere unutamayacaktan dersler verildi.

Onlar öldüler, geride zulme karşı insanlığın haykıran gür sesini, Kürdistan halkına en zor koşullara göğüs germenin, karanlığı yırtmanın, yeniden varolmanın zengin mirasını bıraktılar.

Gerek sömürgeci mahkemelerde, gerekse zindanlarda yaşanan olayların yakın bir tanığı olarak gördüklerimi, duyduklarımı bu kitapta anlatmaya çalıştım. Gerek sömürgeciler tarafından alınan önlemler, gerekse yoğun ve sistematik işkenceler sonucu insan hafızasının zayıflaması, baygın olduğu anlar dikkate alınırsa bir insanın olayların bütününü bilmesine, duymasına olanak olmadığı açıktır. İtiraf edeyim ki bizzat başımdan geçen olayları bütünüyle hatırlamam mümkün olmadı. Bu itibarla kitapta anlatılanlar yaşanan olayların belli, ancak önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Kitabın muhteva ve içerik itibariyle cunta döneminden bu yana Kürdistan’da yaşanan olayların bir bütün olarak bilinmesine yardımcı olacağına inanıyorum.

Saygılarımla
Avukat Hüseyin Yıldırım
Eylül 1984, Stockholm



PKK Toplu Tutuklamaları ve Sömürgeci Zulmü

Sıkıyönetimin ilanıyla birlikte sömürgecilerin Kürdistan’da neler yapmak istediği tahmin ediliyordu. Amaç gelişen mücadeleyi boğmak ve yok etmekti. Bunun için de hazırlıklı ve planlı idi. İlk aşamada mücadeleye önderlik eden parti ve örgütlerin üzerine gidecek, kadro ve militanlarını yok edecek, zindanlarda çürütecekti. Böylece ilk planda mücadeleyi başsız ve önderlikten yoksun bırakacaktı. Bu uygulamalara bağlı olarak geçmiş dönemlerde olduğu gibi halk içinde güvensizliği hakim kılmak için korku ve panik yaratacak, katliamları gündeme getirecek ve ekonomik olarak çökertecekti. Bu konuda ellerinde yeterli tesbitler de vardı. Sömürgecilere karşı koyacak güç ve aşamada olmadığımıza göre, kadroları muhafaza ve sömürgeci planlarını boşa çıkarmak için yeraltına geçmek gerekirken, adeta sömürgeci planlarına boy hedefi olduk. Bu durum Kürdistanlı tüm parti ve örgütlerin müşterek hata ve eksiği oldu. Parti veya örgütlerin bu konudaki hata ve eksiği tayin edilirken zindanlardaki kadro ve taraftar sayısı ölçü alınmamalıdır. Bizim ülke ve halk içindeki tesbit ve izlenimlerimize göre zindanlardaki kadro ve taraftar sayısı parti veya örgütlerin güç ve halk desteğinin bir oranıdır. Bu konuda hata ve eksiklikler tayin edilirken parti ve örgütlerin zindanlardaki kadro ve taraftarlari ile dişarıdanki oran esan alınmalıdır.

.....

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues