La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Abdullah Ocalan, Amara'dan Imralı'ya


Auteur :
Éditeur : Alfa Date & Lieu : 2014, İstanbul
Préface : Pages : 584
Traduction : ISBN : 978-605-106-956-2 1-2
Langue : TurcFormat : 135x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Yuc. Abd. N°2088Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Abdullah Ocalan, Amara'dan Imralı'ya

Abdullah Ocalan, Amara'dan Imralı'ya

Müslüm Yücel

Alfa


Bu kitap varolanı bilme merakı için yazıldı.
Abdullah Ocalan kimine göre lider kimine göre teröristbaşı. Ona inananlar için lider, partililer için başkan, sevmeyenler için can alan, vatan haini, dostları için arkadaş, kardeşleri için ağabey, annesi ve babası içinse oğul.
Herkesin kendi bakış açısından gerçekliklerinin sağlaması Abdullah Ocalan. Tarihe ismini yazdırmış iyi ya da kötü tüm insanların yazgısını taşıyor o da.

Bu kitap onun satır aralarını takip edebilmek için yazıldı. Yaptıklarının dipnotlarını görebilmek, onun yaşayışını anlamak, fikirlerinin kaynağına inebilmek için okurlara sunuluyor.
Dindar ve dürüst babası, ayakları yere sağlam basan dirayetli annesi, kardeşleri, ailesi, dostları, Abdullah Ocalan'ın yaşamdaki süreçleri, beş vakit namaz kılan bir gençten sosyalist bir devrimciye evrilişi, Denizlerin Mahirlerin yolunda giderken yaşadıkları, yeni bir örgüt kurma sancıları, zaafları, merakları, prensipleri ve varolma serüveni onu seven ya da sevmeyenler değil merak edenler için kaleme alındı.

Araştırmacı, şair, yazar Müslüm Yücel, hakkında yazılmış tüm kaynakları tarayarak, Öcalan'ın eserlerini okuyarak, etrafındaki insanlarla ya bizzat görüşüp ya da bilgi alışverişi sağlayarak, olabildiğince objektif ve yorumsuz, varolanı ortaya koymak için kaleme aldı bu kitabı.
Karar artık sizde, onu tanımak istiyor musunuz yoksa sevme ve sevmeme noktasında sabit misiniz...



Müslüm Yücel, 1969’da UrtYda doğdu. İstanbul’da yaşıyor. Bugüne kadar yayımlanmış kitapları şunlardır: Kalbimizin Kuyusunda Kardeştir Yaralarımız (şiir, 1994), İpek Yolu (şiir, 1996), Tekzip/Kiirt Basın Târihi (İnceleme, 1998), Sin Mabedi ve Sabiilik (Yazı dizisi, 2000), Ahuzin (şiir, 2001), Su Masalı (Masal, 2001), Ölü Evi (şiir, 2004), Kına ve Ayna (İnceleme, 2004), Edebiyatta Ölüm ır İntihar (İnceleme, 2004), Evlilik İttifakı/Berdcl ( 2006), Türk Sinemasında Kürtler (İnceleme (2006), Osmanlı Türk Romanında Kürt imgesi (İnceleme, 2010).

 


Aliye Akıl, Suna îzol ve Gurbetelli Ersöz’ün anısına...

BAŞLARKEN

Kitap için notlar

I. Biyografi:

Biyografi bir insandan yola çıkar ve bu çıkış doğumla başlar, ölümüne kadar devam eder. Biyografiler genelde iki türdür; ilkinde kişinin hayatı incelemeye tabî tutulur, İkincisinde ise kişinin hayatı “roman" biçiminde kurgulanır.
Türkiye’de biyografi çok azdır. Kürtlerde ise biyografiler daha çok edebiyat üzerinden gelişmişlerdir. Ancak tarih o kadar çok edebiyata müdahale eder ki, metin bir süre sonra bir tarih kitabına döner; çünkü yazar biyografiden uzak düşer ve tarih yazmayı kendine yediremediğinden, biraz da okur kaygısından, biyografiye konu olan kişinin duygusal anlarını romanın malzemesi haline getirir. Sonuçta yazdığı ne tarih olur, ne de edebiyat; felsefe tarihinin ne felsefe ne de tarih olmaması gibi bir şeydir bu; biri diğerine yardım ve yataklık etmiştir sadece, biri diğerini tanımaz.
Edebiyat bir ahlak meselesidir ve bu ahlak tek kelimeyle bilgiye dayanır. Flaubert’in Madam Bovary si, Tolstoy’un Anna Karenina sı birer karakterdir, ama aynı zamanda bu kişilerin hayatı birer biyografidir.

Yazılan kişi hakkında bilgi sahibi olmak, biyografinin temel özelliğidir. Kahraman (Bovary, Anna) her an sokakta karşılaşabileceğimiz kimselerdir, ama gerçek bir varlığın taklidi değillerdir, onların karşısında tarih çözümlenir, ama tarih de değildirler, onlar söylenmesi gerekenleri, kendileri söyler. Tolstoy çoğu zaman kendi fikirleri ile (zaman zaman aslında o benim dediği) Anna’nın davranışları arasında kalır ve sonunda ona “boyun eğer. ” Eğer boyun eğmezse Anna tarih olacaktır.
Bir tarihçi olayı anlatır. Bir adım daha ileri gidersem karşımda Dostoyevski’nin Raskolnikof’unu bulurum. Evet, bir tarihçi Goethe’nin Faust’unun gülüşünden sarkmış adamı anlatabilir, ama onun varoluşuna inemez.

Edebiyat, işte bu varlığın peşine düşer. Öte yandan tarihle edebiyat yapıldığında kahramanlar yapaylaşır; yazar, onları yazan kişi olmaktan çıkar ve onları /onu kurgularken maskeler takar. Risk edebiyat adına şudur; tarihten alınan kahraman, temennilerimizi dile getirir; tarih! Yer ve zaman göstererek bizi kana (kan bağına) bağlar. Kan ruhtur; çekildiği zaman insan biter. Eser de yoktur zaten.

Bazen sipariş üzerine biyografiler yazılabilir. Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı ilk aklıma gelendir. Kitap, TÜBİTAK’ın geliştirdiği bir proje dahilinde hayata geçirilmiştir. Amaç, “toplumun bilimsel düzeyini yükseltmek” olarak özetlenmiştir. Benzer bir çalışma Erdal İnönü, Cavit Enginsoy için de düşünülmüş, sonradan vazgeçilmiştir.
Resimde nasıl sipariş ressamın yaratıcılığını öldürürse, edebiyatta da (roman ve şiirde de) sipariş yaratılıcığı öldürür.

II. Zorluklar:
Bu kitap Abdullah Ocalan’ın ilk biyografisidir. Ocalan’ın bir biyografisini yazmak zordur. Yüzyıl sonra belki daha iyi yazılabilir, ama bugün bu imkânsızdır. Örneğin çocukluğu, gençliği ve üniversite hayatına kadar bir sorun yoktur; Urfa’dan çıkıp Suriye’ye geçtikten sonra kişi yerini öndere bırakmıştır ve bundan sonra Öcalan’ın özel dünyası bile politikanın alanıdır. Bu bir dava için büyük bir değerdir, ama bir biyografi yazımı için zor bir geçittir. Beride Kürt meselesi; toprak, ihanet, hava, kan, su ve ateş kokar. Zemin budur. Yazı ise sırra/sırlara dayanır, ama Öcalan’la ilgili sırları bilmek, anlatmak bile suçla eşdeğerdir. Bir dönem Sayın Öcalan demek bile suçtu. Öcalan’ın politik bir lider olarak çıkışı Kürtleri bir araya getirip yeniden örgütlemek üzerinedir; bu da insanlığın geleceği ile geçmişi arasında bağı yakalayabilmektir. Buna adanmış bir ömür vardır karşısında. Zor bir sanattır politika; klasik bir deyimle “iyi günde herkes seni alkışlar, kötü gün gelip çatınca herkes dağılır.” Öcalan alkış sırasında sessizdir, ama kendi içinde nehir gibi sürüklenir; dağılma sırasında Heinrich Heine’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi “acılarından şarkılar yapar” mırıldanır. Kendi dünyasını halkın dünyasıyla değişmek demektir bu.

ikinci sırada yer alan zorluk dil sorunudur.
Her yönetim biçimi kendine ait bir dili / yazı dilini oluşturur. Marx’ın yazı dili Roland Barthes’in deyimiyle açıklayıcı olduğu kadar yenilginin dili üzerine kurulmuştur. Sovyet pratiğiyle de (Stalin dönemi) bu dil iyi ve kötü’ye odaklanmıştır; iyi ve kötü dili kapsar. İnsanın doğasını ise her zaman iyi ve kötü açıklayamaz. Baudelaire’in bir uyarısı vardır burada: Abartılı gerçeklik.
Kitabı yazarken en çok işte bu politika ve ablak konusunda zorlandım. Örneğin bir kişi politikanın mantığına göre başlangıçta "iyi, ’’ ama daha sonra "kötü" olabiliyordu; bunlar politikanın iyi ve kötüleri, ama tarih içinden baktığım zaman, tarihin yapılmasına da bir dönem malzeme olmuşlardır.

Bu yüzden kişileri bugünün akıl ve bilgisiyle değil, yaşadıkları zaman diliminin özneleri olarak almaya çalıştım; kronoloji bunu gerektirdi. Örneğin Öcalan’ın eşi Kesire’yle ilgili 1986 yılına kadar olumsuz bir tek cümle yoktur, ama 88’den sonra eleştiriler başlar ve nihayet 90’lı yılların sonunda yazılan kitaplarda altı olumsuzluklarla çizilir.
PKK’nin kendine özgü bir dili vardır çünkü. Bu dil açıklama üzerinedir; mazlumluk, ordaydı buraya getirdik gibi ifadeler sürekli yenilgi ve zafer duygusu içinde, ama her zaman bir coşkuyla dile getirilir. PKK’ye karşı ya da PKK dışında kalan çevrelerinin de bir yazı dili vardır ve bu dil sürekli ham bir abartıya kaçar, bilgi olmadığı zaman dil yerini alaya bırakır. PKK’den kopmuş ya da orada bulunup bir yere gelmek isteyen kimselerin dili ise iki amaç güder: Eleştiri ve ihbar. Tarih, nasıl ki kansa; eleştiri ve ihbar da murdar etmekten başka bir şey değildir.

Kendi adıma biyografiyi yazarken yansız görünmeye/olmaya çalıştım. Gerçeklik yan tutar bu yüzden arada denemelere yer verdim. Yer yer düzensizlik ve kaşıdı biçim kaymaları da oldu, olacaktı, ama her düzensizlik, lastik izi gibi bir iz bıraksın istedim, tam da bu nedenle kimi yerleri kendi haline bıraktım.
Üçüncü zorluk kaynaktır. Öcalan’la ilgili dışarıdan bakıldığında çok malzeme vardır. Ancak içine girildiği an bu malzeme biter. Malzeme için kapılar da zaten kapalıdır. Nüfus müdürlükleri kimlik bilgilerini veremez, okuldaki durumu, notları bile sümen altındadır.

PKK ise kaynak konusunda cimridir. Hele bir Kürt için kaynak konusunda kapı çalmak çileye döner. Yabancı yazar ve akademisyenler için böyle bir durum söz konusu değildir, onlar gider ve PKK’nin bütün arşivleri açılır. Araya bazen aracılar konur. Yazışma başlar. Sonrası sessizlik. Yanıt vermelerini beklersin. Yanıt, bir lütfa döner. Bilgi bir yere kadar, isteyen konuşur istemeyen konuşmaz, ama belge (video, film, fotoğraf vs) bir tekele dönüşmemelidir. Özellikle Ortadoğu’nun en önemli meselesi olan Kürt meselesi okura, yazara, araştırmacıya açık olmalıdır. Kürtlerin bu anlamda geniş kütüphane ve müzeler kurmaları gerekir. Örneğin böylesi bir çalışma herkes için rahat çalışma koşulları yaratır. Öcalanın fotoğrafları bile hâlâ derlenip toparlanmamış, bir foto tarih kitabı bile yapılmamıştır. Öcalan’la yapılan söyleşiler yazı anlamında var, ama görsel ve işitsel olarak herkesin yararlanabileceği bir merkezde toplanmamıştır. Sanırım bu yüzden Urfa, Diyarbakır ve İstanbul’da bir Öcalan Enstitüsü / Öcalan Vakfına ihtiyaç vardır. Böylece lehte ya da aleyhte çalışma yapmak isteyen kimseler birincil kaynaklarla yola çıkabilirler.

Kendi adıma açtığım her kuyunun suyunu kendim çektim; belki eksik olur, ama bu kırk kuyudan su beklemeye yeğdi.
Diğer bir zorluk, kaynak sıkıntısına benzerdir; kişileri Öcalan’ı tanıyan pek çok kişiyle görüştüm. Bunlardan kimi ellerinde ne varsa sundular, kimi konuştu, bunları yazacağım dediğim zaman, sakın beni karıştırma dedi; kimi söylediklerimi yazdıktan sonra bana yolla dedi, bir bakayım, eğer beğenirsem bas dedi (bunları dinlemedim). Bunun yanında Öcalanı hiç tanımamış, ama tesadüfen onunla Ankara’da karşılaşmış kimseler vardı, bir sürü şey anlatıyorlardı, anlattıklarının üçte ikisi yalandı, tek farkları bir tarihe denk gelmeleriydi.

III. Yöntem:
Biyografide pek çok yöntem izlenmiştir; bu da yazdığım kişinin özellikleri / konunun zorluklarından kaynaklanan bir durumdu; tarih, edebiyat ve gazetecilik birlikte yürümüştür.
Pek çok söyleşi yaptım; burada kullandığım dil bir gazeteci dilidir; kimi yerlerde olay vardır, ama olayı anlatan kişi yoktur, adı geçmez; biri anlatmış ve adını belirtmemi istememiştir, adını saklamışımdır. Benzer kimi durumlarda kişinin anlatıklarını kitap, dergi ve kimi belgesellerle desteklemişimdir. Buna rağmen biri çıkıp bir yerde kaynak yok diye sitem etse bu hakkıdır, ama kitap bir gazetecilik içerdiğinden sorumluluk bana aittir.

Kitabın giriş bölümünde bir tarihçe vardır. Yine kitapta kimi köy ve ilçelerin tarihiyle ilgili bilgiler yer almaktadır. Bunlar sözlü tarih (yaşlı kimselerle yaptığım görüşmeler, yerel tarihçiler, aşiret tarihçileri vs) ve kitaplar üzerinden yorumlanarak elde edilmiş sonuçlardır.
Biyografi, başta da vurguladığım gibi, bir parçası tarihe dayansa da, özü itibariyle bir edebiyattır. Kimi zaman, kimi yerler anlatıcıların ve kaynakların ışığında kurgu yoluyla anlatılabilir, hatta yazıcı kurgulayabilir de.
Kitapta kimi denemeler vardır. Bunlar biraz kitabın dilini politik dilden çıkartmak içindir. PKK ve onun kurucusu Öcalan hep kan, şiddet, gözyaşı ve ölüm değildir. Örneğin şair Osman Sabri’yle yüz yüze bir Öcalan vardır; örneğin din adamı Mele Abdurrahman’la yüz yüze bir Öcalan vardır; örneğin bir sinemacı Yılmaz Güney’i cezaevinde ziyaret eden bir Öcalan vardır vs. Bütün bunların yanında futbol oynayan, golleri sayılmayınca kızan bir Öcalan vardır...

Öte yandan bu kitabın yazarı 16 yaşından beri şiirle uğraşır; Türkiye’deki hemen hemen pek çok edebiyat dergisinde şiiri, şiir üzerine yazıları yayınlanmıştır; roman üzerine yayınlanmış kitapları vardır.
Özetle, bu kitap bir tarihçinin, bir politikacının, bir akademisyenin değil, bir edebiyat çırağının kaleminden çıkmıştır.

IV. Kaynakça:
Kitabın yazımı sırasında yazılı ve sözlü bütün kaynaklara ulaşmaya çalıştım. Öcalanla yapılan söyleşiler ve Öcalan’dan söz eden kitap, belgeseller birincil kaynaklardır. Kitapların listesi kaynakça kısmında, belgesel ve konuşulan kişilere ise kitabın içinde yer verilmiştir. Bunun yanında Berxwedan ve Serxwebun dergilerinin bütün sayıları, anı ve söyleşiler taranmıştır.
Öcalariın Urfa’dan başlayan hayat hikâyesinde aile ilgili bilgiler kardeşlerinden alınmıştır ve yine gazete ve dergilerde kardeşleriyle yapılan söyleşiler taranmıştır. Köy muhtarı, Öcalan’ın çocukluk arkadaşları, ilk öğretmeniyle görüşülmüştür. Kimi görüşmeler yüz yüze, kimi görüşmeler telefon, kimi görüşmeler e-posta ile yapılmıştır.

