La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Barzani


Auteur :
Éditeur : Compte d'auteur Date & Lieu : 1990, Stockholm
Préface : Pages : 400
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 150x215 mm
Code FIKP : Liv. Tr. Bil. Bar. 2214Thème : Mémoire

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Barzani

Barzani

Elinizdeki bu kitab, Dr. M. Sıraç Bilginin uzun bir süredir üzerinde çalıştığı M. Barzani'nin ve O'nun yaşamı dönemindeki Kürt sorununu inceleyen yapıtın birinci cildidir.

Barzani'nin her yönden kişiliğini ve mücadelesini inceleyen yazarın bu kitabı ne salt bir biyografya, ne tarih ve ne de bir romandır. Fakat bunların tümünü içeren bir eserdir. Bu eserle yazar şimdiye dek türkçede çıkan M. Barzani hakkındaki ön yargılı makale ve kitablardan daha değişik bir yöntemle, fakat daha gerçekçi bir şekilde soruna yaklaşmaktadır.

Bunun için yazar bilimsel araştırmalarla birlikte, M. Barzani hakkında yazılmış tüm kaynakları taramış, bu olayları yaşayan birçok kişilerle özel görüşmeler yapmıştır. Tüm bunlara ragmen yazarın bu kitabı Barzani konusunu aydınlatacak olan girişim zincirinin sadece başlangıcıdır.

M. Barzani, çağımızın son 50 yıllık dönemine tartışmasız damgasını vurmuş, en büyük Kürt lideridir..
Bu eserle Barzani'yi eğer biraz daha yakından okuyucularımıza tanıtabildikse, mutluyuz.


"... O tarihlerde henüz 10-12 yaşlarındaydım. Hürriyetin manasını, adaletsizliğin  anlamını kavramamıştım. Sokaklarda şarkı gibi dinlediğimiz hürriyet, adalet, musavat, uhuvvet prensiplerinin sadece kulakları tırmalayan kelimelerini ezberlemiştik. Biz bu kelimeleri bir şarkı biliyorduk. Nitekim sokaklarda da şarkı söyler gibi bu kelimeleri telaffuz. ediyorduk. Oysa o tarihlerde de hürriyet kelimesi altında insanların hürriyeti elinden alınıyor, adalet kelimesi altında insanlar gelişi güzel asılıyor, müsavvat kelimesi altında da bir zümre korunuyor, bir zümre de hapishanelerde sürünüyor, hele uhuvet (kardeşlik) kelimesi altında kardeş kardeşi öldurüyordu. İşte benim yaşadığım ortam buydu. Bu ortamda gözlerimi açtım. Bu ortamda annemin sütünü hapishane zindanlarında emdim. Bu ortamda büyük ağabeyimin sallanan cesedini Musul kapısında seyrettim."

"O günü gayet iyi hatırlıyorum. Oldukça yakıcı bir sıcak vardı. Musul alav alev yanıyordu adeta. Büyük bir kalabalık agabeyimle birlikte asılanların bulunduğu yere akın ediyordu. Biz önceleri kaçmıştık. Dağa bayıra doğru kaçmıştık. Ancak o gün ben birkaç arkadaşımla gizli gizli kalabalığa karıştım ve ağabeyimin asılı cesedini görmeye gittik. O tarihlerde Süleyman Nazif'in böyle bir şey yapacağına kimse ihtimal vermiyordu. Bab-ı Ali'nin tastik etmediği bir idam kararını vali nasıl infaz edebilirdi? Böyle bir adaletsizlik karşısında halk ne yapardı? Hatta bizzat padişah acaba Süleyman Nazif'i asmaz mıydı?

"Ben bir katırın sırtında, hep ağabeyimi düşünüyordum. Onun asılı cesedi gözümün önünden gitmiyordu. O küçük aklımda 'insan haksız yere aşılmaktansa, dağlarda, ormanlarda, kurtlar tarafından parçalansın daha iyidir' diyordum ve o anda hiçbir şekilde bir daha hapishaneye girmemeye yemin ettim. ölecektim, parçalanacaktım, kaçacaktım, fakat zindanlara düşmüyecektim ve böyle gaddar bir valinin elinde can vermiyecektim.

Hayata bu felsefe ile başladım. Ölüm var, fakat teslim olmak yok! ölüm var, fakat hapishaneye girmek yok! Bunun da artık bir tek çaresi vardı, dağlarda kalmak."

Barzanî

Giriş


Her ot kendi kökü üzerinde yeşerir.
Kürt atasözü

1900'lü yılların Kürt tarihini oluşturan hareketlerin en önemlilerinin ya içinde ya da başında bulunan Barzani, bir lider ve aksiyon adamı olarak ulusunun büyük çoğunluğun kalbinde haklı bir yere sahiptir. Ortadoğu'da bir olay olan Barzani'yi daha iyi tanımak, hareketlerine yorum getirebilmek için dünyaya gözünü açtığı yıllarda bölgenin ve ülkesi Kürdistan'ın siyasal sorununa kısaca bir göz atmakta yarar vardır.

Ordadoğu, dünya ticaret yollarının bilinebilen en eski tarihinden beri bir kavşak noktası iken, Kürdistan bu bölgenin göbeğidir. Hem kuzeye Rusya üzeri Çin'e giden kervanlar, hem de Hindistan yolu buradan geçmekteydi. İpek Yolu Kürdistan'da hala isim olarak da yaşamaktadır. Bu yolların kervanları, yörede güvenli bir konaklama alanı yaratmanın sıkıntılı mücadelesine yolaçıyorlardı. Her büyüyen imparatorluğun denetim sağlamak için ordularını gönderdiği bu yörede, sürekli bir istikrar asla sağlanamamıştır. Sümer, Asur, Pers, Roma, Moğol, Arap, Selçuk ve Osmanlı imparatorlukları sırayla bu toprakları kana buladıkları ve tarihe karıştıkları halde bugün hala bölgenin istikrara kavuşması için adresler aranmaktadır.

19.yüzyılın sonlarında, Kürdistan'ı aralarında bölen İran ve Osmanlı İmparatorluklarının çökme noktasına gelen zayıflıkları, dünyanın eski sömürgeci ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya ile yeni büyüyen Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya'nın iştahını kabartıyordu. Almanya, Osmanlı İmparatorluğuna yerleşmek için 1800'lü yılların ikinci yarısından itibaren sıklaştırdığı ilişkilerinden iyi sonuçlar almıştı. 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devlet'inden Bağdat Demiryolu'nu inşa "imtiyazı"nı kapması ilk bakışta farkedilmeyen önemde imkanları da beraberinde getirdi. İngiltere ve Fransa, Düyun-u Umumiye konsorsiyomu kanalıyla Osmanlı maliyesine tamamen el koyduklarından onların İmparatorluğun gelir kaynaklarının paylaşımı ile ilgili bir sorunları yoktu. Bu ülkeleri ve bunlardan özellikle Körfez bölgesine demir atmış olan İngiltere'yi asıl çileden çıkaran bu demiryolu yapımını üstlemiş olan Almanya'nın anlaşma ile birlikte sağladığı imtiyazlardı. Buna göre demiryolu güzergahının sağına ve soluna paralel ve yol boyunca 20 kilometre genişlikteki alanlarda bulunacak olan petrol yataklarını işletme hakkı Almanlara veriliyordu. Buna daha sonra Musul petrollerini işletme imtiyazı eklendi (1).

Rusya'nın sömürgeleştirme metodu ise değişikti. Onlar bu konuda ilhakçı bir anlayışa sahiptiler. Kafkasya Rusya'nın yumuşak karnıydı. Buranın güneyinde Körfez'e kadar uzanan bölümün yutulması için uzak planlar yaparken zaman zaman kendileri gibi Ortodoks Hıristiyan olan Ermenileri veya Müslüman Kürtleri "kullanma"yı ihmal etmiyorlardı. Bu büyük sömürgeci güçler arasındaki paylaşım mücadeleleri ve sıcak sürtüşmelerden sonra sağlanan antantlarda taraflar temelde avantajlarını korumaya çalışırken, bölge imparatorluklarına da manevra alanları sağlıyorlardı.

Öte yandan 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl aynı zamanda sömürge ülkelerde milliyetçi uyanışlara da sahne olmaktaydı. Bu uyanış, özellikle dünya teknolojik gelişmesine ayak uyduramamış, kendisi de yarı sömürge durumuna gelmiş olan Osmanlı İmparatorluğunu kemiriyor ve ufalmasına sebep oluyordu. 1820’li yılların sonundaki Yunan kurtuluş mücadelesinin başarısı uyarıcı oldu. Eski düşünce sisteminin sebep oluyordu. 1820'li yılların sonundaki Yunan kurtuluş mücadelesinin başarısı uyarıcı oldu. Eski düşünce sisteminin değiştirilmesi ve işlemez durumdaki Yeniçeri askerlik ocağının lağvı gerekiyordu. Devlet modernleştirilmeye çalışılacak, başlıca insan kaynağı Hıristiyan sömürgelerdeki halktan sağalanan "devşirme"ler ve "Acemi Oğlanlar" olan Yeniçeri sisteminin yerine yeni bir ordu kurulacaktı. Çünkü bu kaynaklar ulusal hareketlerin zaferi ile kuruyordu.

II. Mahmut'un ünlü Islahat Hareketi Türk tarihinde ilerici bir hamle olarak kabul görürken, bunun Kürdistan'daki yan etkileri bir felaketti. Zaten Türkler'in temelde Kemalist olan yazarlarının ilerici olarak selamladıkları her Osmanlı ve Türk hamlesi, Kürdistan'daki insanlar için hep rahatsız edici ve müdahaleci etkilerle hissedilecekti. Osmanlı sultanları yaptıkları ıslahatların bedelini Kürtlere ödetiyorlardı. Bu yüklerden bilhassa ikisi tahammül edilir cinsten değildi. Bunlar onbeş yıllık mecburi askerlik ile konulan çok ağır vergilerdi. Kararlar yürürlüğe girdiğinde Kürdistan'ın doğal toplumsal yapısı büyük yaralar almaya başladı. Kürt aşiretlerinin insan varlığı ve zenginlikleri hızla yokoluyordu. Bu durum kanlı zorunlu başkaldırılara ve katliamlara yolaçmaktaydı. 1830'larda gelişen Babanlar'ın ayaklanma hareketi,bu türdendi ve zincirleme gelişmelerle Bedirxan veya Yezdanşer ayaklanması ile devam edecekti.

1858'deki Arazi Kanunu Kürt tarihinde köşetaşıdır. Osmanlı İmparatorluk yönetimi bu kanunu çıkarmak suretiyle göçebe ve ele-avuca sığmaz Kürt aşiretlerini de denetim altına almaya amaçlıyordu. Böylece hem askelik için insan kaynağı elaltında tutulacak, hem de toprağın işletilmesiyle artacak üretimden daha fazla vergi alınacaktı. Bu kanunun bir de hesaplanıp hesaplanmadığı belli olmayan yan etkisi vardı. Kürt toplumsal yapısında redikal değişiklikler oluşuyor ve merkezi İmparatorluğa asimilasyon için malzeme sağlanıyordu. Bu kanunla birlikte, Kürdistan'ın bilhassa tarıma elverişli ova yörelerinde aşiret toprakları, aşiret reisinin özel mülkiyetine geçmeye başladı. Böylece aşiret ağaları giderek Osmanlılar'ın da bol keseden bahşettikleri paşalık ünvanlarıyla feodal beylere, aşiret kaynaklı olan prenslere dönüştü (2). "Prens" ünvanı toprakların yeni sahipleri tarafından keyifle kullanıldı. Bu yörelerde aşiret ilişkileri dejenerasyona ve kaybolmaya başlamıştı. Sonunda aşiret ilişkileri, derebeyi tarafından sadece askeri alanda faydalandığı bir kaynak olan aşiretle bağının devamı anlamında kullanılır oldu. Bu yeni beyler, eski "savaşçı lider" pozisyonlarını kaybetmişlerdi. Güçlerini, sadece sahip oldukları zenginlikten alır duruma gelmişlerdi. Kırsal alanda bu gelişmeler olurken, tarımda bir nüfus fazlası da oluşuyordu. Yeni beylerin dışladığı bu "fazla", yakın şehirlere veya uzak metropollere göçetmek zorundaydı. Detribilize olan veya bir diğer deyimle aşiret ilişkisinden kopan bu insanlar şehir kalabalığının içinde, onun gerektirdiği bir yapı kalıbına giriyorlardı. Uzak metropollere yerleşenleri ise bir iki kuşak içinde asimile olurken sömürgeci devletin nüfus tabanını genişletmekteydiler. Bu işin yan etkisi, sömürgeci devletin tabanını teşkil eden ulusun nüfusunun genişlemesi ve ulusal devlete daha yatkın hale gelmesiydi.

19.yüzyılın ikinci yarısında aşiret liderlerinin askeri liderlik niteliklerinin gerilemesi ile Kürt ulusal hareketinde yeni bir katman sahneye geldi. Bu güç, İslamiyetin sünni kesiminde, gücünü dinin iki tarikatından alan şeyhlerdi. Qadiri Tarikatı'nın kurucusu Şeyh Abdulkadir Geylani, XII. yüzyılda yaşamasına rağmen etkisi Kürt insanı arasında hala canlıdır. Bu tarikatın takipçilerinden Süleymanye'li Şeyh Said, 1908'de Türkler tatafından idam edilinceye kadar Kürt ulusal hareketinde önder rol oynadı. Oğlu Şeyh Mahmud Berzenci defalarca İngiliz ve Arap yönetimlerine kafa tutmuş, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin belli bir kesitine damgasını vurmuştu.

Nakşibendilik, Kürdistan'in sunni kesiminde Kadiri'liğin başlıca rakibidir. Çok eski bir geçmişi olan bu tarikatın yeniden kurucusu olarak; Baha al-din Nakşibend kabul ediliyor. Bu tarikatın bilhassa Halidiye kolu bizi ilgilendiriyor. Kurucusu, 1777'de Süleymaniye'den beş mil uzaklıktaki Baban'a bağlı Karadağ'da doğan Mevlana Halit'dir. 1808-1809 yılında Abd-Allah-ı Dıhlewi'den icazet alarak Şam'a gelen Mevlana Halit buradan tarikatını yaydı. Kürdistan'daki en önemli halifeleri; Nehri'ler ve Şeyh Ali'yê Septi (Palo'lu Şeyh Said bu zatın torunu) dir. Nehri'lerden, Seyyid Ubeydullah Nehri 19. yüzyıldaki Kürt ayaklanmalarından birine damgasını vurmuştu. Bu hareket hem İran, hem de Osmalı denetimindeki Kürdistan'ı kapsıyordu.

Nehri'lerden Seyyid Taha el- Nehri, Şeyh Taceddin'e halifelik vermiş ve bu olay, Barzan aşiret liderine etkinlik için önemli bir güç ve nüfuz kaynağa olmuştu. Osmanlılar'ın Arazi Kanunu, aşiretleri yerleşik olmaya zorladığında Şeyh Taceddin'in oğlu Şeyh Abdulselam Barzani ayaklanmış ve daha sonra görüşme bahanesiyle çağırıldığı Musul'da asılmak suretiyle idam edilmişti. (3)

II. Mahmut ve diğer Osmanlı sultanları'nın Kürdistan politikaları; bir yandan kırsal alanı ayaklandırırken, öte yandan da Kürtler'i iki ana kola ayırıyordu. Birincisi,başlıca tarıma elverişli arazileri ellerinde tutan ve genellikle sömürgeci devletle ilişkilerini işbirlikçi düzeyde yürüten derebeylerinin hakim olduğu ova kesimi, ikincisi; daha ziyade aşiret reisleri ve şeyhlerin etkin olduğu, aşiret ilişkilerinin kuvvetle sürdüğü kırsal alan. Bu kesim, sömürgecilerle sürekli sürtüşme halindeydi. Yavuz Selim döneminden beri büyük bir zulüm altında inleyen Osmanlı denetimindek alevi Kürtler'i ise dışa kapalı bir savunma toplumu oluşturmuş ve seyitlerle aşiret reislerinin etkin yönetimlerinde yaşamışlardır. Bu kesimin de; 1877'de Dersim'deki bir ayaklanması çabuk söndürülmüştü.

Sultan II. Abdulhamit'ın bütün politikasında olduğu gibi, Kürdistan politikasında da bariz farklılık vardı.Türk Kemalist yazarlarının "tutucu" dedikleri sultan Hamit dönemi, Kürtler'in nispeten rahat yaşadıkları bir dönemdir.

Sultan, Kürtler'deki isyan ateşini söndürmek için baskının yerini dostluk ve din kardeşliği temasının alması gerektiğini düşünüyordu. O, "Rumeli"de ve bilhassa Anadolu'da Türk ulusunu kuvvetlendirmek ve herşeyden önce içimizdeki Kürtler'i yoğurup kendimize maletmek şarttır" diyordu.(4) Bu amaçla iki teşebbüste bulunacaktı. İlkin, Kürt derebey ve ağalarının yönetiminde gayri nizami askeri birlikler oluşturdu. Hamidiye Alayları adı verilen bu kuvvet Rusya'daki Kazak birlikleri model alınarak oluşturulmuştu. Önemli komutanlarına paşalık ünvanı veren Hamidiye Alayları, içte Ermeniler'le Kürtler'in çıkardıkları karışıklıklarda kullanılacak, dışta da Rus tehlikesine karşı Kafkas cephesi'ne sürüleceklerdi. Komutanları da kendilerine verilen askeri rütbelerle övünerek padişaha daha büyük bir sadakatla bağlanacaktı.

Sultan Hamit'in ikinci teşebbüsü, ilkini İstanbul'da açtırdığı aşiret mektepleri idi. Bu mektebe Kürt derebeyleri ile ağalarının çocukları yerleştirilmişti. Amaç, bu okulda verilen eğitimle yetişen Kürt lider çocuklarını daha süratle asimile etmekti. Padişaha teşekkür borçlu olacak olan babaları ise düzene daha da bağlanacaktılar. Bazı tarihçilere göre bu çocuklar, ayrıca bir nevi rehine olarak da kullanılıyordu. Babalarını sadakata zorlayan rehineler... Fakat asimilasyon teşebbüsleri ters tepecekti. Aşiret Mekteplerinden yetişen Kürt aydınları, muhalefet güçlerinin ön saflarındaki yerlerini alıyorlardı.(5) Aşiret mektepleri mezunlan diğer okullardan yetişmiş olan unsurlarla birlikte Kürt ulusal hareketindeki üçüncü kesimi oluşturacaklardı. Kürt aydınları kesimi.

Bu kesim, imkanların elverdiği ölçüde dünyadaki gelişmelerden haberdar oluyor ve "cemiyet" denilen bir oluşumun birleştirici rolünü seziyordu. Böylece Kürt tarihinde bildiğimiz ilk devlet ve aşiret dışı örgüt olan "Kürdistan Azmi Qawi Cemiyeti" oluştu. 1900'de kurulan ve dört yıl sonra kapatılan bu cemiyetin Sultan Hamit'i sinirlendirdiği ortada. Sultan politikasını gözden geçirirken Aşiret Mekteplerinin Türklük için bir hata olduğunu anladı ve kapattı.

Öte yandan Kürdistan'daki yapısal gelişme, ulusal birliği kıracak şekilde bir toplumsal deformasyon yaratmıştı. 1858 toprak kanunundan beri çarpıklaşan toplumsal yapının sonucudur bu deformasyon. Osmalı denetimindeki Kürdistan'da kaba hatlarıyla iki ayrı ve zıt bölge oluştu. Birinci bölge, sömürgeci devlet mekanizması ile entegre olmaya hazır derebeylerinin yönetsel ağırlığa sahip olduğu detribilize (aşiret ilişkisi çözünmüş) ova Kürdistan'ı.. Pazar ekonomisine geçmeye ve dolayısıyla "kapitalizmin şafağında"ymış gibi görünen bu kesimde yaşayan Kürtlerin "uluslaşma" denilen sürece öncülük etmeleri beklenirken, aksine, bunlarda asimilasyona uğrama eğilimi ağır basıyordu. Kürdistan'da varlığını koruyan ikinci bölge ise; sömürgeci devlet mekanizmasına her an başkaldırmaya hazır, kuvvetli aşiret ilişkilerinin hakim olduğu daha ziyade dağlık alan. Bu alanda kurulu bulunan Kürt - İslam medresesinden mezun şeyh ve mollaların "aydın" rolünü üstlendiklerini de tabloya ekleyelim. Bu geleneksel aydınlar, bütün öğrenim süreçlerini aşiretlerin içinde hayat bulan bu yerel medreselerde tamamlıyordu. Dolayısıyla halkla bağları sağlamdı ve onların en fazla önem verdikleri duyguların tercümanıydılar.

Kürdistan ulusal hareketindeki modern eğitim görmüş aydınların İmparatorluk içi ve uluslararası politik gelişmelerden haberleri vardı ve onlar bu gelişmelerden etkilenmişlerdi. Birer kadro niteliğindeki bu insanlar, asrın başından beri gelişmiş olan bir Kürt millet bilincine sahipti. Fakat bunların bir şanssızlığı vardı, -ki bu şanssızlık Kürt ulusal hareketinin de şanssızlığıdır- o da şu; bu grup genellikle aşiret ilişkileri çözünmüş toplumsal kesimlerden geldiğinden, silahlı mücadele potansiyeli yüksek olan kırsal alanlarla bağı oldukça zayıftı. Ayrıca Kürt medresesinden mezun olan şeyh ve molla grubuyla da süreç içinde gelişen derin çelişkileri de cabası... Kürt ulusal hareketi, şehir alanındaki milliyetçi gelişmeyi, kırsal alana bağlayacak sağlam bir transmisyon kayışını bulamamanın acısını hep çekti.

Bu ön belirlemelerden sonra şimdi Barzani'in ilk yıllarına geçebiliriz.

1

Barzani'nin Çocukluğu
ve 1930 Devrimleri

"Olsaydı eğer bir ittifakımız bizim
Hep birlikte boyun eğseydik birbirimize,
Rumlar*, Araplar ve Acemler tümüyle
Hepsi uşaklık ederdi bize
O zaman dini de, devleti de tamamlardık
Ve elde ederdik bilimi de, hikmeti de."

Ahmed-î Xanî

Barzan aşireti, Amadiya yakınlarında yaşayan ve Amadiya prenslerinin bir kolu tarafından oluşturulmuş eski ve savaşçı bir aşirettir. Aşiretin merkezi, Büyük Zap ırmağının sol kıyısında kurulmuş bulunan sarp dağlarla çevrili, alalede yoksul bir Kürt köyü olan Barzani liderlerinin Seyyid Taha (Nehri) den icazet almasından sonra dinsel bir nüfuz alanı haline gelen Barzan, bölgede sufiliğin yayıcısı bir medreseye kavuşmuştu. Buradan icazet alan mollalar bu etkiyi gün be gün genişleteceklerdi.

Geçim kaynakları kıt olan Barzan'lılar, bunu sağlamak için sık sık çevre aşiretlerle kavgalara girmek zorunda kalıyor, her zafer onlara bir dahaki sefere kadar ek geçim imkanları sağlıyordu. Onlar "erkek kılıçtan geçmek için doğmuştur" diyen eski Kürt atasözüne uygun olarak yaşamaktaydılar. Türklerle, İranlılar'la, Araplarla, komşu Kürt aşiretleriyle savaşmak, onların başlıca mesleğiydı.(1)

.....

* Rumlar: Osmanlılar anlamına kullanmış.




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues