La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Salahaddîn Eyyûbî ve Devlet


Auteur :
Éditeur : Çağ Yayınları Date & Lieu : 1987, İstanbul
Préface : Pages : 516
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 140x230 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Ses. Sal. N° 2792Thème : Histoire

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Salahaddîn Eyyûbî ve Devlet

Salahaddîn Eyyûbî ve Devlet

Ramazan Şeşen


Çağ Yayınları


İslâm’ın ortaya çıkışı sırasında Ortadoğu’da iki büyük askerî ve siyasî güç vardı. Bunlar başkenti İstanbul olan Bizans Devleti ile başkenti Medâîn olan İran Sâsânî Devleti idi. Bu iki devlet aynı zamanda o zamanki medenî dünyanın bilim ve teknik bakımından en ileri ülkeleriydi. 622 yılında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle doğan İslâm Devleti, kısa bir zamanda hem Sâsânîleri, hem de Bizans’ı mağlup ederek topraklarını Türkistan’dan Pirenelere kadar genişletti. Bu yeni İslâm Devleti, Sâsânî Devleti’nin varlığına son verdi. Bizans’ın ise Anadolu hariç Asya ve Afrika’daki topraklarını kendi topraklarına kattı. Bu sırada Hristiyan dünyasından olan Batı Roma’nın vârisi Batı Avrupa lâtin dünyası çalkantılar içinde, geri bir halde olduğu için Bizans’ın yardımına koşacak durumda değildi. Avrupa’da henüz kuvvetli siyasî birlikler kurulmamıştı. Ana kuvvetini Arapların temsil ettiği Müslüman ordularının ilerleyişi, önemli ölçüde VIII. asrın ilk yarısında Fransa ve İstanbul surları önünde ve Anadolu’da durdu. Bununla beraber X. asrın başlarına kadar İslâm Dünyası, Avrupa karşısında askerî ve siyasî bakımdan üstün durumdaydı. Bu üstünlük Abbasî Devleti’nin parçalanması üzerine önce doğuda elden gitti.
Buna karşılık Bizans’ta askerî ve siyasî bakımdan bir ...



ÖNSÖZ

Biyografi, tarihin en zevkle okunan kollarındandır. Bugün altın çağını yaşamaktadır. Bir de, Salâhaddîn Eyyûbî gibi dünya çapında şöhret yapmış bir kişinin hayatı, mücadelesi ve devleti konusunda olursa, daha başka bir zevkle okunur. Haçlı Seferlerine karşı yapılan mücadelede İslâm Dünyasinın en büyük kahramanı olan Sultan Salâhaddîn Yûsuf b. Eyyûb’un hayatı ve mücadelesi hakkında bugün de, Doğu’da ve Batıda çeşitli tarihçiler, yeni kitaplar yayınlamaya devam etmektedirler. Esefle söylemek gerekir ki, bu konuyla ülkemizde ciddî olarak uğraşan ilk şahsın biz olduğumuzu söylersek mübalâğa etmemiş oluruz. Bundan önce, 1983 yılında, «Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti» adlı kitabımızı yayınlamıştık. Salâhaddîn Eyyûbî’nin Mücadelesi ve Devleti hakkındaki bu kitabımızda, konulan daha iyi ele alarak ve yeni ilâveler yaparak bu büyük devlet ve karakter adamının mücadelesini ve karakterini en iyi şekilde ortaya koymaya gayret ettik. Her kesime hitap edebilmesi için de, kitabı anlaşılır bir üslûpla, az nottu hale getirdik. Mümkün olduğu kadar teknik terimleri az kullanmaya çalıştık.

Salâhaddîn’in hayatı siyasî ve askerî yönden olduğu kadar, ahlâkî ve kültürel yönden de doğulu ve batılı tarihçileri devamlı olarak ilgilendiren ve aktüalitesini koruyan bir araştırma ve çalışma konusudur. Bu sebeple, onun hayatını yazan doğulu tarihçilerden ve yazarlardan her biri onu kendi milletine mâletmeye çalışmıştır.
Millî şair Mehmed Akif’in «Şarkın en sevgili sultanı», Fransız tarihçisi Champdor’un «İslâm’ın en saf kahramanı» dedikleri Salâhaddîn gibi örnek insan, din ulusu bir kahramanı ırkçılığın ve katı müliyetçüiğin dar hudutları içinde ele almanın yanlışlığı gün gibi âşikârdır. Fakat, onu kendi ırkçılıklarına ve katı milliyetçiliklerine âlet etmek isteyenler olduğu için, burada Salâhaddîn’in soyu ve şahsiyeti hakkında kısa bir mütalâada bulunmanın okuyucu için faydalı olacağı düşüncesindeyiz.

Birinci çalışmamızda anlattığımız gibi, Salâhaddîn melez bir aileden gelir. En eski atası 758 yılında aşiretiyle birlikte Basra’dan Azerbaycan bölgesine nakledilen Yemen Araplarından Ravvâd b. el-Müsennâ el-Ezdî’dir. Ravvâdîler bundan sonra Azerbaycan bölgesinde Hez-bâniyye Kürtleriyle karışmışlar, X. asrın sonlarından itibaren kendilerini bu kabilenin bir kolu saymışlardır. Daha sonra, Salâhaddîn’in babası Necmeddîn Eyyûb ve amcası Esedüddîn Şîrkûh Selçukluların ve Zengilerin hizmetinde çalışan büyük emirler (beyler) arasına girmişler, bunun neticesi Eyyûbî ailesi Türklerle karışarak Türkleşmiştir. Salâhaddîn’in ağabeysi Tûranşah, kardeşleri Tuğtigin ve Böri Öztürkçe adlar taşırlar. Anası, Şihâbeddîn Mahmûd b. Tüküş (Tokuş) el-Hârimî'nin kardeşidir. Kızkardeşi Rabîa Hatun önce Sadeddîn Mes’ûd b. Ünefle, sonra Muzafferüddîn Gökböri ile evlenmiştir. Ağabeyisi Şâhinşah, Kutlukız Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten Ferruhşah doğmuştur. Kendisi de Nûreddin’den dul kalan îsmetüddîn Âmine Hatun bint Üner’le evlendi. Eyyûbî ailesinin Türkleştiği hakkında daha bunun gibi -pek çok örnek gösterilebilir.

Salâhaddîn’in devletinin bir Türk devleti olduğunda ise şüphe yoktur. Bu devlet Zengîler Devletinin uzantısından başka bir şey değildir. Memlûklar Devleti de Eyyûbîler Devletinin uzantısıdır. Bu üç devleti birbirinden ayıran sadece başlarındaki hanedanlardır. Teşkilâtları, bayrakları ve dayandıkları maddî ve manevî unsurlar aynıdır, aralarında fark yoktur. Her üç devletin bayrağı sarı renkte olup üzerinde doru kartal resmi vardı. Her üç devletin siyasî ve askerî kadroları aynı unsurlardan meydana geliyordu. Devlet ve ordu teşkilâtı, Türk devletlerinde görülen devlet ve ordu teşkilâtının aynıydı. Kültür unsuru bakımından ise Araplar ve Araplaşmış olanlar ön plândaydılar. Bu sebeple bürokratların ve ulemânın çoğu Araplardandı.

Eski Roma kültür bakımından nasıl Eski Yunan’a mağlup olmuşsa, Ortaçağ’da diğer Müslüman unsurların kurdukları devletler kültür bakımından Arapların egemenliği altına girmişlerdir. Selçuklularda ve Anadolu Selçuklularında İran kültürü de önemli yer işgal eder. Anadolu Selçuklu Sultanlarının bir kısmı bunun için Alâeddîn Keyku-bad, İzzeddîn Keykâvus gibi, eski İran hükümdarlarının adlarını almışlardır. Müslüman Türk devletlerinde Türk kültürü ilk defa Beylikler, Osmanlılar, Timurlülar devirlerinde önemli ölçüde ağırlığını hissettirmiştir. Ve yavaş yavaş Türk kültürü birinci plâna geçmiştir. Sa-lâhaddîn devrindeki tarihçiler Mısır’ın, Yemen’in, Trablusğarb’ın ele geçirilmesini bir Oğuz hareketi olarak görürler. Esedüddîn Şîrkûh kumandasında Mısır’a giden 7000 civarındaki süvariden 6000’den fazlası Türktü. Salâhaddîn hiç bir zaman yeni bir devlet kurma iddiasında bulunmamış, Nûreddîn zamanında kurulan devleti parçalanmaktan ve dağılmaktan kurtarmaya çalıştığını defalarca ifade etmiştir. Eyyûbîleri bir Kürt devleti gibi gösterenler onlara muhalif olan veya mutaassıp Kürt olan sonraki bir kaç tarihçi ve bu gün doğu milletlerini bölmek isteyen batılı bazı tarihçilerdir. Bu tarihçilerden R. Grousset 1192-1193 yıllarında Dımaşk bölgesindeki bazı iç karışıklıkları, Cahen 1187 yılı civarında el-Cezîre’de Türkmenlerle Kürtler arasındaki merâ kavgalarını etnik bir anlaşmazlık gibi göstermeye çalışırlar. Bu çeşit olayların aynı kabile içinde görülmesi dahi pek mümkündür. Etnik anlaşmazlıkla ilgisi yoktur. Salâhaddîn devrindeki tarihçiler ve şairler ise onun devletini bir Türk devleti olarak görürlerdi. Bir Arap şairi olan İbn Senâ el-Mülk’ün, Halep'in zaptı dolayısiyle, Salâhaddîn’e sunduğu kaside, «Arap milleti Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Sâlib (Haçlılar)’in davası Eyyûb’un oğlu tarafından perişan edildi» beytiyle başlar(l). İbn Haldun da Eyyûbîler ve Memlûklar devletlerini tek bir Türk devleti kabul eder.
Salâhaddîn devrinden beri Türklerin devletinde ilmin teşvik ve himaye gördüğünü, Kahire’nin
Dünya’nın büyük ilim merkezlerinden biri haline geldiğini söyler(2).

Şu hususa bilhassa parmak basmak gerekir ki; Ortaçağ bir iman çağıydı. Asrımızda dahi olduğu gibi, din en büyük birleştirici unsurdu. Bu devirdeki devletlerin karakteri bir din devleti hüviyeti taşırdı. Müslüman Türk devletleri, bu sebeple kendilerini bir milletin devleti değil, bir İslâm devleti olarak görürlerdi. Avrupa devletleri de kendilerini bir Hristiyan devleti olarak görüyorlardı. Ortadoğu’ya gelen Frenkler bir milletin değil, Haç’ın yani Hristiyanlığın temsilcileri olarak gelmişler ve Haç adına kanlarını ve canlarını vermişlerdir. Müslüman'lar da bir millet için değil, İslâmiyet namına vatanlarını müdafaa ederek varlarını yoklarını bu uğurda feda etmişlerdir.

Nûreddîn ve Salâhaddîn işte bu ruhun temsilcileriydi. Hayatlarını bu uğurda harcadılar. Onlara göre, her etnik grup İslâm davasına yaptığı hizmete göre değer taşırdı. Nûreddîn, «Oğuzlar İslâm'ın kahramanlarıdır. Onların okları olmasa Frenklerin mızrakları karşısında kim durabilir», derken bunu ifade etmiştir. Salâhaddîn, devrinde daima birleştirici olmuş, ayrılıkçılara şiddetle karşı çıkmıştır. Melez bir kana sahip olmasına rağmen kendisi bir Türk sultanı ve devleti bir Türk devletiydi. Nitekim, Napolyon bir Korsikalıydı. Fakat, en büyük
Fransız devlet adamlarından ve milli kahramanlarındandır. Şah İsmail için de durum aynıdır.
Safkan Türk olduğu halde İran’ın varlığı için hizmet etmiş, en büyük İran kahramanları arasına girmiştir. Avrupa kraliyet ailelerinde ve devlet adamlarında bunun o kadar çok örneği vardır ki, burada saymakla bitiremeyiz. Dün olduğu gibi, bu gün de saf bir ırk yoldur. Milliyetçiliği dünyaya öğreten Fransızlarda Frank kanı yüzde kaçtır? İngilizler, Araplar, İranlılar ve diğer milletlerde de durum aynıdır. İngiliz ve Fransız dilleri için durum daha da karmaşıktır. Bence, millet ve milliyetçilik her şeyden önce bir kültür ve menfaat birliğidir. Bu günkü Türkiye için de durum aynıdır. Türkiye Türklüğü bin yıldan fazla zamandır devam eden tarihî ve coğrafî şartların meydana getirdiği bir kültür ve menfaat bütünlüğüdür. Bu kültür ve menfaat birliğine girmeyenler azınlıkta kalmışlardır. Kan bağının kültür bağı yanında zayıflığının en büyük delili ise asrımızdaki Bulgarlardır. Bulgarlar özbe öz Türk kanı taşıdıkları halde, Türk kültürüne yabancılaştıkları için, Türklere Türk kanı taşımayanlardan daha düşmandırlar. Bu bakımdan Mimar Sinan, Sokullu Mehmed Paşa yüzde yüz Türk kanı taşıyan nice kişiden daha çok Türklüğe hizmet etmişler ve bu hizmetleriyle övünmüşlerdir.
Salâhaddîn de, böyle, çok safkan taşıyan Türkten daha Türktü. Zira, insanın şahsiyetine şekil veren terbiye ve kültürdür. Bunun için, asrımızdaki milletler kültür miraslarını geleceklerinin garantisi olarak görmektedirler. Bir milletin bütün maddi ve manevi değerleri ise onun kültürünü meydana getirir.

Şu hususu esefle belirtmek gerekir ki ırkçılık ve katı milliyetçilik duygularını doğu milletlerinde kamçılayan Haçlıların torunları, sahip oldukları kültür birliğinin etkisiyle bu gün aralarındaki sınırlanr dü ve milliyet farklarını bir tarafa bırakarak «Avrupa Devleti» kurmak için büyük gayret sarf etmektedirler. Onların aleti olan Müslümanlar ise koyu bir ırkçılık batağına saplanmışlar, gerektiğinde kendi ırkçılıkları uğrunda Haçlıların art niyetli torunlanyla iş birliği yapmaktan çekinmemektedirler. Böylece Salâhaddîn’in şahsiyetiyle uyuşmayan ne kadar büyük bir çelişkiye düşmektedirler.

Nûreddin ile Salâhaddîn’in tarihî rollerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Türk tarihinde, ancak Alpaslan ve Fâtih ve mükâyese edebileceğimiz bu iki büyük hükümdar tarihte oynadıkları rol bakımından birbirlerini tamamlarlar. Nûreddîn olmasa Salâhüddîn gelmezdi. Salâhaddîn olmasa Nûreddîn’in eseri ölümüyle sona ererdi. Ayrıca, Salâhaddîn ve Eyyübîler, Nûreddîn’in meydana getirdiği eserde çok büyük bir paya sahiptirler. Bunun için biz Nûreddîn devrini Zengîler ile Eyyûbîlerin iş birliği devri olarak gördük ve başlığını buna göre koyduk. Nûreddîn ve Salâhaddîn siyasî ve askerî dehâ oldukları gibi, sanatların, sanatkârların, âlimlerin ve ilimlerin koruyucularıydı.

Zamanlarında pek çok 'bayındırlık ve ilim müesseseleri yapılmış, etraflarındaki adamlar da bu hayır müesseselerinin tesisinde onların yolunu takip etmişlerdir.
Bazı kişiler Nûreddîn’e fazla ehemmiyet vermeyip sadece Salâhad-dîn üzerinde dururlar. Bazı kişiler ise her şeyi Nûreddîn hazırlamıştı diyerek Salâhaddîn’in rolünü ikinci plâna atmak isterler. Bu iddiaların her ikisi de devrin tarihini iyi anlamamaktan ileri gelir. Nûreddîn ile Salâhaddîn’in tarihlerini yazan İmâdeddîn el-Kâtib el-îsfahanî, onun yolunu takip eden Ebû Şâme ve İbn Vâsıl eserlerinde takip ettikleri tarz ve düşünce ile bizim görüşümüzü desteklerler. Nûreddîn ile Salâhaddîn’in tarihlerini beraberce işlerler. Nûreddîn olmasa Salâ-haddîn gelmezdi. Salâhaddîn gelmese Nûreddîn’in eseri elde ettiği düzeye ulaşamazdı ve ölümüyle köpük gibi sönerdi. Yalnız, Hıttîn zaferi, Kudüs’ün fethi, III. Haçlı Seferi sırasındaki mücadelesi dahi Salâhad-dîn’i ebedîleştirmek için yeter. Eğer onun gibi birleştirici bir şahsiyet olmasaydı, o kadar kuvveti Haçlıların karşısında devamlı tutmak mümkün olmazdı. Salâhaddîn de bunu biliyordu.

Salâhaddîn’in devletinin coğrafî hudutları Tunus’tan İran’ın He-medan şehrine, Yemen’den Malatya ve Malazgird’e kadar uzanmıştı. Doğu Anadolu’nun bir kısmı ile Güneydoğu Anadolu’nun tamamı, Kuzey Irak, Suriye, Lübnan ile Filistin’in bir miktarı hariç tamamı, Ürdün, Hicaz, Yemen, Mısır, Kuzey Sudan’ın bir kısmı, Libya, bir ara Tunus onun devletinin sınırları içine girmişti. Biz bu çalışmada Libya kelimesi yerine Trablusgarb kelimesini kullandık.
Libya kelimesi AvrupalIlar tarafından konmuş bir isimdir. İslâm tarihçileri bu bölgeye Trablusgarp derlerdi. Suriye kelimesi de AvrupalIlar tarafından yeni konmuş bir isimdir. Bunun yerine İslâm tarihçileri tarafından kullanılan Şam kelimesini kullandık. Türkiye topraklarındaki Gaziantep, AntakyaLübnan, Suriye ile Ürdün’ün büyük bir kısmı Şam kelimesiyle ifade edilirdi.
Şam, Mısır gibi bir bölge adıdır. Türkçe’de kullanılan Şam kelimesi ise Dımaşk şehrini ifade eder. Sahil Bölgesi deyince Şam ve Filistin’in Akdeniz sahilleri kastedilmektedir. el-Cezîre kelimesiyle Yukarı Mezopotamya yani Güneydoğu Anadolu’nun, Suriye’nin ve Irak’ın kuzey bölgelerinin Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan kısmı ifade edilmektedir. Bu günkü Diyarbakır’ın adı Âmid idi. Diyarbekir bu mıntıkaya verilen isimdi. Çukurova’nın adı o zaman Kilikya idi. Kuzey Sudan’da Hristiyan Nûbe krallığı vardı. Bu krallığın başşehri bu günkü Kuzey Sudan’ın merkezlerinden Dunkula idi(3). Asvan şehrinin doğusunda Kızıldeniz kıyısında Ayzab şehri vardı. Baharat yolu üzerinde bulunan bu şehir, o devirde çok önemli bir limandı.
Baharat Yolu Yemen’den Kızildeniz vasıtasıyle Ayzab’a gelir. Ayzab’dan karayoluyla Yukarı
Mısır’ın merkezi Kus şehrine, Rus’tan Nil nehri yoluyla Mısır’ın Akdeniz limanlarına ulaşırdı.
Ayrıca, Musul ve el-Cezîre’den Şam sahillerine ulaşan İpek Yolu da vardı. Eyyûbîler Devleti Münbit Hilâl ile Mısır’ı içine aldığı, önemli ticaret yollan üzerinde bulunduğu için büyük bir ziraat ve ticaret ülkesiydi. Bu sırada, Ortadoğu’daki Haçlı devletlerinden Urfa Haçlı Kontluğu artık mevcut değildi. Kudüs Haçlı Krallığı, Trablus Kontluğu ve Antakya Prinkepsliği hâlâ eski güçlerini koruyorlardı. Bu günkü Ürdün topraklarında kalan Araba Vadisi’nde Kudüs Haçlı Kral-lığı’na tâbi olan Kerek-Şevbek Prinkepsliği vardı. Bu Prinkepslik, Mısır-Şam yolu üzerinde stratejik bir mevkide bulunduğundan, Haçlı Seferleri tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Yukanda sınırlannı çizdiğimiz ve bölgelerinin adlannı verdiğimiz Eyyûbîler Devleti’nde Türkler, Araplar, Kürtler gibi üç ana Müslüman gurup, çeşitli etnik guruplara mensup Hristiyanlar, Yahudiler yaşıyorlardı. Daha önce Abbâsâler devrinde bu bölgelere önemli miktarda Türk unsuru gelmişti. Türkler, Araplar ve Kürtler bu bölgelerin Müslüman halkını teşkil ediyorlardı. Bizans’ın kuvvet kazanmasıyla Bizans topraklarında kalan bölgelerdeki Müslüman halk ya hicret etmişti, ya da zimmî muamelesi görmekteydi. Hristiyan unsurlar Müs-lümanlara baskı yapıyorlardı. Bundan dolayı Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Şam bölgelerindeki Müslümanlar Selçukluları bir kurtarıcı olarak karşılamışlar, Selçukluların Malazgirt savaşında ve Anadolu’daki başarılarında yardımcı olarak önemli rol oynamışlardır. Nûreddîn ve Salâhaddîn devirleri Türklerin liderliğinde bu çeşitli etnik guruplara mensup Müslümanların ortak menfaatleri uğrunda birleşmelerinin en güzel örneğidir. Selçuklularda ve Salâhaddîn’den sonra Eyyûbîlerde görülen saltanat kavgaları ise Müslüman etnik guruplar arasındaki sürtüşmeden değil, eski Türk devletlerinde çok sık görülen ve devletin hânedanın ortak mülkü olduğu anlayışından çıkmışlardır. Bu anlayıştır ki; Fatih Sultan Mehmed’i devletin nizamı için kardeşleri ve çocukları idam etme kuralını dahi koymaya zorlamıştır.

Eyyûbîler Devleti’nin Şam, el-Cezîre, Kuzey İrak ve Doğu Anadolu topraklarında emirlik (beylik) sistemi, Mısır’da ise vilâyet sistemi hâkimdi. Beyler ve vâlüer mülkî ve askerî yetkileri şahıslarında birleştiren emirlerden tayin olunurdu. Bürokratlar ve askerî yetkiye sahip olmayan memurlar ulemâ ve ediplerdendi. Askerler iki sınıfa ayrılıyordu. Daimî askerler, gerektiğinde silâh altına alınan gönüllülerden oluşuyordu. Ordu, mesleği askerlik olan, daimî askerlerden meydana geliyordu. Pek azı dışında daimî askerler süvari sınıfındandı. Piyade askerleri kale müdafaalarında, muhasaralarında kullanılırdı. Sayılan çok azdı. Süvariler ve yaya askerler menşe itibariyle hür kişilerden meydana gelen hassa askerleri üe satın alınıp asker olarak yetiştirildikten sonra azâd edilen (hürriyetine kavuşturulan) memlûklardan meydana geliyordu. Memlûklar Türk menşeli olup ordunun en muharip sınıfını teşkil ediyorlardı. Her emîr hür askerlerin yanında memlûk askerler de edinirdi. Terfi ve maaş bakımından hür askerlerle memlûklar arasında hiç bir fark yoktu. Daimî askerler iktâlı (dirlikli) idiler. Gönüllüler ancak ihtiyaç olduğu zaman silâh altına alınırlar, diğer zamanlarda normal işleriyle uğraşırlardı. Bunlar umumiyetle TürTcmenlerden toplanırdı.

Haçlıların askerleri de süvariler ve piyadeler olmak üzere iki sınıfa ayrılırdı. Savaşlarda genellikle süvarilerin adedi verilirdi. Süvariler de iki kısımdı, birinci sınıfı şövalyeler meydana getiriyordu ki, bunlar belli sınamalardan, törenlerden geçirilerek bu dereceye yükselirlerdi. İkinci sınıfı Türkopoller (Türkoğullan) meydana getiriyordu ki, bunlar satın alınarak yetiştirilirlerdi. Memlûk sınıfının Haçlılar ve BizanslIlardaki karşılığı olup umumiyetle Türk menşelilerden meydana gelirlerdi. Haçlıların kumandanları baron, kont, dük gibi ünvan alırlardı. Haçlıların atları daha kuvvetli, zırhları daha ağırdı. Müslümanların atlan daha küçük ve çevik, umumiyetle zırhları hafifti. Müslü-manlar ve bilhassa Türkler oku, Haçlılar uzun saplı mızraktan iyi kullanırlardı. Haçlılann zırh üstünlüğüne karşılık, Müslümanlann ateşli naft silâhlarında üstünlüğü vardı. Deniz hâkimiyetinde Haçlılar açık bir üstünlüğe sahiptiler. Akdeniz hâkimiyeti ve ticareti onların elindeydi. Aynca, Müslüman dünyasına göre Batı Avrupa daha enerjikti. Ortak menfaatleri için birlik halinde hareket edebiliyordu. Aradaki çöller, göçebeler ise İslâm dünyasının medenî mıntıkalarını devamlı tehdit altında bulunduruyordu. İslâm dünyasındaki nüfus yoğunluğu zannedildiğinin aksine Batı Avrupa’dan daha azdı.

Biz bu çalışmada, daha önce olduğu gibi «frenk» ile «haçlı» kelimelerini aynı manaya kullandık. İslâm tarihçileri de bu iki kelimeyi birbirinin yerinde kullanırlar. AvrupalI tarihçiler «frank» kelimesi yanında «norman» gibi kelimeleri de kullanarak, Müslüman tarihçilere göre, kelimenin (frenk kelimesinin) manasını darlaştırırlar. Frenk kelimesiyle Müslümanlar Batı Roma’nm vârisi olan ülkeleri ve kuzeylerindeki bölgeleri yani Ortaçağ Katolik dünyasını kastederler. Daha sonra bu bölgelerin bir kısmı Protestan olmuştur. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda hâkim fikri unsur olması üzerine, putperest mircusı kabul edilen antik devrin sanat ve ilmi, felsefesi gözden düşmüş, Avrupa gerileme devrine girmişti. Bu kültürel gerilemeyi siyasî gerileme takip etti. 1000 tarihinden önce çeşitli siyasî çalkantılar içinde bulunan Batı Avrupa'da XI. ve XII. asırlarda büyük bir uyanış başlamış, şehirler derebeylerin tasallutundan kurtulmuş, derebeyliklerin çoğu krallıklara bağlanarak kuvvetli devletler ortaya çıkmıştı. İbra-nice’den ve Arapça'dan pek çok ilmî kitap tercüme edilmişti. Bu uyanış sonucu Batı Avrupa XI. ve XII. asırlarda Müslüman ve Bizans dünyası aleyhine genişleyerek Akdeniz hâkimiyetini ve Akdeniz ticaretini ele geçirmiş, Doğu’da ve Kuzey Afrika’da ticarî koloniler, askerî köp-rübaşları edinmişti. Bizans Selçuklulardan yediği darbenin bir benzerini Batı Avrupa’dan yemişti. Fransız Provençe’ındaki yüksek medeniyetten ve İslâm kültüründen faydalanan Avrupa’da ticaretin yanında çeşitli sanatlar, gemi yapımcılığı, demirle ilgili sanatlar gelişmişti. Ayrıca, bu bölgede yoğun bir nüfus vardı. Bölge ziraatçiliğe, hayvancılığa elverişliydi. Bol kereste potansiyeline ve çeşitli madenlere sahipti. Doğuda olduğu gibi, ülkeler arasını ayıran çöller ve göçebeler yoktu. Avrupa eski uykusundan uyanmıştı. Kilise ve Lâtin kültürü bu uyanışta birleştirici bir rol oynuyordu. Avrupa bu birlik içinde dünyaya açılmış, çeşitli kültürlerden etkilenerek Rönesans’a hazırlanıyordu. Fransa’da Gotik Mimarî bu sırada doğdu. Pek geçmeden bütün Batı Avrupa’ya yayıldı. Günümüzde dahi birer sanat abidesi olan katedraller inşa edildi. III. Haçlı Seferinin üzerinden 30 sene geçmeden İngiltere’de Magna Carta ilân edildi. Fransa’da Sorbon kuruldu. II. Frederich gibi Avrupa’da Eski Yunan ve İslâm kültürlerine açık bir hükümdar çıktı. III. Haçlı Seferinde Haçlıların kullandığı teknik, daha önceki Haçlı seferlerine göre çok gelişmişti. Bu husus okuyucuların hizmetine sunulan bu çalışmada açık olarak görülmektedir. Sarton’un ilimler tarihine dair yazdığı önemli eserde görüldüğü gibi, XIII. asırda Batı Avrupa ilim ve düşünce hayatı bakımından İslâm Dünyasin-dan daha canlıydı. Bu şartlar içinde, edindiği birikim ve teşebbüs gücü, yoğun sosyal münasebetler sonucu, Hristiyanlığın bir çıkış yolu olmadığını farkeden Batı Avrupa pek geçmeden dikkatini Antik Devre çevirecek ve Rönesans başlıyacaktır.

Salâhaddîn işte böyle uyanış halindeki, yekvücut olmuş Frenklere karşı İslâm’ın mücadele azminin temsilcisidir. Onun bıraktığı bu ruhtur ki, bölgeyi Haçlılardan temizlediği gibi, Moğöllara karşı başarıyla müdafaa etmiştir.
Teşkilât bakımından Eyyûbîler Devleti eklektik bir durum arzet-mektedir. İdarî ve malî teşkilât bakımından Mısır ve Yemen’de Fâtı-rmler devrinde mevcut olan kurumlann çoğu bazı düzenlemeler dışında aynen devam etmiştir. Ancak, Fatımî ideolojisiyle ilgili kurumlara müsamaha edilmemiş, onların yerine Sünnî kurumlar konmuştur. Şam el-Cezîre ve Kuzey Irak’ta Zengîler devrinde mevcut olan idari, askerî, malî ve kazaî teşkilât aynen devam etmiştir. Askerî teşkilât bakımından ise bütün ülkede iktâ (dirlik) sistemi tatbik edilmiştir. Bu devirdeki iktâ sistemi OsmanlIlardaki gibi, has, zeâmet ve dirlik olmak üzere üç dereceli bir manzara göstermektedir.

Kaza teşkilâtının başı bu devirde Başkadı’dzr. Ülkedeki diğer kadıları o tayin etmektedir. Başkadıdan başka kazasker de vardı. Kazasker sadece ordunun muhakeme işlerine bakardı. Bir de çok önemli davaların ve anlaşmazlıkların bakıldığı Mezâlim Mahkemesi vardı. Bu mahkeme Dârülacll’de Sultan’ın ve devlet büyüklerinin huzurunda hajtada iki gün oturumlar tertip ederdi. Bu mahkemede, ayrıca, devletin önemli işleri konuşulurdu. Bu bakımdan Mezâlim Mahkemesini OsmanlIlardaki Kubbealtı Divam’zzzzz ilk örneği sayabiliriz.

Eyyubîler Devleti kuvvetli bir maliye teşkilâtına sahipti. Bilhassa Mısır’da çok eski devirlere dayanan köklü bir maliye teşkilâtı vardı. Bu teşkilâtta idareci, tahsildar, eksper ve kontrolcü olarak çok miktarda memur vardı. Bunların önemli bir kısmı, yerli Hristiyan Kıpılardandı. İktisadî bakımdan devlet kendisine yeterliydi. Yerli üretimin yetmediği demir, kereste ve zift gibi stratejik maddelerin bir kısmı ticaret anlaşmaları yapılan İtalyan şehir devletleri vasıtasıyla temin ediliyordu. Ülkede ziraat ve ticaret çok gelişmişti. Bu iki sektör devletin ekonomisinin esasını meydana getiriyordu. Bunların yanında i-malât sanayii, hayvancılık ve ince sanatlar da gelişmişti. Ülke, baharat ve ipek yollarını Akdeniz’e bağlayan bir noktada bulunduğu için ticaret çok canlıydı. Aradaki devamlı harplere rağmen Müslümanlarla Haçlılar arasındaki ticaret kesilmeden devam etmiştir. Ülkenin para birimi altın (dinar)dı. Bununla beraber, içteki ticarî muamelâtın çoğu gümüş ve bakır parayla yapılıyordu. Ülkede her üç nevi para basılıyordu. Bilhassa Mısır altını en yüksek itibara sahipti. İnşaat ve gemicilik sektörleri de gelişmişti. Bu devirde pek çok kale, sur, köprü, hastane, medrese, hamam ve başka bayındırlık müesseseleri yapılmıştır.

Bu devir, sosyal yardımlaşma kurumlan bakımından İslâm tarihinin en müstesna dönemlerinden biridir. Büyük şehirlerin çoğunda halka parasız hizmet veren hastaneler, düşkünler ve yetim evleri, talebe yurtlan, imârethaneler vardı.
Nûreddîn devrinde Şam’da gelişmeye başlayan İlmî müesseseler, Salâhaddîn devrinde Mısır, Yemen, Hicaz gibi yeni zaptedilen ülkelere gitmiş, bu ülkelerde medreseler açılmıştırv Salâhaddîn ve daha sonraki Eyyûbî sultanlarının ilme ve âlimlere verdiği değer neticesinde Ey-yûbîler dönemi kültür ve ilim hayatı bakımından daima canlı geçmiş, Memlûklara müsait bir ilim ve kültür ortamı miras bırakmıştır.

Önsözle ilgili diyeceklerime son verirken şu hususu önemle belirtmek isterim ki, bu kitap yirmi yıl civarında süren çalışmaların neticesinde meydana getirilmiştir. Eğer Salâhaddîn gibi örnek bir devlet adamını ve devrini en doğruya yakın anlatmaya ve aydınlatmaya muvaffak olduysam, çabalarımın meyvesini almış sayılabilirim. Zira, bu gün onun devrindeki birlik ve beraberlik ruhuna her zamandan daha fazla muhtacız. Onun meydana getirdiği birlik ruhudur ki, Haçlılarla Moğöllar arasında sıkışmış, İslâm’ın en son ümidi olarak kalnuş bu devleti düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır. Ayrıca, Salâhaddîn tarafından Hıttin zaferinin kazanılırının ve Kudüs’ün Haçlılardan geri almışının sekiz yüzüncü yıldönümü dolayısıyla bu kitabı yayınlayan «Çağ Yayınları» yayın hayatımızda bu konudaki boşluğu doldurmakla önemli bir görevi yerine getirmektedir. Boşan Allah’ın yardı-mıyladır.

(1) İbn Senâ el-Mtilk, Dîvân, M. Abdtilhakk neşri, s. 9-10; Ravzateyn, II, 43; Müferrie el-Kürûb; II, 145; Salâhaddîn Devrinde Eyyûbîler Devleti, s. 400, 417.
(2) İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1983, II, 778; A. Magid Turkî, De quel-ques affinites culturelles tunisa-turques, Estrato della rivista «Alifba», 2, 4, Gennaio-Glugno 1985
(3) Nûbe halkı, Baybars ve Kalâvun zamanlarında Hristiyanlığı bırakarak Müslüman olmuştur.

Doç. Dr. Ramazan Şeşen



Birinci Bölüm
Siyasî Ve Askerî Tarih

I — Giriş
A. Haçlı Seferlerini Hazırlayan Sebepler

İslâm’ın ortaya çıkışı sırasında Ortadoğu’da iki büyük askerî ve siyasî güç vardı. Bunlar başkenti İstanbul olan Bizans Devleti ile başkenti Medâîn olan İran Sâsânî Devleti idi. Bu iki devlet aynı zamanda o zamanki medenî dünyanın bilim ve teknik bakımından en ileri ülkeleriydi. 622 yılında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle doğan İslâm Devleti, kısa bir zamanda hem Sâsânîleri, hem de Bizans’ı mağlup ederek topraklarını Türkistan’dan Pirenelere kadar genişletti. Bu yeni İslâm Devleti, Sâsânî Devleti’nin varlığına son verdi. Bizans’ın ise Anadolu hariç Asya ve Afrika’daki topraklarını kendi topraklarına kattı. Bu sırada Hristiyan dünyasından olan Batı Roma’nın vârisi Batı Avrupa lâtin dünyası çalkantılar içinde, geri bir halde olduğu için Bizans’ın yardımına koşacak durumda değildi. Avrupa’da henüz kuvvetli siyasî birlikler kurulmamıştı. Ana kuvvetini Arapların temsil ettiği Müslüman ordularının ilerleyişi, önemli ölçüde VIII. asrın ilk yarısında Fransa ve İstanbul surları önünde ve Anadolu’da durdu. Bununla beraber X. asrın başlarına kadar İslâm Dünyası, Avrupa karşısında askerî ve siyasî bakımdan üstün durumdaydı. Bu üstünlük Abbasî Devleti’nin parçalanması üzerine önce doğuda elden gitti.

Buna karşılık Bizans’ta askerî ve siyasî bakımdan bir yükselme devri başladı. Bizans Anadolu’da, Kafkasya’da, Akdeniz’de ve Balkanlar’da yeniden eski toprak bütünlüğünü elde etti. Güneydoğu Anadolu, Suriye, Lübnan ve hatta Filistin’deki Müslüman hâkimiyetini tehdit eder hale geldi. Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını geri aldı. Buraların Arap-Kürt-Türk yerli halkına karşı Hristiyan Ermenileri tuttu. Önce Mısır’da sonra Suriye’de Fâtimîlerin hâkimiyetlerini genişletmeleri Suriye’de bir ara kuvvet dengesini sağladı.

Fakat, Fatimî Hilâfeti şiî olduğu için Bağdat’taki Abbasî Hilâfeti ile rekabet halindeydi. Hatta, Büveyhîlerin sonlarında Bağdat su-başısı olan Besâsîrî vasıtasıyla bir ara Abbasî halifesini dahi göz hapsine aldı. Selçukluların ortaya çıkışı ile Ortadoğu’daki kuvvet dengesi bozuldu. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’ı alarak Abbasî halifesini ...




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues