ÖNSÖZ
Eveleyip gevelemeye, sözü dolandırıp dolaştırmaya hiç gerek yok; bizim «insan hakları dosyası» tam bir yüzkarasıdır. Gerçi, bu konuyu eşelemenin, şurasını burasını deşmenin iç ve dış düşmanlarımıza hizmet edeceği; belli odakları sevindireceği; ülkemizi dışlamaya hazır çeşitli uluslararası kuruluşlara suçlama ortamı yaratacağı; yabancı basında saldırılara neden olacağı; hakkımızda dünya kamuoyunda olumsuz değerlendirmelere yol açacağı; zaten, yeryüzünün yüze yakın ülkesinde işkencenin kurumlaştırıldığı; dahası, toplumumuzun dünü ve bugünü ve de devlet ile kişi ilişkileri tarih, sosyoloji ve ekonominin, analı babalı devlet anlayışımızın, gelenek ve göreneklerimizin ışığında ve benzerleri ele alındığında görüleceği üzere vatan millet uğruna vatandaşı azbuçuk sıkıştırmak gerekebileceği ve vatandaşın da böylesi bir tutumu pek yadırgamayacağı söylenebilir.
Söylendi de. Yıllarca ve halâ. Ama, hiçbir şey değişmedi. Ne gerçek değişti, ne de insan hakları dosyasının üstündeki yüzkarası silindi. Tersine, yüzkarası, koca bir yağ lekesi gibi yayıldıkça yayıldı. Hiçbifşey, - ne yasaklar, ne yasalar, ne baskılar ne de iletişim araçlarına, uygulanan sıkı denetim - önleyemezdi yüzkarasının yayılışını. Çünkü... Onbinlerce tanığı vardı.
Yıllardır, çok yönlü bir işkence çarkının dişlileri arasından - itile kakıla, ezile büzüle, dövüle sövüle, asıla coplana, elektriklene, falakalana ve ardında yüzlerce ölü, binlerce hasta ve sakat bırakarak - geçen onbinlerce insan. Hangi nutuk, demeç, açıklama, yalanlama yadsıyabilir bu onbinlerin tanıklığını? Hangi demagoji örtebilir bu yüzkarasını? Ne var ki, sözü geçen yüzkarası salt o korkunç işkence çarkını yaratanların ürünü değildir. Biryerde, görüpte görmezlenenlerin, duyupda duymazlananların, bilipde bilmezlenenlerin toplu suskunluğunun yarattığıdır. Aynı zamanda top-lumca tepkisizliğimizin utancıdır.
İşkence denen insanlık suçu sürekli, yaygın ve yoğun bir, biçimde onbinlerce kez işlenmiştir. Bu gerçeği, köşede bucakta yer alan birkaç görevlinin sorumsuzca neden olduğu «Münferit olaylar» safsatası ile gizlemek olanaksızdır. İçerde ve dışarda, dost ve düşman herkes olanı biteni bilmektedir. Besbelli, bunca insanın ölümü, kendilerini asmaya-yakmaya kalkışmaları ölüm orucuna yatmaları merak edilmemektedir. Ama biz, me-rak et-me-li-yiz.
Eğer insan hakları dosyamızın üzerindeki yüz karası lekeyi gelecek kuşaklara bıraktırmak istemiyorsak bil-me li-yiz. Eğer sağlıklı, özgür, demokrat, hakça bir toplumdan yana isek içimizdeki yüzkarasını kus-ma-lı-yız. Tüm iğrençliği ile. Ortaya... Kamuoyuna... Apaçık.
Eğer iki yüzlülüğümüzden, deve kuşuluğumuzdan, suskunluğumuz ve ürkekliğimizden kurtulmak isteğinde isek ve de yılların acısına, gözyaşına ve ölülerine saygılıysak.
Emil Galip Sandalcı 18 Mayıs 1986 – İstanbul
Sunuş
Şiddet ve terörden yakınan herkesin, insan haklarının korunmasından yana olması gerekiyor. Geride bıraktığımız yıllarda böyle olmadı. Şiddet ve terörden yakınanlar, insan haklarına sırt çevirdiler, görmezlikten, geldiler. Oysa, çağına etkin bir biçimde katılmanın yolu, öncelikle, insan haklarını korumaktan ve savunmaktan geçiyordu.
İnsan hakları; hukuk devletinin, demokrasinin ve barışın ayrılmaz bir parçası. İnsan haklarının savunulmadığı bir ülkede, hukuk devleti işletilemiyor. Hukuk devletinin savunulmadığı bir ülkede insan hakları ve barış sağlanamıyor. Hukuk devletine, insan haklarına ve barışa işlerlik kazandırılamayan ülkelerde ise demokrasi kurulup işletilemiyor. Sonuçta; alıştığımız deyiş ile bize göre hukuk devleti bize göre insan hakları, bize göre barış ve bize göre demokrasiler üretiliyor. İlhamını çağdaş totaliter eğilimlerden alan «bize göre» rejimleri kurup, yaşatabilmenin tek yolü ise baskıdan geçiyor.
12 Eylül’le birlikte başlayan yeni yöneliş, Anadolu topraklarında şimdiye dek görülmemiş boyutta bir baskı ile sağlanmaya çalışıldı. Baskı kimi zaman işkence olarak yaşandı, kimi zaman işkence sayılacak uygulamalara dönüştürüldü. İnsan hakları açısından her ara dönem, geriye ortak acılar ve ortak utançlar bırakarak tutanaklara geçti. Tutanaklardan, insan bilincinin kin ve Öfke ile biçimlendiği görülüyor. Tutanaklardan, insan bilincinin alt yapısının, çiğnenen insan haklan ile oluştuğu anlaşılıyor. Pahalı bir bedel, yüklü bir fatura bu.
İnsanlardan, tek tek insanlardan, oluşan bir faturanın bedeli eğer demokratik bir gelecek için ödeniyorsa çekilen acıları unutmak kolay. İnsan haklarını, hukuk devletini, örgütlenme haklarını, ekonomik ve siyasal hakları tartışırken, bunlar için ödenen bedelleri düşünürken artık bir tek ölçüye, demokrasiye, zorunluyuz. Geçmişte iç savaş politikaları izleyenlerle, bunlara karşı halkta gelişen bir direnme eğilimi sözkonusu idi. Bu gün ise salt kurumlarıylada olsa, oturmuş bir rejim sözkonusu. Zorunluluğun ana eksenini oluşturan bu çelişkiyi aşmanın çözümü, kin ve öfkeden arındırılmış bir demokrasiden geçiyor.
Daha da ileri giderek şu söylenebilir : Böyle zor dönemlerde siyasal - ideolojik farklılıkları, ortak bir insan paydasında» birleştirmek gerekiyor. Siyasal düşünce ayrılıklarının, uygar kavga ortamını yaratmak için, bu paydanın oluşması gerekli. Çocuklarımıza iyi birer baba olmanın bence tek koşulu bu. Çünkü, babalar arasındaki düşmanlıkların çocuklar arasında acımasız bir savaşa dönüştüğünü yaşayarak gördük. Bu savaşın, ileride, insana yakışır biçimde yapılmasının tek koşulunun, insan haklarına dayalı demokratik bir rejim olduğunu öğrenmek için yüklü bir fatura ödendi. Bunca acıya, bunca cana karşın durum bugün eskisinden pek farklı değil. Onlara, «başınız dik yürüyebilirsiniz, alnınız açık gidebilirsiniz, çünkü siz tarihsiniz» diyemeyiz. Onlar için yapabileceklerimiz var. İnsan haklarına aykırı davrananları açığa çıkarıp-sorgulayıp-cezalandırilıp tartışmasız bir barış dönemine geçişi sağlamak olası.
«12 Eylül Tutanakları - BİN Tanık»la 12 Eylül döneminin belgelerle yorumlanabilmesi için bir kaynak oluşturmayı amaçladım. Dönemin baskıcı niteliğinin nasıl sağlanmaya çalışıldığının belgelerini ortaya koymaya çalıştım. İşler, öngörüldüğü şekilde yürüyebilseydi, sosyal ve siyasal bir düzen olarak amaçlanan noktaya nasıl, hangi yol ve yöntemle gelinmek istendiğinin bilinmesini arzuladım.
«12 Eylül Tutanakları - Bin Tanık»la insanların, insan için ürettikleri şiddet ve terör konusunda kimi ülkelerin korumacı politikalar izledikleri inancımı aktardım. «12 Eylül Tutanakları - Bin Tanık»la, ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıyı gözardı eden çözümlemelerle şiddet ve terörü önlemek için çıkılan yolun sonunda, yeniden şiddet ve terör olduğunu anlatmaya çalıştım.
Bir de şu var : Gazetecinin, çağının tanığı olduğuna inanıyorum, yıllardır. İnsanın, doğrular karşısında susmasının, yalancılık olduğuna daha çok inanıyorum artık.
Erbil Tuşalp 22 Mayıs 1986 - Ankara
Birinci Bölüm
Şiddet Bitti...
Telefonu kapattı. Koltuğuna gömüldü. Düşünmeye başladı. Önce 1938’lerden uzanıp gelen olayları sıraladı. Sonra, telefondaki aykın ses geldi kulağına.
Kimi Kuleli'den, kimi Maltepe'den gelip, Ankara’nın Dikmen sırtlarında tanışmışlardı. Sınıf arkadaşı, arkadaş olmuşlardı. Mustafa Kemal’in bırakıp gittiği yıllardı, ölüm haberi onulmaz bir yara gibiydi önceleri, bir baştan birbaşa, yasla yaşanan. Herkes ona benzemeye başladı aaha sonraları. Onun yaptığını yapmaya kalktılar. Onun gibi olmak başka, Onun gibi durmak başkaydı.
Kendilerinden bile sakladıkları bir acı daha vardı gençlik yıllarında. Ozan acısı. Koca bir ozanı, orduyu isyana teşvik etti diye hapsettikleri Şanlı Yavuz’un helasından çıkarıp. Bursa’ya, cezaevine göndermişlerdi, onbeş yıl yatsın diye. Onu seven yok muydu, sevmeyen yoktu belkide. Kimse kimseyle konuşmadı, ozan için. Dizeleri dolaştı elden ele.
Savaş yılları geldi sonra. Dünya yeniden ikiye ayrıldı. Avrupa kana boyandı. Mareşal’in gözüne 1939’lardan beri uyku girmediğinin söylendiği yıllardı. Celal geldi aklına birden. Arttırdığı tayınları, hamile karısına götürme sevincini. Müstahkem Mevkiin üsteğmen Celal’ini, ordu gençleşsin diye, kırkına varmadan emekli etmişlerdi 1960’larda.
..... |