Öcalanın Ankara günleri yakın arkadaşlarıyla görüşülmüştür. Bunlardan kimi bilgi vermiş, ama isimlerini saklamamı istemişlerdir. İsmet Ateş ve Mustafa Aksakallı, Öcalanın eski arkadaşları olarak değerli bilgilerini esirgememişlerdir. Öcalanın ilk tutuklanması ve hapisliği, okuduğu kitaplar, kitapların nasıl saklandığı gibi bilgiler hapis arkadaşlarından Doğan Fırtınadan sağlanmıştır.
Öcalanın örgüt kurması, çevresini toparlaması ve önderliğe geçiş süreci ise daha çok yazdı ve görsel kaynaklardan yola çıkılarak yazdmıştır; Cemil Bayık, Ali Haydar Kaytan, Mustafa Karasu ve Duran Kalkanla yapılan söyleşi ve bu kişilerin yazdığı yazılar esas alınmıştır. Bunun dışında PKK’yle ilgili belgeseller, özellikle Ahmet Hamdi Akkaya’nın Ateşten Tarih adlı belgeseli çalışmada birinci kaynak olmuştur.

İmralı süreci ise bizzat izlediğim bir süreçtir. Bu dönem Ocalan’ın avukatlarıyla sürekli görüştüm; görüşmelerimi haber, yazı ve yorum olarak zamanın gazete ve dergilerinde yayınladım.

V. Kitabın Yazılma Nedenleri:
Öcalan’ı bir roman karakteri olarak kurgulayabilirdim. Urfa’dan başlayan hikâye çok cazipti. Örneğin bir kadın hamiledir, kırk derece sıcağın altında bir akrep gelip ısırır; kadın bağırıp çağırırken biri, bir şey olmaz der, iyi der, hatta çocuğuna akrep ve yılanlar tesir etmeyecek. Sonra Öcalanın dedelerinin Karacadağ’dan çıkıp Urfa içlerine doğru gelmeleri, geceleyin sökülen çadırlar, çoluk çocuk; özetle göç yolları; babasız büyüyen çocukların annelerinin adıyla anılmaları; Ermeniler, Kürtler, Türkler, Araplar. Buradan başlayabilirdim. Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanına benzer bir anlatı da kurgulayabilirdim. Ancak önce tarihsel malzemenin ortaya çıkması, eksiğin kapatılması gerekirdi. Kitapta olacak ya da birinin bulacağı yanlış bu anlamda sevindiricidir. Yanlış bilgi-belge varsa, bu kitap onu ortaya çıkarır ve giderek en doğru bilgiye / biyografyaya da ulaşmış oluruz. Çünkü Öcalan’la ilgili pek çok kitap olmasına rağmen, bunların tümü siyasal amaçlıdır; ya tümüyle övgü ya da tümüyle onu görmeme üzerine kuruludur.

Bugün için Öcalariın biyografisinin önemi, en çok konuşulduğu bir zaman diliminde onunla ilgili tek bir kitabın olmamasıdır. Bu kitap bu açığı kapatmayı amaçlamaktadır.
Urfa ve Halfeti’nin çok kültürlü tarihinden kesitlerle başlayan kitap İmralı süreciyle sona erer.
Duygusal anlamda kitabı yazmamın pek çok nedeni vardır. Arada bahsedilir zaten. Bunlar, Öcalan’ın iki ağacıma su taşımak için yanıbaşımdan bir nehir geçerken dağa çıktım ya da kırbaçlanmış bir at gibi ışığı görünce, soluğu dağda aldım gibi beni etkileyen sözlerdir.

Sonra entelektüellerin bildiği güzel bir Lady Godiva’nın hikâyesi vardır. Özellikle şiire tebelleş olan pek çok kişi “ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur” (ismet Özel) dizesini ezbere bilir. Godiva’nın hikâyesi şudur: Godiva, kocası Lord Leofric’un halka uyguladığı ağır vergilere isyan eder. Zeki koca bir anlaşma yapar; eğer der, eğer sen uzun saçlarını açar ve üzerinde hiç giysi olmadan Covertry sokaklarından ata binip geçersen ve halk o gün dışarı çıkmazsa, vergi almayacağım onlardan. Godiva kabul eder ve bir gün sonra uzun saçlarıyla edep yerlerini kapatarak sokağa çıkar. Biri hariç kimse başını kaldırıp bakmaz. Halk saf ve aynı zamanda cesur bu kızı efsane yapar. Onu dikizleyen Peeping Tom ise kör olur. İki rivayet vardır, ilkinde Tom, Godiva’ya baktığı anda gözlerindeki ışık söner; ikinci rivayette gözleri oyulur. Bana, birinci rivayet daha gerçekçi gelmiştir hep.
Godiva’ya kim ne zaman baktı ve Godiva ne zaman yaşadı bilinmez, yüzyıllar denilir.

Aynı değil, ama çıplaklığa dayalı benzer bir olay, Urfa’nın bir ilçesine bağlı bir köyde geçer, ama bu olay hiçbir entelektüeli ilgilendirmez: Genç bir kız var, yirmi yirmi beş yaşlarında. Günün birinde bu kız köy odasına çağrılır ve buradaki “ağa”nın adamları tarafından soyulur; boynuna kara, kıl örme bir yular geçirilir. Kız bir eliyle göğüslerini tutar, diğer eliyle edep yerlerini kapatır. Bağırması para etmez. Ağzında tükürük biter. Kız köyün içinde gezdirilir. Dili tutulur. Bağıramaz. Delirir. Onun bu halini gören kadınlar, oynayan çocuklarını kapıp göğüslerine bastırırlar, sonra içeri koşarlar; erkekler utanır, kadının vücudunu görmemek için yüzlerini kapatır ya da iç çekerler. Yaşlılar dişsiz dudaklarını birbirine sürter, kendi kendilerine söylenir.
Öcalan’ın çıkışı budur: Bireyi kendi halkından, halkın yaşadıklarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Ortegay Gasset’in deyimiyle birey ve halkı (Gasset buna, soy da der bazen) tıpkı gezgin bir buluta bir su damlası gibidir, ancak o halkının içinde özümsenmiş olarak dolaşır. Ocalan’ın çıkışıyla kadınlar özgürlüğün en büyük özneleri olmuşlardır. Bu bile başlıbaşına bir kitabı yazmak için yeterli bir nedendir.

Öcalan kitabına başlarken Urfa’ya gittim. Yolda okumak için yanıma Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanını ve Siverek’te, dolmuş garajının yanındaki fırından sıcak bir ekmek aldım. Ekmek o kadar güzeldi ki, yanında hiçbir şeye gerek yoktu. Kahveye geçip oturdum. Önümden bir korucu sigarasını yakarak geçti. Aklıma buraya gelip bir daha eve dönmeyen arkadaşım Nazım geldi, sonra yerlerde sürüklenerek öldürülen Suna Izol geldi. Kimse kör olmamıştı. Gülün Adını açtım, şu cümlenin altını çizdim: "Basit insanlar kurbanlık koyun gibidir; daima düşmana sorun çıkartmaya yaradıkları an kullanılırlar; artık işe yaramadıkları zaman ise kurban edilirler” (s. 223). Koruculuk neydi ki?

Godiva bu topraklara yabancı değildi. Tek mesele şuydu: Urfa, şanlı değildi. Şanlılık, zulme karşı direnişine değil, zulmedenlere boyun eğişine verilmişti.
Bağlarken, kendi adıma hayatımın üçte ikisi Öcalan’ın yazdıklarıyla geçti, okudum onu hep ve Kürt meselesini kavramamda bana ve benim kuşağıma hocalık etti; bir abi, amca, dayı gibi. Bir zamanlar insanlar başkan derken bile sıkılırdım, içimden abi geçerdi, günahıyla sevabıyla ailemden biri; ben ona kızardım, ama biri ona ağır bir söz söyleyince de canım yanardı.
İnsan, bir de kırkını geçince duygusallaşır. Borçlarını düşünür. Bu kitap biraz da borcu ödemek içindir. Karşılar mı?
Bağlarken, bizim kuşağın tümü savaş içinde gençliğini yaşadı ve son bir yıldır barıştan söz ediliyor; Ocalan barışın mimarı olarak yoğun çaba sarfediyor. Valery, “Düşüncenin üstesinden gelemeyenler düşünenin üstesinden gelirler” diyordu. Umarım bu çaba son bulmaz ve bu kitap da, bir yanda Ocalan’ı tanımayanlara bir nebze olsun onu tanıtır ve bir nebze de barışa katkı sunar. Hayat, çok canımızı yaktı, en azından bizden sonrakilerin canı yanmasın.

IV. Birkaç özel not
Genelde bu tür kitaplar belli bir kurum kuruluşun ya da kişinin desteğiyle yazılır; bu olmazsa bir yayınevi, böylesi bir kitabın maddi külfetini karşılayarak çalışmaya ön ayak olur. Ancak Kürt çevresinde böyle bir kaynak yok daha. Kitabı kendim yazmak istedim ve kendi imkânlarımla yazdım. Böylece ölçütlerini kendim belirledim. İyi de oldu. İstedim ki başkasının ticari ve siyasi ölçütleri dışında bir kitap, bir düşünce, hatta vicdan gelişsin, gelişir mi?

27 Aralık 2013
Not: Kitaptan dolayı yardım ve fikirlerini açıklayan Clemence Scalberte (kimse okumasa ben okurum, dedi), Abdullah Keskine (sohbet etti, kimse basmazsa ben basarım, dedi), Eyüp Burç’a (bilgilerini esirgemedi, biraz daha yanında kalsam kilo alacaktım) Mehmet Oğuz’a (emmoğlu emrin olur, dedi. Kazım Karabekir'in iki cilt kitabını verdi), Mehmet Öcalana (çay verdi, sekiz bardak), Ömer Uluçay’a (iki gece misafir etti evi kalbinden küçüktü), Hıdır Çam’a (bir abin de benim, dedi), Bodrumlu Ahmet’e (Halfeti için yol gösterdi) Ziya Çalışkana (gezdirdi), Faruk Arhan’a (kedilere süt verdi, beni uyutmadı), Kadir hocaya (yazarken bile hep yanımdaydı), Turan Sarıtemur’a (erken bitir, uzatma, dedi; az, öz), Hakan Tahmaz’a (kimi aramak istersem telefona sarıldı), Fuat Kav’a (e-postalarıma yanıt verdi), Ahmet Hamdi Akkaya’ya (ne sorsam yanıt verdi, haber müdürüm, hâlâ benimleydi), Ferda Çetine (motive etti), Azad Aktürke (okudu), Berat Günçıkan’a (bir kitap okumak istiyorum, dedi) ve Hüseyin Kaytana (şiir verdi, daha ne verebilirdi ki) çok teşekkür ederim.



I. bölüm

Öcalan Ailesi

Halfeti


Öcalan’ın doğum yeri olan Omerli köyünün bağlı olduğu Halfeti çok kültürlü ve çok uluslu bir ilçedir. Tarih içinde pek çok isimle anılmıştır. Asur Kralı III. Salmanasar tarafından alındığı zaman ismi Şitamraftır. Yunanlılarla birlikte ilçenin ismini Ufamiya (Urumia) olarak değiştirmiştir. Bizanslılar Rumkale (Romaion Koyla); Araplar Kal'at ül Rum demişlerdir. İlçe Memluklar tarafından alınınca, ismi Kal’at-ül Müslimin olmuştur. Dinî olarak da Halfeti’nin ismi sürekli değişmiştir; Süryaniler Kal'a Rhometya ve Hesna the Romaye isimlerini kullanmışlardır. Daha sonra Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı idaresine geçen Halfeti, Urum-gala ve Rumkale adlarını almıştır. Bu isimler Cumhuriyet döneminde de kullanılır, ancak 1928’den sonra Halfeti (Xalfeti-Hali-feli) ismi yaygınlık kazanmıştır. Halfeti’nin 36 köyü, 34 mezrası, Aşağı Göklü ve Argıl adlı iki beldesi vardır. Bu isimlerin yanında en ilginç olan ve yaşlılar tarafından söylenen Kela Zerindir (Altın Kale). Derler ki eskiden burada, yani kale içinde altın madenleri vardır. Halfeti’nin adının Hal-Pau denilen bir halktan geldiğine dair kimi emareler de vardır. Bu halk demircilikle uğraşır.

.....

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues