La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi I


Auteur : Multimedia
Éditeur : Yurt Date & Lieu : 1992, Ankara
Préface : MultimediaPages : 416
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 145x215 mm
Code FIKP : Liv. Tr. 2539Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi I

Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925 - I
Bilim yöntemi Türkiye’deki uygulama - 7

Bu araştırma, Kürdistan'ın ve Kürt ulusunun bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konularıyla ilgilidir. Kürtlere ve Kürdistan'a uygulanan "böl-yönet ve yok et" politikalarının oluşturulması, hayata geçirilmesi ve uygulamanın sonuçlarıyla ilgili hipotezler ileri sürmek, bu hipotezlerle bazı açıklamalar yapmak, bu araştırmanın önemli bir amacıdır.

Kürdistan, elbette, kendi kendine, durup dururken parçalanmamıştır. Kürt ulusu kendi istek ve iradeleriyle bölünmemiştir. Kendi kendini bölmemiş, bu parçalar için ayrı ayrı devletlerin boyunduruğunu talep etmemiştir. Kürt ulusu ve Kürdistan ile ilgili politikaların saptanmasında, zamanın en güçlü emperyalist devletlerinin istek ve iradesi birinci planda rol oynamıştır. Bu kuşkusuzdur. Fakat Kemalist hareketin Kürdistan üzerindeki emellerini, bu emelleri gerçekleştirebilmek için emperyalist devletlerle yaptığı işbirliğini de hiç gözden uzak tutmamak gerekir. İttihat ve Terakki'nin ve O'nun devamı olan Kuvva-i Milliye'nin, Kemalistlerin, Kürdistan'a ilişkin isteklerini, arzularını hiçbir zaman dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Birinci dünya savaşı sırasında gelişen olaylar, Osmanlı Devleti'nin, Kürdistan üzerindeki hegemonyasının azalması sonucunu getirmiştir. Birinci dünya savaşı sonunda Osmanlı Devleti'nin yenilmesi, Ittihat ve Terakki hükümetinin düşmesi bu hegemonyanın azalması anlamına gelmektedir. İşte bu koşullarda 1917 Ekim Devrimi'nin, İttihatçıların devamı olarak ortaya çıkan Kemalist harekete önemli bir manevra alanı açtığını, alanın genişlediğini görmekteyiz...


ÖNSÖZ

Kürdistan araştırmaları

"Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925", Bilim yöntemi, Türkiye'deki uygulama, dizisinin yedinci kitabıdır.1

Bu çalışma 1978, 1979 yıllarında yapılmıştı. Fakat, dizinin dördüncü, beşinci ve altıncı kitapları sözü edilen dönemde, zamanında yayınlanamadığı için bu çalışma da daktilo edilememiş, yayınlanacak bir hale getirilememişti... Bu metin daha çok, 1978-1979 yazımını esas almaktadır. Özellikle son yıllarda, Kürt sorununa ilişkin pek çok kitap, makale yayınlanmıştır. Bu yayınlar sürmektedir. 1978-1979 yazımını esas alan bu çalışmada bunlardan da yararlanmaya, en azından, bunlara da değinmeye özen gösterilmiştir. Bu çalışmanın bundan sonraki ciltlerinde, bu yayınların daha etraflı bir şekilde değerlendirilebileceği kanısındayım.

II
Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygulama2 dizisinin dördüncü, beşinci ve altıncı kitaplarını yayınlarken, her kitabın baş tarafına ikinci bir önsöz yazmak gereğini duymuştum. 12 Eylül'den önce, Komal Yayınevi Sorumlu Yönetmeni olan Recep Maraşlı arkadaşımız bu Önsözler üzerine bir broşür yayınladı. "İ. Beşikçi'nin 12 yıl 8 ay sonra 'İkinci Önsöz'ü üzerine" (Komal, Aralık 1990) başlığını taşıyan broşür, sözü edilen çalışmaların neden yayınlanamadığını açıklamaya çalışmaktadır.

12 Eylül'den sonra Komal Yayınevi'ne çok büyük baskılar yapıldığı, bu yüzden de incelemelerin yayınlanamadığı belirtilmektedir. 12 Eylül'den sonra, Kürt sorunuyla ilgili yayın yapan yayınevlerinin, sol yayınevlerinin, yazarların çok büyük baskılar karşısında kaldığı bilinmektedir. Bu dönemde sağlıklı bir yayın yapılamayacağı açıktır. Fakat benim anlatmaya çalıştığım 1977-1980 dönemidir, yani 12 Eylül'den önceki dönemdir. Bu dönemde, bu incelemelerin yayınlanamamış olması yeni çalışmalar yapılmasını engellemiştir.

Şu da var: Bu çalışmaları zamanında yayınlamadı diyerek Komal'ı eleştirmek çok doğru değildir. Fakat, bu çalışmaların yayınlanabilmesi için başka olanakların araştırılması konusunda çaba sarf etmemesi eleştirilmelidir. Komal şunu söyleyebilrneliydi: "... Olanaklarımız elverişli değil, başka olanaklar arayalım, başka yayınevleriyle görüşelim, onların yardımlarını isteyelim, sen de istediğin kişilerle veya yayınevleriyle görüşebilirsin, beraber de görüşebiliriz..." Komal bana bu olanağı vermedi... Çalışmanın yayınıyla ilgili bir soru sorduğumda, gündemde olduğunu, yakında yayınlanacağını... söylüyorlardı... "Para arıyoruz...", "Para bulduk kağıt arıyonız...", "Kağıt bulduk matbaa arıyoruz..." Her defasında benzer şeyler söyleniyordu, çalışmanın yakında, muhakkak yayınlanacağı söyleniyordu... Buysa benim başka olanaklar aramama engel oluyordu... İşte bu eleştiriye konu olabilir. Kornal hem bu çalışmaları zamanında yayınlamadı, hem de benim yayın konusunda başka olanaklar araştırmama engel oldu. Olanak aramak mümkün olsaydı, fakat o olanağı bulamasaydım, o zaman kimseye bir şey söyleyecek bir durum ortaya çıkmazdı...

Öte yandan, sözü edilen bu broşürde hiç bahsedilmeyen önemli konular var. Bizim Kürdistan hakkındaki, Kürt toplumu hakkındaki bilgilerimiz çok azdır, yanlıştır. Bunun temel nedeni, kuşkusuz sömürgeci devletlerin uyguladığı ırkçı politikalardır. Bu durumda, mümkün olduğu kadar çok araştırmanın, incelemenin yapılması, yayınlanması önemli olmaktadır. Araştırıcıların bu yönden teşvik edilmeleri de gerekir. Fakat, "araştırmanın bu paragrafı bizim görüşlerimize aykırı görülüyor, şu şekilde değiştirsek olmaz mı?" "... Şu sözcüğü çıkarıp yerine şunu koyalım..." Bunlar, kuşkusuz çok yanlış olan önerilerdir. Bir kitabın kapağında, yazarının adı varsa, bu tür önerilerin çok yanlış ve uygunsuz olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yazarın görüşlerini, herhangi bir yayınevinin veya herhangi bir siyasetin görüşlerine uydurmaya çalışmak yanlış bir çabadır. Yazarın adı belli olduğuna göre, kitap yayınlandığı zaman isteyen kişiler, istedikleri gibi eleştirebilirler. Eğer siz bir yazı veya kitap yayınlıyorsanız, başka biri de sizi eleştirebiliyorsa, işte bilim böyle bir süreçte gelişir. Önemli olan böyle bir ortamın gelişebilmesi için çaba sarf etmektir. Halbuki, 1979, 1980 yıllarında, Toptaşı Cezaevi'ndeyken, "Tunceli kanunu.(1935) ve Dersim jenosidi (1937-1938)" isimli çalışmanın yayınlanması konusunda yukarıda anlatmaya çalıştığım çerçevede bazı tartışmalar oldu. Taraflardan biri cezaevindeyse, bu tür tartışmaların çok yavaş ilerleyeceği de besbellidir. 12 Eylül böyle bir süreçte gelmiştir, böylece yayın işi tamamen ortadan kalkmıştır. Sonrası ise malum...

Bütün bunlara rağmen Komal Yayınevi'nin, 1970'li yılların ortalarında, yani 12 Mart sürecinden sonra Kürdistan'ın ve Türkiye'nin fikir hayatında çok önemli bir rol oynadığı açıktır. Yukarıda belirtilen olumsuzluklarını da, olumsuz koşulların ortaya çıkardığı "talihsizlik'ler" olarak değerlendirmek gerekir kanısındayım.

III
Kürt sorununun odak noktasında, Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması vardır. Kürt sorununun odak noktasında Kürt ulusuna böl-yönet politikası uygulanması, Kürt ulusunun bağımsız devlet kurma hakkının gasp edilmesi süreci vardır. Fakat bu süreç, Türk üniversitesi, Türk basını, Türk siyasal partileri, Türk işçi kuruluşları, Türk din kuruluşları vs. tarafından ısrarla görmezden gelinmektedir. Son bir yıl içerisinde, Kürt sorunu üzerinde, çeşitli kesimlerden kişilerle yapılan görüşmeleri içeren kitaplar yayınlanmıştır.2 Bu görüşlerin ortak bir özelliği vardır: Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusuna hiç dikkat çekmemek... Sorunu Misak-ı Milli çerçevesi içinde ele almakla Kürt sorununu kavramak mümkün değildir. Çünkü bu, birbirlerinden etkilenen ve birbirlerini etkileyen ve bu şekilde organik bir bütün oluşturan bir sürecin keyfi olarak parçalanması demektir. Bunun eksik ve yanlış sonuçlar ortaya koyacağı açıktır. (2) Numaralı dipnotunda gösterilen kitaplarda, sözü edilen yayınların hemen hemen hepsinde de bu durumu görmek mümkündür. Yalnız Rafet Ballı'nın konuştuğu kişilerden bazıları Kürdistan'ın bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış yapısına dikkat çekmiştir. Bunların hepsi de Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde yaşayan Kürt aydınları ve Kürt politikacılarıdır.

Bu çalışmada, üzerinde durulan temel olguysa Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Bu sürecin nasıl gerçekleştirildiğinin incelenmesidir.

IV
Kemalist hareketin en önemli başarısı, kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşudur. Kemalistler bu süreçte Doğu'da ve Güney'de Ermenilerle, Batı'da Yunanlılarla savaşmışlardır. Bu arada, Koçgiri gibi bazı yerlerde Kürtlerle yapılan savaşları da unutmamak gerekir. Kemalistler, Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının kazanılmasında Ermenilere ve Yunanlılara karşr Kürtlerin yardımını sağlayabilmek için çok önemli bir çaba harcamışlardır. Kaderi, özellikle Kürt aşiretlerini, aşiret reislerini ve Kürt şeyhlerini Kemalist harekete kazanabilmek için onlara politik içeriği olan vaadlerde bulunmuşlardır. Bu, 1919-1922 yılları arasında görülen önemli bir süreçtir. 1922 yılı ortalarından itibaren durum değişmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren ise durum çok köklü bir şekilde ve Kürtlerin aleyhine değişmiştir.

Kemalist hareketin başka bir başarısı ise Türkiye Cumhuriyeti'ni çağdaşlaştırma çabalarıdır. Merkezi bir yapıyı yeniden oluşturmak için önemli bir çaba harcanmıştır. Merkezi bir yapının kurulmasıyla Türk ulusunun örgütlenmesi birbirine paralel giden iki süreçtir. Yeni Türk Devleti'nin kurulmasından, yani Cumhuriyetin ilan edilmesinden itibaren Kürtlerin ulusal varlığı inkar edilmiş, Kürtler, Türk sayılmaya başlanmıştır. Kürtlerin kamu hizmetlerinden yararlanması, kamuda görev alabilmesi Kürt kimliğini inkâr koşuluna bağlanmıştır. Kürtlerin ülkesi Kürdistan, Türk topraklarının bir parçası sayılmıştır. Türk Devleti'ni çağdaşlaştırma çabası içinde birbirleriyle paralel ve içiçe gelişen bu iki süreci dikkatlerde uzak tutmamak gerekir. Görüldüğü gibi merkezileşme ve Türk ulusunun örgütlenmesiyle birlikte, Kemalistlerin Kürtlerle çatışması başlamıştır. 1919-1922 Türk-Ermeni ve Türk-Yunan savaşları sürecinde ittifak aranan Kürtler artık inkâr edilmektedir. Kürt adı ve Kürdistan adı yasaklanmaya başlanmıştır.

Kemalistlerin Türkler açısından üçüncü bir başarısını daha sayabiliriz. Bu Türk kimliğinin kazanılmasıyla ilgili bir süreçtir. Burada Türk Tarih Tezi'nin ve Güneş-Dil Teorisi'nin üzerinde önemle durmak gerekiyor. Fakat bu tezlerin Kürt toplumunu da ilgilendiren çok büyük, çok önemli sonuçları olmuştur. Türk Tarih Tezi'nin ve Güneş-Dil Teorisi'nin Kürtlerin varlığının inkârıyla çok yakın bir ilişkisi vardır. Türk kimliğinirı kazanılmasıyla ilgili süreçlerde, Kürtlerle çatışma daha da derinleşmiş ve yaygınlaşmıştır.

V
Son aylarda, yayınlarımızla ilgili bazı eleştiriler ve suçlamalar yapıldı. Teori dergisinde, Doğu Perinçek, " 'Kürdistan Sömürgedir' Tezi Çıkmazda" başlıklı bir yazı yayınladı. (Sayı 23, Kasım 1991) Yine Teori dergisinde, Mehmet Bedri Gültekin "İsmail Beşikçi Eleştirisi" başlıklı bir yazı yazdı. (Sayı 24, Aralık 1991)

Bu yazılarda, "Beşikçi devrimci değildir. Marksist-Leninist değildir, enternasyonalist değildir. Beşikçi şovenistlik yapmaktadır. Kürt milliyetçiliği yapmaktadır..." denilmektedir... Yine bu yazılarda "Türk milliyetçiliği" "Kürt milliyetçiliği" gibi kavramlara aynı ağırlık verilmektedir, aynı kefeye konulmaktadır. Kürtlerdeki ulusal ve toplumsal uyanış küçümsenmeye ve mahkûm edilmeye çalışılmaktadır... " 'Kürdistan sömürgedir' tezi, Kürt milliyetçiliğini geliştirmeyi amaçlayan bir tezdir" denilmektedir... Bu eleştiriler ve suçlamalarla ilgili bazı açıklamalar yapmak gereğini duymaktayım.

Kürt ve Kürdistan sözcükleri 70 yılı aşkın bir zamandır yasaklanmıştır. Kürtlerin ulusal varlığı, Kürtçenin varlığı inkâr edilmiştir. Herkesin Türk olduğu, ancak Türk olanların mutlu olacağı vurgulanmıştır. Kürdistan'da, dağa, taşa, her yere "Ne mutlu Türküm diyene", "Türk öğün, çalış, güven", "Bir Türk dünyaya. bedeldir", "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" gibi sloganlar yazılmıştır. Kürdistan'daki bütün kamu binalarının giriş kapılarına, duvarlara, bu tür sloganlar yazılmıştır. Okullarda Kürt çocuklarına, hergün "Türküm, doğruyum, çalışkanım..." andı okutturulmuştur... İlkokuldan liseye kadar bütün okullarda, yüksek okullarda yalana dayalı resmi ideolojinin propagandası yapılmıştır. Yalana dayalı resmi ideolojiyi hayata geçirebilmek için, bu politikalara "gerçeklik" kazandırabilmek için, baskı, zulüm, işkence, katliam, sürgün, soykırım sık sık kullanılmıştır. "Türküm Mutluyum" diyen Kürtler, kendi ulusal kimliğini inkar eden Kürtler, Türk devlet bürokrasisi içinde her kademede görev alabilmiştir. Kendi öz kimliklerini inkâr eden, Türkleşen, Türkleşmenin propagandasını yapan, Kürt toplumu olma özelliklerini savunan kişilere, devrimci ve demokrat Kürtlere karşı kararlı mücadele yürütenler, Türk devlet bürokrasisi içinde kolayca yükselmişlerdir. Kürt toplumu olma özelliklerini savunan, bu mücadelede kararlı olan Kürtler ise değil memur, kapıcı bile yapılmamıştır... Bu tür devrimi ve demokrat Kürtler, baskı, zulüm, işkence, mağduriyet ve zindandan başa bir şey görmemişlerdir...

Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu devlet politikasının, Kürt insanlarının ruhsal yapılarının şekillenmesinde çok büyük çarpıklıklara neden olduğu bilinmektedir. "Düşünülmüş" Kürt, "düşünülmüş" Kürt toplumu böyle bir süreç içinde oluşmuştur. Kendi ulusal kimliğini, öz kimliğini inkâr eden, yalana dayalı resmi ideolojiye ve onu uygulayanlara itaat eden, kendine ve ulusuna güvenemeyen, kendini ezenlere karşı boynu her zaman bükük olan bir kişilik...

Yazılarımızda, Kürt insanının, Kürt toplumunun bu temel özelliklerine dikkat çekmeye, çalıştık. Savunmaya çalıştığımız sadece Kürt insanının veya Kürt toplumunun değerleri değildir, insanlığın evrensel değerleridir... Kürt kimliğinin ve Kürdistan kimliğinin inkâr edilmesine karşı tepkiler, aslında, baskıya, zulme, işkenceye, sürgün, katliam ve soykırıma karşı tepkilerdir. Özgürlüğü, eşitliği, ulusal onuru savunmak insanlığın önem verdiği en temel değerlerdendir. Kimliği inkâr edilen, bunun için ülkesinin ve ulusunun adı yasaklanan, dili yasaklanan, aşağılanan insanların, gasp edilmiş bu temel değerleri için mücadele etmemesi düşünülemez. Bunların milliyetçilik olarak, milliyetçi değerler olarak sunulması yanlıştır... Bunlar milliyetçi değerlerden çok daha temelde duran değerlerdir. İnsanların adı, sanı, kimliği, insan oldukları için sahip oldukları değerlerdir. İnsanları, toplumları bu temel özelliklerinden kopardığınız zaman, onların bu temel özelliklerini gasp ettiğimiz zaman, bunların muhakkak, çok önemli sonuçları olacaktır. İnsanların veya toplumların temel değerlerinde, çok önemli eksilmeler olacaktır.

Kürdistan'da, dünyada bir eşi daha görülmeyen ırkçı ve sömürgeci bir politika uygulanmaktadır. Dünyada hiçbir ulusun temel değerleri Kürt ulusunun, Kürt insanının temel değerler kadar inkar edilmemiştir. Türk solcularınınn, Türk Marksistlerinin böyle bir sorunu yoktur... Şöyle düşünelim: Türkiye'nin bir düşman güç tarafından işgal edildiğini, bu düşman gücün Türklerin dilini ve kültürünü inkar ettiğini varsayalım. Bu düşman gücün Türklere kendi dillerini ve kültürlerini dayatmaya çalıştıklarını düşünelim. Baskı, zor, zulüm, zindan, sürgün, katliam, soykırım gibi her türlü yol ve yöntem kullanılarak, işgalcinin Türklere, Türk toplumuna kendi dilini ve kültürünü dayatmaya çalıştığını düşünelim. Acaba, Türk Marksistleri, Türk solcuları bu durum karşısında nasıl davranacaklardır. Türk solcularının, Türk Marksistlerinin bu durumu düşünmelerinde yarar vardır. Kaldı ki Kürdistan'daki durum, yukarıda kısaca belirtilmeye çalışılan varsayımdan çok daha ağırdır.

Kürtler "Ne mutlu Kürdüm diyene" mi diyorlar? Veya Kürtlere "Ne mutlu Kürdüm diyene deyin" diye propaganda yapanlar mı var? "Bir Kürt dünyaya bedeldir", "Kürt öğün, çalış, güven" diye bağıranlar mı var? Her sabah okullarda, Türk çocuklarını "Kürdüm, doğruyum, çalışkanım..." diye bağırtanlar mı var? Bütün bunların olmadığı açık bir gerçek... Kürtlerin Türkleri, Arapları veya Farsları asimile etmek gibi bir amaçları yok... Halbuki Kürtler, Kürt ulusal kimliğini, Kürdistan kimliğini inkâr eden ırkçı ve sömürgeci bir zihniyete ve uygulamaya karşı varlık mücadelesi yapıyorlar. Kendilerini ezen Türk, Arap ve Fars devletlerine karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesi yapıyorlar. Kürt olmaktan değil insan olmaktan doğan haklarını, insan olmaktan doğan temel değerlerini savunuyorlar. Milliyetçilik kavramına olumsuz anlamlar yükleyerek, bütün bu süreci de "milliyetçilik yapılıyor", "bağnaz milliyetçilik yapılıyor, "dar milliyetçi görüş çözüm değildir gibi sözlerle, küçümsemeye çalışılıyor. İnsanların baskı, zulüm ve inkâra karşı, yalana dayalı resmi ideolojiye karşı onur mücadelesi yapmasını, varlık mücadelesi yapmasını küçümsemek anlaşılır bir şey değildir. Burada ele alınması gereken, eleştirilmesi gereken Kürtlere uygulanan baskı ve zulüm politikalarıdır. Kürt kimliğinin ve Kürdistan kimliğinin inkârıyla ilgili süreçtir. Bizleri eleştiren Türk solcularının, Türk Marksistlerinin, resmi ideolojinin 'inkâr politikalarına ve uygulamalarına karşı bir şey dedikleri yok... Biz yazılarımızda, Türk üniversitelerini, Türk basının', Türk siyasal partilerini, Türk yargı organlarını vs. eleştirdik. Resmi ideolojinin, Kemalist ideolojinin etkilerinden sıyrılamıyor Kemalist ideolojiyi eleştiremiyor diye Türk solunu, Türk sosyalist hareketini, Türk Marksistlerini de eleştirdik... Bizleri eleştiren, suçlayan Türk solcularının, Türk Marksistlerinin ise yalana dayalı resmi ideolojiyle, bu ideolojiyi üreten ve yaymaya çalışan Türk üniversitesiyle, Türk basınıyla, Türk siyasal partileriyle ciddi bir sorunları yok... Hep bizleri eleştiriyorlar... "Milliyetçilik yapılıyor", "dar milliyetçilik yapılıyor, "bağnaz milliyetçilik sergileniyor" diyorlar... Kullandıkları kavramlar ne olursa olsun; Marksist ideoloji ne kadar vurgulanırsa vurgulansın, sınıf mücadelesi, enternasyonalizm, emekçilerin birliği gibi kavramlar ne kadar sık kullanılırsa kullanılsın resmi ideolojinin yanında yer alıyorlar, devlete destek veriyorlar...

Bazı Kürtlerin, Kürtleri bütün uluslardan üstün gördükleri, benzer düşünceler sergiledikleri ileri sürülebilir... Bu anlayışta olan Kürtlerin var olduğunu düşünsek bile, sayıları çok az olan, bu düşüncede olan Kürtlerin var olduğunu düşünsek bile, bunları, ırkçı ve sömürgeci politikalara karşı bir tepki, bir duygu açıklaması olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Kürtler Türkleri, Arapları, Farsları... asimile edecek mekanizmalara sahip değildir. Halbuki Türk Devleti bu mekanizmalara sahiptir. Kamu yönetimi, devlet bürokrasisi, ordu, polis, gazeteler, radyo, televizyon gibi basın-yayın kurumları, ana okulundan, ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim kurumları, dinsel kurumlar, işçi kuruluşları hep bu amacı gerçekleştirebilmek için seferber edilebilmektedir. O halde eleştirilmesi, geriletilmesi gereken devletin bu baskıcı ve sömürgeci anlayışıdır. Bütün bunlara rağmen, uğrunda bunca mücadeleye giriştikleri temel değerleri, Kürt kimliğine bağlı olan değerleri milli değerler olarak kabul etmek mümkündür.

VI
Türk solunun ve Türk sosyalist hareketinin Kürt solunun gelişmesi üzerindeki etkisini iki bölümde incelemek mümkündür. Olumlu etkilerinin olduğu kuşkusuzdur. Fakat olumlu olmayan etkilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Olumlu olmayan etkilerini, özellikle milliyetçilik kavramına yüklenen anlamla ilgili olarak görmek gerekir. Aslında, Türk solunun ve Türk sosyalist hareketinin büyük bir kısmı hep milliyetçilik yapmıştır. Fakat Kürtlerin gasp edilmiş temel değerlerine tekrar sahip olabilmek için giriştikleri mücadeleyi milliyetçilik olarak suçlamış ve aşağılamıştır... Kürtlere enternasyonalizm önerilmiştir... Kendi gasp edilmiş kimliğinin, ulusal değerlerinin bilincinde bile olmayan bir kişinin enternasyonalist olması mümkün müdür?
Böyle bir enternasyonalizm anlayışı sağlıklı mıdır, kalıcı olur mu? Eşitlik olmadan kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kurulması mümkün müdür? Türk solu ve Türk sosyalist hareketi bu düşüncesi, bu tavrı ve davranışıyla Kürt solu üzerinde hegemonya kurmaya çalışmıştır... Bu hegemonya artık yıkılmıştır. Kürt solunun gelişmesiyle yıkılmıştır... Türk solundaki panik havası da bundan ileri gelmektedir. Bu düşünceleri somut bir örnek aracılığıyla açıklamakta yarar görüyorum.

Türkiye işçi Köylü Partisi'nin 12 Eylül duruşmalarını içeren bir kitap var. Kitabın adı. Türkiye İşçi Köylü Partisi "İddianame ve Sorgu" adını taşıyor. Kitap, Sıkıyönetim Askeri Savcısının, 24 Nisan 1981 tarihli iddianamesini ve Türkiye İşçi Köylü Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in "Sorgu"sunu kapsıyor. Bu konudaki dilekçe 29 Haziran 1981 tarihini taşıyor. Kitapta Av. Hüseyin Gökçeaslan'ın 31 Ağustos 1981 tarihli Önsöz'ü var. Kitap Ankara'da yayınlanmış. Tarihi belli değil, 1981 yılı sonbaharı olsa gerek... Bu kitaptan bazı alıntılar yapmak istiyoruz:

"Devleti yıkma iddiasına en açık cevap:

Yaşasın Türkiye' sloganımızdır”

"Milli bayrağımız bütün yürüyüşlerin başında dalgalandı"

"Devleti dış tehdide karşı savunma anlayışı, Partimizin, Türkiye Cumhuriyeti'nin simgesi olan ayyıldızlı bayrağa karşı tutumuna da yansımıştır. Milli bayrak bütün toplantılarımızda asılmış, bütün yürüyüşlerimizin başında dalgalanmış ve bu tutumumuzu eleştirenlere karşı açık bir ideolojik mücadele yürütülmüştür..." (s. 124-125)

"Bağımsız Türkiye" sloganı 1960'lı yıllarda, 1970'li yılların ortalarında ve sonlarında, Türk solcularının Türk sosyalist hareketinin ve Türk Marksistlerinin sık sık dile getirdikleri en önemli sloganlardan biriydi. Türkiye kavramı üzerinde durmak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti, 1923'de kurulan yeni devletin adıdır. Kürdistan ülkesinin önemli bir bölümünün de yeni kurulan devletin sınırları içinde bırakıldığı bilinmektedir. Lozan'a varan süreçte, yani 1915-1925 arasında, Kürdistan üzerinde emperyalist bir paylaşım mücadelesi sürdürülmüştür. Lozan Konferansı bu emperyalist paylaşımı garanti altına alan bir belgedir. Kemalistler bu paylaşımdan önemli bir pay almışlardır. Bunu da, emperyalist İngiltere'yle ve emperyalist Fransa'yla işbirliği ve güçbirliği yaparak sağlamışlardır... Böylece, Kürdistan ülkesinin önemli bir kısmı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin'sınırları içinde bırakılmıştır. işte bu bölünmeden, bu parçalanmadan, bu paylaşımdan dolayı, Türkiye'nin bir Kürdistan'ı var, Irak'ın bir Kürdistan'ı var, İran'ın Kürdistan'ı, Suriye'nin Kürdistan'ı var, fakat Kürtlerin Kürdistan'ı yoktur. Bu durumda "Yaşasın Türkiye" sloganı, bir emperyalist ve sömürgeci bölüşmeyi, paylaşmayı aynen kabul etmek, onaylamak, bu statükoyu sürdürmek anlamına gelmiyor mu? Böyle bir kabulde, böyle bir teşvikte statükonun devam ettirilmesini istemekle "enternasyonalizm" anlayışı nerede duruyor, sınıf mücadelesi anlayışı nerede duruyor? Aslında burada çok önemli bir konuyu vurgulamakta yarar vardır. Türk solu, Türk sosyalist hareketi Kürdistan'ı ülke olarak kabul etmemişlerdir. Kürdistan'ı hep, "Türkiye"nin içinde düşünmüşlerdir. Bu da, Türk solunun, Türk sosyalist hareketinin, Türk. Marksistlerinin, Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıyla ilgili ciddi bir fikir üretmemeleri, bu konuya ciddi bir yaklaşım içinde olmamalarıyla ilintili bir konudur. Bütün bunların temelinde resmi ideolojinin, Kemalist ideolojinin çok yoğun ve yaygın etkileri olduğu bilinmektedir. Bu durumda, "Bağımsız Türkiye" sloganı atanların "Bağımsız Kürdistan" sloganı, atanları milliyetçilikle, Irkçılıkla, şovenlikle suçlamaları, onların düşünce yapılarının resmi ideoloji tarafından ne kadar bozulduğunu göstermektedir. Her türlü toplantınızda, mitinginizde, kendi milli bayrağınız, sallayacaksınız ve bu davranışınızın "en devrimci", "en enternasyonalist" olduğunu söyleyeceksiniz, fakat bir bayrak uğruna ölüm kalım mücadelesi verenleri milliyetçilikle, dar milliyetçilikle, bağnaz milliyetçilikle suçlayacaksınız. Bu düşüncenin, bu tavır ve davranışın hiçbir inandırıcılığı yoktur...

"Sorgu" daha sonra şöyle devam ediyor:

"TİKP: İstiklal Marşına saygısızlık gösterenlerle birleşilemez"

"Partimiz, devletin simgesi olan İstiklal Marşına yapılan sygısızlığa en önde karşı çıkmış, bu konuda ideolojik mücadale yürütmüş ve İstiklal Marşına saygı göstermeyenlerle birleşilemeyeceğini belirtmiştir. Bütün kongrelerimiz, İstiklal Marşı ile açılmıştır... " (s. 125)

Bu açıklamalarda, bugünlerde çok vurgulanan, enternasyonalizm, sınıf mücadelesi, emekçilerin birliği... gibi istekler nerede durmaktadır, acaba?

TİKP Milli Savunmayı güçlendirmeyi 'Merkezi görev' kabul etmiştir"

"... Milli Savunma politikası bu kadar açık olan bir Partinin nasıl olur da 'Orduyu parçalamak' amacını güttüğü iddia edilebilir?

'Orduyu parçalamak' bir yana TİKP:

1. Orduyu parçalamak amacı ile yürütülen yıkıcı faaliyetlere karşı uyanıklığı savunmaktadır.

2. Halkla ordu arasındaki ve ordunun kendi içindeki birliğin sağlamlaştırılmasından yanadır.

3. Silahlı Kuvvetlerin moral gücünün yükseltilmesini istemektedir."

"... Modern savaş topyekûn savaştır. Özellikle üstün askeri güçlere karşı savaş topyekûn halkı seferber ederek ve halkı silahlandırarak kazanılabilir.

Nitekim Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Aydınlık Gazetesine verdiği demeçte aynen şunları söylemektedir:

‘ ... topyekûn savunma anlayışının halk içinde yaygınlaştırılmasının son derece hayati bir konum olduğu da muhakkaktır...'

Genelkurmay Başkanı'nın da belittiği gibi, Türkiye için milletin bütün güçlerini seferber eden topyekün savunma dışında, doğru bir anlayış olamaz." (s. 125- 125)

"... Milli Güvenlik derslerini destekleyen tek parti TİKP Olmuştur

TİKP; kuzeyden gelen tehdide karşı orduyu güçlendirme siyasetini bir mücadele konusu haline getirmiştir. Partimiz Moskova yanlılarının 'silah değil kreş' sloganının ne anlama geldiğini ortaya koymuş, bu görüşe karşı Türkiye'nin silahlanmasını ve ordunun her yönden modernleşmesini savunmuştur.

Milli Güvenlik derslerinin yeniden düzenlenmesini desdekleyen biricik parti gene TİKP'dir. Partimiz, Milli Savunma bilgisi öğretim ve yönetmeliğinin yayınlanmasını, 'sevinçle karşıladığını' bir bildiri ile kamuoyuna açıklamıştır. Bu bildiride şu görüşlere yer verilmiştir:

'Başta gençliğimiz olmak üzere, 45 milyon yurttaşımız topyekûn direnme anlayışı ile eğitilmelidir. Yurtseverlik bilincinin, birlik ve beraberlik ruhunun güçlendirilmesi, yurt savunması için fikri ve pratik eğitimin gerçekleştirilmesi hayati görevimizdir. Saldırganı caydıracak olan kararlı direnme ve milli savunmadır... Partimiz bu bildiri ile yetinmemiş, Milli Güvenlik derslerini hedef alan kampanyayı kararlılıkla göğüslerniştir."

"... Partimiz orduyu parçalamak bir yana, orduyu düşman ilan edenlerin adresini göstermiştir." (s. 128- 129)
Burada milliyetçi duyguların dile getirildiği açıkça görülmektedir. Milliyetçi duyguların dile getirilmesinin dışında, önemli bir vurgulama yapıldığı da açıktır. Kürtlerin ezilen bir ulus olduğu ve Türklerle aynı siyasi sınırlar içinde yaşadığı gerçeği karşısında, "birlik ve beraberlik ruhunun güçlendirilmesi: neyi amaçlar? Entemasyonalizm, sınıf mücadelisi, emekçilerin birliği.. bu anlaşıyların, bu düşüncelerin neresinde durmaktadır? Tamamıyla milliyetçi duygularla hareket eden TİKP yöneticileri Kürtlere hep enternasyonalist çizgide hareket etmelerini önermiştir. 12 Eylül'den önce de böyledir, 12 Eylül'den sonra da böyledir... Enternasyonalizm, emekçilerin birliği vs. karşı çıkılacak kavramlar değildir. Fakat Kürt sorunu konusunda enternasyonal dayanışmanın neden hiç gerçekleşmediği, emekçilerin, sosyalist devletlerin neden devletlerarası sömürge baskısı altında yaşayan Kürtlerin değil de Kürtleri ezen devletlerin yanında yer aldıkları düşünülmesi gereken bir konudur.

"Sıkıyönetimi terör odaklarına karşı destekledik:

"... Halk üzerinde zorbalık uygulayan terör odaklarına yöneldiği her yerde sıkıyönetimi desteklemek ve halkın özgürlüklerini hedef aldığı her yerde sıkıyönetimi eleştirmek."

"Gelişmeler solculuk adına koparılan 12 Mart geldi yaygarasının gerçeğe uymadığını (...) göstermiştir. Sıkıyönetimi MHP ile aynı kefeye koyanlar yalnız ve yalnız MHP'nin amaçlarına hizmet etmişlerdir..." (s. 129-130)

"Nato'yu Sovyet tehdidine karşı önemli bir etken olarak değerlendirdik"

"Yalnız Türk Silahlı Kuvvetlerinin değil Batı Avrupa Ordusunun da güçlenmesinden yanayız"

"Eleştirinin amacı Orduyu güçlendirmektir"

"... Kontrgerilla kampanyamız sayesinde Devlet yasadışı güçlere karşı önlemler almıştır"

"... 12 Eylül, anarşi ve terörle ilgili birçok gerçeğin aydınlanmasına yol açmıştır. Kontrgerilla konusunun aydınlanması da, MHP, Apocular ve sahte solcu cinayet örgütleri olaylarının gün ışığına kavuşturulmasında olduğu gibi, bizim gerçekleri savunduğumuzu demokrasiye ve yurdumuza hizmet ettiğimizi kanıtlayacaktır.

“ Kanunsuz faaliyetleri eleştirmeyecek miyiz? "

"... Partimiz kime karşı yapılırsa yapılsın saldırı ve cinayetleri kınamıştır. Ancak MHP'nin Hergün gazetesinin yürüttüğü 'hedef gösteriyorlar' yaygarasına da aldırmadık. Eğer biz bu karşı saldırıda korkmuş olsaydık ne MHP iddianamesi ne de Apocular iddianamesi bugünkü olgunluğuyla ortaya çıkmazdı." (s. 132-137)

12 Eylül'den önce, TİKP "Kontrgerilla' konusunda bir kampanya başlatarak oldukça önemli hizmetler yapmıştır. Fakat sıkıyönetimin iddianamelerinin kabul edilmesi, benimsenmesi, bu iddianamelerin "olgun" bir şekilde hazırlanmasına katkıda bulunulduğunun belirtilmesi çok yanlış bir tavır ve davranıştır. TİKP, Kürt sorunu konusunda da şöyle demektedir:

"Partimiz ayrılıkçılığa ve bölücülüğe karşı en kararlı mücadeleyi yürütmüştür

...Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı'nın hazırladığı 'Apocular iddianamesi' buna kanıttır. Bu iddianame, bizim dikkat çektiğimiz ve bir bir ortaya çıkardığımız gerçekler üzerinde kurulmuştur..."

"Bugün Türkiye Devleti'nin ... toprak bütünlüğüne yönelen tehditler vardır. (....)"

"Bugün herkes bilmektedir ki, Kürt ayrılıkçılığını kışkırtan ve buna dayanarak Kürtler dahil bölgemiz halklarını ve ülkelerini köleleştirmek isteyen emperyalist, Moskova'da oturmaktadır. (...)" (s. 138-139)

"Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığınca hazırlanan 'Apocular iddianamesi' bizim ortaya çıkardığımız gerçekler üzerine kuruldu" diyen bir siyasal hareketin "Kürt ve Türk halklarının eşitlik ve Özgürlük temelinde devrimci birliği" sözleri inandırıcı olabilir mi? Bu siyasal hareketin enternasyonalizm, kardeşlik, emekçilerin birliği, sınıf mücadelesi konusundaki önerileri inandırıcı mıdır?3

VII
Devrimci olmak, Marksist olmak, Marksist-Leninist olmak önemli niteliklerdir. Fakat kişilerin, siyasal hareketlerin, siyasal partilerin her şeyden önce dürüst olmaları gerekir. "TİKP İddianame ve Sorgu" kitabında söylenenler, yazılanlar mahkûmiyetten kurtulmak için yazılmış ve söylenmiş şeyler değildir. Bunlar bir siyasal partinin savunmalarıdır, siyasal savunmalardır. Siyasal partinin ne düşündüğü, eylemlerinin içeriğini nasıl anladığı genel başkanı tarafından açık açık söylenmektedir, anlatılmaktadır.

Devletle böylesine bütünleşmiş bir anlatımda sınıf mücadelesi var mıdır? Devletin faşist eğilimlerini bu kadar yoğun destekleyen, teşvik eden bir anlayışta sınıf mücadelesi nerede durmaktadır? Bu tahlillerde halkların eşitliği, kardeşliği anlayışı nerededir? Devletin, hatta faşist eğilimler içinde olan devletin düşüncesine ve eylemine bu kadar yakın, içiçe olan bir siyasal hareket, bir siyasal parti, Kürtlere neden, hep, sınıf mücadelesi yapmalarını önermektedir?

Bütün bunların ötesinde, bu siyasal hareketin Ufuklar dergisinde neler yazdıklarını da biliyoruz. Ufuklar, 12 Eylül'den sonra, 1981 yılı başlarında yayına başlamış bir dergiydi. Bu dergide, PKK üzerinde yürütülen ordu operasyonları yoğun bir şekilde alkışlanıyordu. Yıl 1981 ve ordunun, Türk güvenlik güçlerinin, PKK'ye karşı nasıl bir operasyon yürüttüğünü yakından biliyoruz. Bu düşüncelerle, bu tavır ve davranışlarla "kardeşlik" nasıl kurulabilir? Halkların eşitliği nasıl sağlanabilir? "Ezilen Kürt halkının yanındayız" ifadesi nasıl ileri sürülebilir? Solcuların, devrimcilerin, devrimci partilerin dürüst olmaları gerekir. Dürüst olmayan bu kişilerin ve akımların, enternasyonalizm, sınıf mücadelesi, gibi kavramları sık sık kullanmaları, sadece, bu kavramları aşındırır, bu kavramlara duyulan güveni sarsar.

Dikkat edilirse, bu kavramlar, daha çok, Kürtlerin ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin yükseldiği dönemlerde kullanılıyor... Kürtlere, bu kavramlar doğrultusunda hareket etmeleri, mücadele etmeleri öneriliyor, dayatılıyor... Bunun da, tek amacı vardır, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin gelişim doğrultusunu saptırmak, ulusal duygunun köreltilmesini sağlamak...

VIII
"Dürüstlük" söz konusu edildiği zaman, bir olayı anlatmakta yarar görüyorum:

1991 yılı, Eylül ayının sonları.. Ankara Merkez Cezaevi... En çok konuşulan konulardan biri genel seçimler... SHP ve HEP'in seçim ittifakı yaptığı bir dönem. Bu ittifak gereğince bazı Kürt şehirlerinde aday listesi hazırlama hakkı HEP'in olmuş. Diyarbakır listesi HEP tarafından hazırlanacak. Leyla Zana'nın, Hatip Dicle'nin, Fehmi Işıklar'ın, Salih Sümer'in, Mehmet Kahraman'ın, Sedat Yurttaş'ın isimleri yavaş yavaş belirginleşiyor... Listenin, sıralamanın kesinlik kazanmaya başladığı bir dönem...

İşte bu sırada Sosyalist Parti yöneticisi bir avukat arkadaş beni ziyarete geldi. Sosyalist Parti Genel Başkanı Doğu Perinçek arkadaşımızın selamlarını ve arzusunu iletti. Diyarbakır'dan, Sosyalist Parti listesinden, birinci sırada milletvekili adayı gösterilmem isteniyordu. istersem yine Sosyalist Parti listesinden bağımsız olarak seçime girebileceğim de söyleniyordu... Bunun yararları üzerinde duruldu. Örneğin milletvekili seçilmek sonucunda cezaevinden tahliye olmanın yaratacağı yararlar üzerinde duruldu... Bu öneri karşısında, cevabım çok açık ve kısa oldu: "Bazı araştırmalar yapıyorum, amacım bu çabaları sürdürmek. Politika, kuşkusuz çok önemli bir alan, fakat benim ilgi duyduğum bir alan değil. Herkes yaptığı işin en iyisini yapma çabası içinde olmalıdır... Politikacı mümkün olduğu kadar politikayı iyi yapmaya çalışmalıdır, araştırmacı da en iyi araştırmayı yazmak gayreti içinde olmalıdır. Benim politikaya karşı ilgim ve heyecanım yok..." Arkadaşımız hemen cevap vermememi, biraz düşünmemi istedi. Birkaç gün düşünmenin yararlı olacağını vurguladı. Düşünmemin gerekli olmadığını, cevabımın açık ve kesin olduğunu belirttim... İlgilerine teşekkür ettim... Bu konuşmayı izleyen değerli tanıklar'da var...

Olay kısaca bu. İsmail Beşikçi'nin yazdığı bütün yazılar ortada, düşüncesi; tavır ve davranışları ortada... Her şey biliniyor... Ve siz 20 Ekim 1991 Genel Seçimleri için İsmail Beşikçi'yi partinizin Diyarbakır listesinin başına koymak istiyorsunuz... Bu öneri, yukarıda kısaca belirtilen gerekçelerle kabul edilmiyor... Kasım 1991 ve Aralık 1991 sayılı dergilerinizdeyse, İsmail Beşikçi'yi "dar milliyetçilik" yapmakla, "bağnaz milliyetçilik" yapmakla, "devrimci" olmamakla, "enternasyonalist" olmamakla, "Marksist-Leninist" olmamakla eleştiriyorsunuz, suçluyorsunuz... Bu dürüst bir davranış mıdır? Bu nitelikleri yüklediğiniz bir kişiyi neden listenizin başına koymak. istiyorsunuz? Bu teklifle nasıl bir çıkar hesabı yapılmaktadır?

IX
Yukarıda, TİKP yöneticilerinin Türk milliyetçiliği yaptıklarını, Kürtlere de, enternasyonalist olmalarını, sınıf mücadelesi yapmalarını önerdiklerini belirtmeye çalıştım. Aslında, Türk solcularının, Türk Marksistlerinin milliyetçilik yapmaya hakları yoktur. Çünkü, savundukları şeyler, zaten, sağ siyasal akımlar tarafından savunulmaktadır. Ezen ulusa mensup solcuların, Marksistlerin milliyetçilik yapmaya hakları yoktur.

Kürtlerin ise milliyetçilik yapma hakları vardır. Ezilen ulusa mensup devrimcilerin, solcuların bu hakları vardır. Çünkü bütün ulusal ve demokratik hakları gasp edilmiştir. Ve bu süreç, emperyalist devletlerle işbirliği ve güçbirliği yapılarak gerçekleştirilmiştir. Kaldı ki Kürtlerin mücadelesini yaptığı değerler, insanlığın temel değerleridir... Kürtlerin bu temel değerlere sahip olmadan, ulusal ve toplumsal mücadeleyi geliştirmeleri mümkün değildir...

X
Özgürlük Dünyası dergisinin Nisan 1992 tarihli 42. sayısında, "Bilim yöntemi", Kürt ulusal sorunu ve İsmail Beşikçi", başlıklı bir yazı yayınlandı. (s. 28-38) S. Cihan tarafından yazılan bu yazıda, şu görüş vurgulanmaktadır: Beşikçi'nin yazıları bilimsel değildir. Beşikçi Kürt milliyetçiliği yapmaktadır. Kürt milliyetçiliğinden başka da hiçbir şey yapmamaktadır. Beşikçi enternasyonalist değildir, Marksist-Leninist değildir, devrimci değildir. Kürt emekçilerinin değil, Kürt burjuvazisinin çıkarlarını dile getirmektedir...

Teori dergisinin 23 ve 24. sayılarında yayınlanan yazılardan yukarıda söz etmiştim. Özgürlük Dünyası dergisindeki yazıda da aynı düşünceler dile getirilmiştir. Aynı düşünceler, aynı terminolojiyle, aynı kavramlarla ifade edilmektedir. Aslında burada daha önce de yapılmış olan bir saptamayı yeniden ifade etmek gerekir: 12 Eylül’den önce, Türk solu ve Kürt solu arasında çok önemli bir ayırım vardı. Kürt soluna mensup örgütler, devrimciler, "Kürdistan sömürgedir" tezini benimsiyorlar, buna göre tavır ve davranış geliştiriyorlardı. Türk soluna mensup örgütler ve kişiler ise "Kürdistan sömürgedir" tezine kesinlikle karşı çıkıyorlardı. Kurtuluş örneğinde olduğu gibi bunun bazı istisnaları kuşkusuz vardı. Fakat, bu ana akımın bu yönde geliştiği saptamasını değiştirmiyordu. Türk soluna ve Kürt soluna mensup siyasal akımların, çok önemli bir konuda böylesine zıt saptamalarda bulunması tesadüf müdür? Düşünelim ki, 12 Eylül'den önce, TİKP ve TKP çok zıt düşünen, çok zıt tavır ve davranış sergileyen iki siyasal hareket idi. Fakat "Kürdistan sömürgedir" tezine aynı kavramlar kullanarak, aynı terminolojiyi kullanarak karşı çıkıyorlardı. Bu tavrın, bu davranışın, Kürdistan ulusal, demokratik ve devrimci hareketine karşı hegemonyacı bir tarafı yok mudur? Birbirine zıt düşünce, tavır ve davranış sergileyen iki siyasetin Kürdistan sorunu karşısındaki bu birlikteliği, nesnel birlikteliği bir tesadüf müdür? Kullanılan kavramlar ne olursa olsun, Marksist-Leninist terminoloji ne kadar sık kullanılırsa kullanılsın bu, devlet yanlısı bir  tutumdur. Kürdistan'ın değil sömürge, sömürge bile olamayan yapısını ısrarla inkar eden, bunun için Marksist-Leninist terminolojiyi sık sık kullanan bir anlayış, sadece bu kavramların itibarını aşındırır, bu kavramlara duyulan güveni sarsar. Zira, Kürdistan, dünyada bir eşi daha bulunmayan yapısıyla ortadadır.

Özgürlük Dünyası dergisinde, S. Cihan'ın yazısını okuduğumuz zaman, Teori dergisince temsil edilen siyasal çizgiyle, yani Sosyalist Parti çizgisiyle önemli çelişkileri olduğu görülebilir. Fakat bu iki siyasal hareketin Kürdistan konusunu kavrama konusunda hiç de önemli ayrılıkları yoktur. Biz, her konuda çelişki sergileyen iki siyasetin Kürdistan sorunu konusunda aynı düşünmesini bir tesadüf olarak değerlendirmiyoruz. Kullanılan kavramlar ne olursa olsun, bu resmi ideoloji yanlısı bir tutum ifade eder. Her iki siyasal akım da Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı'ndan sık sık söz etmelerine rağmen Kürdistan', bir ülke olarak kabul etmemektedirler. Resmi ideolojiyle olan bağlarını da koparmamışlardır. Kürdistan'ın sömürge olmadığını söylüyorlar. Sömürge tezinin iflas ettiğini söylüyorlar. Kürdistan'ın sömürge olmadığını belirtmek için ileri sürdükleri her kanıt, aslında, Kürdistan'ın "sömürge bile" olamadığını göstermektedir... Red, inkar, bir sınırın çizilmemiş olması, yani Kürdistan'ın ülke olarak kabul edilmemesi, Kürt kimliğinin ve Kürdistan kimliğinin tanınmamış olması, emperyalist ve sömürgeci bölüşüm ve paylaşım "sömürge bile" olamamanın temel kanıtlarıdır. Bunlar çok yazıldı, konuşuldu... Her şey ortada... Gerçek oldukları açık olan şeyleri ispata kalkmak, yeniden doğrulamaya çalışmak doğru değildir. (2 artı 2 eşittir 4 eder) Bu, ispatı gerekli olmayan bir önermedir. Matematikte daha karmaşık önermeler bu temel üzerinde kurulur... Kürdistan'ın sömürge bile olamadığı böylesine açık bir gerçektir...

XI
Her türlü eleştiri, eleştirilen insan için önemlidir. Eleştirilen insan bu eleştirileri dikkate alır. Yazı yazan insan zaten eleştiriye açıktır. 1960'lı yıllardan beri biz şunu yapmaya çalıştık: Kürdistan sorunu ile ilgilenmeye başlayanlar çok yoğun, bir red ve inkar ile karşılaşıyorlardı. Polisle, kamu yönetiminde, okullarda başlayan bu red ve inkar, mahkemelerde aynen sürdürülüyordu. Türk basını, Türk üniversitesi, Türk siyasal partileri red ve inkarı aynen benimsiyor ve bu tutumu teşvik ediyordu... Resmi ideolojiyi aynen benimsiyorlar ve bunun propagandasını yapıyorlardı... Özellikle üniversite için böyle bir tutum ve davranışın kabul edilmesi mümkün değildir. Onun için biz bu kurumları kararlı ve ısrarlı bir şekilde eleştirdik... Fakat bu kurumlar, bu kurumlara mensup profesörler, gazeteciler, yazarlar kendilerini savunmadılar. Bunları savcılar savundu. Bunlar kendileri hakkındaki eleştirileri polise ve savcılara havale ettiler. Biz Türk üniversitesini, Türk basınını, Türk siyasal partilerini eleştiriyoruz. Türk Marksistleri de sadece bizi eleştiriyor. Yalana dayalı resmi ideolojiyi sürdüren bu kurumlara karşı söyledikleri hiçbir şey yok... Biz, resmi ideolojiye verdikleri destekten, kemalist etkilenmelerden dolayı Türk solunu, Türk sosyalist hareketini ve Türk Marksistlerini de eleştirdik.

Bana, bilim adamı değildir, devrimci değildir, Marksist-Leninist değildir, gibi şeyler söyleniyor, bunlar bazen de suçlama konusu olarak ileri sürülüyor... Bilim adamlığı konusunda hiçbir iddiam yoktur. İnsan yaptığı işin elbette en iyisini yapmaya çalışmalıdır, bu çaba içinde olmalıdır. İnceleme, araştırma yapmaya çalışan kişinin tavır ve davranışı da elbette bu yönde olmalıdır. Bu yazılar kuşkusuz eleştiriye açıktır. Ve her eleştirinin geliştirici bir yönü vardır.

Bilim deyince, akla, her şeyden önce üniversite gelir. Bilimin başta üniversitede üretildiği varsayılır. Bu, en azından incelenmesi, irdelenmesi gereken bir görüştür. Fakat, resmi ideoloji dediğimiz kurumun üretilmesinde, propagandasının yapılmasında, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin rolü çok büyük olmuştur. Türk solu ve Türk sosyalist hareketi, Türk Marksistleri bu durumu hiç eleştiri konusu yapmamıştır... Bu yalan ve inkârın hiç eleştiri konusu yapılmayıp, sadece İsmail Beşikçi'nin eleştirilmesi ise samimi, ciddi ve dürüst bir tutum olarak kabul edilemez... Fakat biz bunun nedenlerini biliyoruz. Kimin bilime ihtiyacı varsa o üretir. Kürtlerin bilime ihtiyacı çok büyük... Türk üniversitesini, Türk basınını, Türk yazarlarını eleştirmeden, yani resmi ideolojiyi eleştirmeden, kendi statülerini kavramaları, Kürdistan ve Kürt toplumu hakkında bilgi sahibi olmaları mümkün değildir. Türk solunun ve sosyalist hareketinin ise Kemalist ideolojiyle hiç önemli bir hesaplaşması olmamıştır. Hatta, Lozan'ı bile, hâlâ, Kürtlere "devrimci bir antlaşma" olarak kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Halbuki, Lozan'ın, Kürdistan üzerinde emperyalist ve sömürgeci bir bölüşüm antlaşması olduğu, bu emperyalist bölüşümü ve paylaşımı devletlerarası garanti altına aldığı açıktır... Böyle açık bir olguyu Marksizm-Leninizm, enternasyonalizm, emperyalizm... gibi kavramları sık sık kullanarak, örtmeye çalışmak, sadece bu kavramları aşındırır, bu kavramlara duyulan güveni sarsar... Kimliksiz bırakılmış, ulusal ve demokratik bütün hakları gasp edilmiş bir halkın milliyetçiliği olmaz. Bu halkın gasp edilmiş bu hakları için mücadeleye girişmesi "milliyetçilik" ve milliyetçilik kavramına olumsuz anlamlar yükleyerek aşağılanamaz, küçümsenemez. Hele hele kimlik mücadelesine "Kürt milliyetçiliği" demek, "Kürt milliyetçiliği"ni de Türk milliyetçiliğiyle aynı kefeye koymak, Kürdistan sorununun özünü hiç kavramamak demektir. Bunlar, Kürdistan sorununa dostça yaklaşıma zıt olan tutum ve davranışlardır. Ezilen bir halkın, bütün ulusal ve demokratik gasp edilmiş ve kimliksiz bırakılmış bir halkın dostlara ihtiyacı elbette çok büyüktür. Fakat resmi ideolojiyle hesaplaşmadan Kürtlerle dostluk geliştirmek zordur. Hem Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi içinde yer almak, Kürtlerle dostluk kurmak ve geliştirmek, hem de resmi ideolojiyi rahatsız etmemek mümkün değildir.

Bugün resmi görüşte bazı değişiklikler oldu. "Kürt realitesi"nden söz ediliyor. içeriği belli olmamakla beraber "Kürt realitesi"nin kabul edildiğinden söz ediliyor. Türk devlet ve hükümet yetkilileri, zaman zaman, özellikle yabancı basın karşısında, yarım ağız da olsa, Kürt realitesinden söz ediyorlar... Türk basını, artık, Kürt ve Kürdistan sözcüklerini kullanıyor. Türk üniversitesine mensup profesörler, Kürt sözcüğünü de kullanarak resmi ideoloji doğrultusunda yazılar yazıyorlar. Bu değişim nasıl oldu? "Doğu sorunu" sözcüklerinin bile kullanılamaz olduğu dönemlerden Kürt sorunu sözcüklerinin rahatça kullanılabildiği döneme geçildi. Günümüzdeyse, artık, Kürdistan sorunundan söz ediliyor. Bu gelişmeler nasıl oldu? Bu, elbette, Kürt devrimcilerinin, Kürt demokratlarının mücadelesi sonucu gerçekleşti. PKK'nin düşüncesinin ve eyleminin, bu konuda, belirleyici bir niteliğe sahip olduğu ise açıktır. Türk solunun, Türk Marksistlerinin bu konudaki katkıları elbette büyüktür. Fakat, bazı Türk solcularının, "bu sonuca ulaşılmasını biz sağladık", "bu sonuca ulaşılmasında en etkili olan şey bizim mücadelemizdir" demeleri, buna benzer şeyleri sık sık kullanmaları, böbürlenmeden başka bir şey değildir.

XII
Türk solu, Kürt solu diye ayrımlar yapmak, şovenizmdir, deniyor. "Türkiye solu" kavramının her ikisini de kapsadığı varsayılıyor. işte temel mesele de burada ortaya çıkıyor. Bu, Kürdistan'ı bir ülke olarak kabul etmemek anlamına geliyor. Halbuki "Türkiye", Türklerin yaşadığı ülke anlamına gelir ve Kürdistan'ı kapsamaz. Kürdistan Kürtlerin yaşadığı ülke anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Türk devlet ve hükümet yetkilileri tarafından Kürt kimliği ve Kürdistan kimliği tanınmamaktadır. Bu bakımdan Kürdistan'ı, "Türkiye" kavramı kapsamında değerlendiren Türk solu, Kürt solu gibi ayırımları şovenistlik sayan bu anlayış, tam da resmi ideolojiye uygun bir anlayıştır. Öyleyse şovenizm ancak, red ve inkâr anlamında gizli olabilir. "Arap solu", "Yunan solu", "Yunan Marksisti", "Rus solu", "Rus Marksisti" gibi kavramlar, "Türk solu", "Türk Marksisti"... gibi kavramlar kendi başına kullanıldıkları zaman kuşkusuz şovenizm ifade etmezler, fakat bir ulusu reddetmenin ve inkar etmenin aracı olarak kullanıldıkları zaman durum değişir.

1960'lı yılların sonlarında, 1968, 1969, 1970 yıllarında, Türk Solu isimli bir dergi yayınlanıyordu. O zaman, Türkiye İşçi Partisi dışındaki Türk solcuları, daha çok bu Türk Solu dergisi etrafında toplanmışlardı. Türk Solu Kemalist çizgide bir dergiydi. Kürt sorunu gibi konulara kuşkusuz yer verilmiyordu... "Doğu sorunu" sözcükleri bile kullanılmıyordu... Doğuda bir sorun vardı, fakat sorun ekonomik bir sorundu, feodalizm sorunuydu, geri kalmışlık sorunuydu. Etnik sorunu çağrıştıracak bütün sözcükler, kavramlar reddediliyordu.

Türk Solu dergisi 12 Mart'tan önce yayınını durdurdu. 12 Mart'ın ilk aylarında, "Türkiye Solu" adıyla yeniden yayınlandı. Bu süreçte Türk Solu kavramına karşı tepkiler başlamıştı. Özellikle, Türkiye İşçi Partisi'nin, Ekim 1970'de Dördüncü Kongresi'nde "Türkiye'nin Doğu'sunda Kürtler yaşar" diye özetleyebileceğimiz karardan sonra, Kürt devrimcilerinin tepkileri giderek artıyordu. "Türkiye Solu" yayın hayatına bu ortamda girdi. 1971'in Nisan ve Mayıs aylarında 2-3 sayı kadar yayınlandı. Fakat Türk Solu adı altında neler yazılıyorduysa, Türkiye Solu adı altında da aynı şeyler yazılıyordu. Dile getirilen sorunlar aynıydı, kullanılan kavramlar ve terminoloji aynıydı.

XIII
Türk aydınları, Kürdistan sorunu karşısında, resmi ideoloji ile önemli bir bütünleşme içinde olmuşlardır. Kürt sorunuyla ilgili düşüncelerini, tutumlarını, tavır ve davranışlarını daima resmi ideolojiye göre, resmi ideolojinin söylemindeki değişikliklere göre ayarlamışlardır. "Milliyetçiliğin iyisi yoktur" sözünü de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yukarıda, bu yazının başında, Kürtlerin uğruna mücadele ettiği değerlerin insanlığın temel değerleri olduğunu belirtmiştik. İnsanların kimliğine ilişkin hakları, insanlığın temel değerleriyle ilgilidir... Bu tür hakları gasp edilmiş insanların eksik insanlar olduğu açıktır. Türk aydınları ise bu haklar uğruna yapılan mücadeleyi milliyetçilik olarak değerlendirmekte, "Her türlü milliyetçilik kötüdür" demektedir.

Türk milliyetçiliğinin kötü olduğu açıktır... Örneğin Kürtleri asimile etmeye çalıştığı için, Kürt adını ve Kürdistan adını dillerden ve tarihlerden silmeye çalıştığı için kötüdür... Bu ırkçı ve sömürgeci düşünceye ve uygulamaya karşı kendini var etmeye çalışan Kürtlerin mücadelesi neden kötüdür? Bu mücadele de kabaca "milliyetçilik" çerçevesi içinde değerlendirilse bile bunun kötülüğü nerededir? Irkçı ve sömürgeci politikalara, baskıya ve zulme karşı gelmenin kötülüğü nerededir? Kürtler herhangi bir halkı, örneğin Türkleri, Arapları, Farsları veya Ermenileri asimile etmeyi düşünüyorlar mı? Açıktır ki, bu tür ifadeler, Kürtlerde gelişen ulusal bilinci saptırmayı ve köreltmeyi amaçlamaktadır. Bu da devlet yanlısı bir tutumdur, devlet yanlısı bir düşüncedir. Türk aydınları ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koymaktadırlar. Hatta, Türk milliyetçiliğine en ufak bir eleştiri getirmedikleri halde, Kürtlerde Türk ırkçılığına ve Türk sömürgeciliğine karşı gelişen ulusal mücadeleyi yoğun bir şekilde eleştirmekte, hatta suçlamaktadırlar.

Buna paralel olarak geliştirilen başka bir düşünce de, "her ulusa bir devlet" fikrinin iyi olmadığıdır. Bu düşünce Kürtler için ileri sürülüyor. Emperyalist ve sömürgeci politikalarla bölünmüş, parçalanmış ve devlet kurma hakları gasp edilmiş Kürtler için söyleniyor... Örneğin Araplar 22 tane devlet kurmuşlar, bu düşünceler Araplar için geliştirilmiyor... Sovyetler Birliği dağılmış, 15 bağımsız devlet çıkmış, Yugoslavya dağılmış, 5 bağımsız devlet ortaya çıkmış, onlar için de söylenmiyor, sadece Kürtler için söyleniyor... Bu bakımdan bunlar, devlet yanlısı düşüncelerdir, Ortadoğu'da, statükoyu korumayı amaçlayan düşüncelerdir.

12 Eylül'den önce, sömürge tezi, Türk solunu ve Kürt solunu ayıran temel bir ayırım noktasıydı. Bu durumda, özellikle, PKK'nin mücadelesi sürecinde önemli değişmeler oldu... Şimdi, Türk soluna mensup pek çok siyaset, Kürdistan'ın devletlerarası sömürge yapısını artık tartışmıyor... Milliyetçilik konusunda geliştirilen düşünceler, milliyetçilik kavramına yüklenilen anlamlar konusunda da, Türk aydınları ile Kürt aydınları arasında önemli farklılaşmalar olduğu ortaya çıkmaktadır.

XIV
"Kardeşlik", "Halkların kardeşliği", "Halkların birlik ve beraberliği" sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir... "Kardeşlik" ulusal mücadelenin yükseldiği dönemlerde, eşitliği, kardeşliği, dayanışmayı vurgulamaktan çok, ulusal bilincin gelişmesini engellemeyi amaçlamaktadır. Ulusal bilincin gelişmeye başladığı dönemlerde, "kardeşlik" sözcüklerinin sık sık kullanıldığına tanık olmaktayız. Bu süreçlerin sonunda ise şu durum iyice ortaya çıkmıştır: Eşitlik olmadan kardeşlik olmaz. Uluslar ve halklar arasında eşitlik kurulmadan kardeşliğin kurulması ve geliştirilmesi mümkün değildir. Bu çalışmada, yani Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925 l kitabında bir belge var. Erzurum Kongresi'ne sunulmuş bir belge... Belgede sık sık, Kürtler, Türkler ve Ermeniler karşılaştırılıyor. Ve bu belgede, kardeşlik sözcükleri sık sık kullanılıyor. Kürtlerle Türklerin et ve tırnak gibi birbirlerine bağlı kardeşler olduğu vurgulanıyor. Kürtlerle Türklerin birbirlerinden ayrılamaz, birbirlerinden kopamaz iki kardeş olduğu vurgulanıyor... Hiçbir gücün bu kardeşliği bozamayacağı belirtiliyor... Kürtler için övgü dolu sözler söyleniyor. Böylece, Kürtlerin Ermenilerle ilişkisinin engelleneceği, Türk paşalarıyla ilişki kuracakları, bu ilişkileri güçlendirecekleri hesaplarııyor... Sonrasını biliyoruz... Kemalistler, Kürdistan'ı İngiliz emperyalistleriyle ve Fransız emperyalistleriyle parçalamışlar, bölüşmüşler ve paylaşmışlardır. Böylece, birbirleriyle "et ve tırnak gibi kaynaşmış iki halk", "bir ve bütün ve parçalanamaz vatan" emperyalistlerle yapılan işbirliği sonucu parçalanmıştır... Bu, elbette, bir anda meydana gelmiş bir olgu değildir. Bu bir süreçtir. 1915 - 1925 bu sürecin gerçekleştiği bir dönemdir:

Bölünmeden, parçalanmadan ve paylaşılmadan sonraki süreci de biliyoruz. Kürt ayaklanmaları, sürgünler, baskı, zulüm, işkence, katliam, soykırım vs. 1919, 1920 yıllarında, yoğun bir şekilde dile getirilen "kardeşlik" söyleminden sonra, bunların yaşanması elbette bir çelişkidir ve bu sözcüğe duyulan güveni sarsmıştır. Siyasal eşitlik sağlanmadan, milletlerin, halkların birbirleriyle kardeş olmaları mümkün değildir. Örneğin iki bağımsız devletin, birbirlerini "dost ve kardeş" diye tanımlamaları daha gerçekçi ve gerçeğe yakın görünüyor. Kardeşlik için muhakkak aynı siyasal sınırlar içinde yaşamak gerekmiyor. Halbuki tam da bu koşullar içinde kardeşliğin kurulması mümkün olamıyor... İdeolojik söylemlerle kardeşlik kurulamıyor. Zaten bu sürecin amacı kardeşliği kurmak falan değildir. Ulusal bilinci, Kürt kimliği etrafında gelişen bilinci saptırmaktır, köreltmektir.

6 Kasım 1991 gününü hatırlayalım. Bazı Kürt milletvekillerinin taşıdığı sarı yeşil kırmızı renkli kurdelalar, mendiller ve saç bağları, "şov", "ırkçılık", "milliyetçilik" olarak değerlendirilmişti. Kürt milletvekilleri suçlanmıştı. Halbuki, Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi Orta Asya Cumhuriyetlerinden ve Azerbaycan'dan Türkiye'ye ziyarete gelen cumhurbaşkanları ve başbakanlar, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a ve Başbakan Süleyman Demirel'e Türk motifleriyle hazırlanmış kaftanlar, fesler giydirmektedirler... Ve bu törenler televizyonda etraflı bir şekilde görüntüler eşliğinde verilmektedir... Bu törenler Türk aydınları, Türk basını vs. tarafından gayet doğal karşılanmaktadır... Bütün bunlar, Kürtlerin kimlik sahibi olma mücadelesine karşı büyük bir tahammülsüzlüğün olduğunu göstermektedir...

XV
Teori dergisinde yayınlanan eleştirilerde Kemalist hareketin anti-emperyalist bir hareket olduğu söylenmektedir. Özgürlük Dünyası dergisindeyse, Kemalist hareketin, "güdük de olsa anti-emperyalist" bir hareket olduğu vurgulanmaktadır. Bu çerçevede Kürdistan sorunu nasıl ele alınmaktadır? Kürdistan nasıl bölünmüş, nasıl parçalanmış, nasıl paylaşılmıştır? İngiliz emperyalizmiyle ve Fransız emperyalizmiyle girilen ilişkilerin niteliği nedir? Neden bu sürece katılan bütün devletlerin birer Kürdistan'ı olmuştur da, Kürtler Kürdistansız bırakılmıştır? "Güdük de olsa anti-emperyalist" bir hareket, emperyalist devletlerle birlikte böylesine bölüşüme ve paylaşıma nasıl katılabilmiştir? Bu sorular cevapsız bırakılmaktadır. Bu bakımdan, bu tür eleştirilerin Kürt ulusal ve toplumsal mücadelesinin gelişmesine hiçbir katkısı yoktur. Çünkü bu eleştiriler, sonuçta ırkçı ve sömürgeci çıkarlara hizmet etmektedir.

Teori dergisinde yayınlanan eleştirilerdeyse "Kemalistler İngiltere karşısında yenildiği için Kürdistan'ın tamamını denetim altına alamadılar" denmektedir... İşte sorunun odak noktası burada durmaktadır. Bilindiği gibi Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, Arapların yaşadığı topraklar gibi Kürtlerin yaşadığı topraklar da, Osmanlı siyasi sınırları içindeydi. Mondros Mütarekesi'nden sonra, Kemalist hareket Arapların kendi kaderlerini tayin etme konusunda girişecekleri hiçbir harekete müdahale etmediler. Fakat, Kürdistan'da gerçekleşebilecek her türlü milli hareketin önünü almaya çalıştılar... Araplara ve Kürtlere karşı takınılan bu farklı yaklaşımların nedeni nedir? Kürtlere karşı sürdürülen bu hegemonyacı anlayışın nedeni nedir? Kürdistan'daki bölünmeyi, parçalanmayı ve paylaşılmayı uluslararası garanti altına alan Lozan'ı, Kürtlere "devrimci bir antlaşma" diye dayatmak doğru mudur?

Bu incelemede bu tür konular irdelenmeye çalışılmaktadır... Bütün bunlara rağmen her tür eleştiri eleştirilen kişi için, yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Eleştirilerin ufuk açıcı, sorunun farklı boyutlarını ortaya koyucu özellikleri de vardır... Zaten, herhangi bir yazının kamuoyuna duyurulması eleştiriye sunulması anlamına gelmektedir...

XVI
Araştırmalarda diyalektik yöntemin kullanıldığı açıkça belli olmaktadır. Kürdistan sorununu Misak-ı Milli sınırları içinde ele alan yaklaşım hangi kavramları, hangi terminolojiyi kullanırsanız kullanın diyalektik bir yaklaşım olamaz. Çünkü, bu, keyfi bir şekilde bütünlüğü parçalayan, toplumsal ve siyasal bütünün sadece bir parçasını inceleyen bir yaklaşımdır. Ortadoğu'da Kürtlerin tarihi, sadece, Kürt-Türk ilişkilerinin tarihi ele alınarak incelenemez. Kürt-Arap; Kürt-Fars ilişkilerinin gelişim sürecinin de aydınlatılması gerekir. Bütün bunların ötesinde, bu analize, bölgede etkili olan büyük güçlerin çıkarlarının ve politikalarının sokulması da gerekir.

Bütün bunların tarihsel bir süreç içinde incelenmesi kaçınılmaz bir görevdir. O halde, Kürt-Arap-Fars-Türk ilişkilerinin, tarihsel bir süreç içinde, birbirleriyle çelişmeleri ve değişmeleri içinde ele almak gerekmektedir. Bu şekilde Kürt olgusunun öteki olgulardan nasıl etkilendiği, öteki olguları nasıl etkilediği anlaşılabilecektir. Toplumsal ve siyasal bütün, ancak, bu şekildeki dinamik bir yaklaşımla kavranılabilir. incelemelerde bu hususun dikkatli bir şekilde göz önüne alındığı hemen belli olmaktadır. Gerek Kürdistan sorunu, gerekse başka toplumsal ve siyasal olayların kavranmasında izlenen en sağlıklı yöntem budur.

"Biz sadece Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Kürtlerle ilgileniyoruz" diyen, bu doğrultuda hareket eden yaklaşım bilimsel değildir. Kuzey Kürdistan'daki Kürtlerin düşünceleri, tavır ve davranışları, mücadeleleri, Güney Kürdistan'daki, Doğu Kürdistan'daki Kürtlerin düşüncelerini ve eylemlerini etkilemiyor mu? Öte yandan, olguların birbirlerini karşılıklı etkilemeleri ve birbirlerinden karşılıklı etkilenmeleri ve birbirleriyle karşılıklı etkilenmeleriyle oluşan toplumsal ve siyasal bir bütünün keyfi olarak parçalanması resmi ideolojinin direktiflerine boyun eğmek anlamına gelmiyor mu? Yalana ve inkâra dayanan resmi ideolojinin direktiflerine boyun eğilerek bilimsel bir çaba sürdürmek mümkün müdür?

Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması kendiliğinden oluşmuş bir sonuç değildir. Sosyalistlerin, Ortadoğu'da yeni yeni oluşmaya başlayan siyasal ve askeri güçlerin bu konuya ilişkin düşüncelerinin, niyetlerinin, isteklerinin-dikkate alınması kaçınılmaz bir görev olmaktadır. Teori dergisinde yayınlanan eleştiride, "Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925" sözlerindeki emperyalizm kavramı için, "burada kastedilen emperyalizm değildir..." denmektedir. Halbuki, Kürdistan sorununda emperyalizm, tam da bu dönemde vardır... Kürdistan sorununda emperyalizm elbette etkindir. Fakat, Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda, İngiliz ve Fransız emperyalizminin bölgede, yerli işbirlikçileri de vardır. Bunlar, Kemalistler, Arap monarşileri ve Fars monarşisidir. Türk solcuları, Türk Marksistleri, Kemalist hareketin bu temel özelliğini hep gizlemeye çalışmışlardır. O halde, emperyalist devletlerle, Türklerin, Arapların, Farsların vs. ilişkileri bütün bu kategorilerin Bolşeviklerle ilişkileri vs. etraflı bir şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Cumhuriyet döneminde gelişen Kürt ayaklanmalarına bakalım. Ulusallık ileri süren, başkaldıran, direnen bütün Kürtlere karşı bir imha hareketi sürdürülmüştür. Bu imha, sürgün, katliam Kürt toplumunun diri olan bütün kesimlerini kapsamaktadır. Kürt toplumu olmaktan ,doğan haklarını isteyen bütün şeyhler, aşiret reisleri, toprak sahipleri, aydınlar, esnaf vs. idam edilmiş, katliama uğratılmış, sürgün edilmiş veya ülke dışına kaçmaya zorlanmıştır. Devletle ve hükümetle işbirliği yapan, kimliğini inkâr eden, Türkleşen, bunun propagandasını yapan bütün şeyhler, toprak sahipleri ve aşiret reisleri, aydın, esnaf vs. maddi ve manevi yönlerden ödüllendirilmiştir. Ülke ilhak etme, sömürgeleştirme vs. dünyanın hemen hemen her tarafında böyle olmaktadır: Direnme potansiyeli taşıyan bütün odakları imha etmek, devletle işbirliği yapacak yeni elemanlar, yeni güçler aramak... Örneğin bu dönemlerde, "Kürt toplumunun şu sınıfları başkaldırmıştır, şu sınıfları devletle işbirliği yapmıştır..." gibi genel yargılarda bulunamıyoruz. Çünkü Türk Devleti'nin Kürt politikası, Kürt toplumunun bazı sınıflarını değil, tüm toplumu hedefliyor... Buysa, asimilasyon ve imha yönünde oluşturulan ve uygulanan bir politikadır.

XVII
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, sosyalist düşüncenin önemle üzerinde durduğu bir konudur. Fakat dünyanın çeşitli yerlerinde, bu konudaki uygulamaları izlediğimiz zaman, teoriden epeyce sapma gösterdiğini görürüz. Örneğin Sovyetler Birliği'ni ele alalım. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin bu konudaki uygulamaları, hiç de gönüllere ferahlık vermemektedir. 1974 yılı sonlarında, Günaydın gazetesinde, bir fotoğraf görmüştüm. Bu fotoğrafta, Güney Kürdistan'da savaş sırasında, peşmergeler tarafından düşürülmüş iki Irak uçağının enkazı görülüyordu. Bu enkazın etrafına Kürt çocukları toplanmışlardı, seyrediyorlardı. Bu uçakların Sovyet uçakları olduğu belliydi. Dünyanın en önemli sosyalist devletinin, işçi sınıfı devletinin ürettiği en modern silahlar, dünyanın en mazlum ulusunun tepesinde patlıyordu... Bu savaş uçaklarıyla köyler yakılıyor, yıkılıyor, Kürt insanları öldürülüyordu. Bu savaş uçaklarıyla katliam, soykırım yapılıyordu... Hatta bazı savaş uçaklarını Sovyet pilotlarının kullandığı sık sık yazılıyordu... Burada, Sovyetler Birliği Devleti'nin Kürt politikasının uzun uzun anlatılması gerekli değildir. Bu politikanın Kürtlerin tamamen aleyhinde, Kürdistan'ı devletlerarası sömürge baskısı altında tutan devletlerin elinde olduğu, yani, kabaca, statükoyu korumayı amaçladığı söylenebilir. Burada, elbette, sosyalist sistem açısından, düşünülmesi, irdelenmesi gereken konular vardır. O zamanlar, devrimci arkadaşlarla bu konuları konuşuyordum... Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin, neden, ezilen ulus olan Kürtlerin yanında değil de, Kürtleri ezen devletlerin yanında yer aldığını soruyordum... "Kürtler gerici bir halk", diyenler vardı, "Kürtler ulus değil", diyenler vardı... "Reel sosyalizm"le açıklayanlar da vardı. Bunlar, benzerleri, kuşkusuz bu sorunun cevapları değildir. O zamanlar bu tür sorulara bu şekilde cevaplar veriliyordu; şimdiyse, "Sovyetler Birliği zaten sosyalist değildi ki!", "Sovyetler Birliği'nde gerçek sosyalizm hiçbir zaman kurulmadı ki!" deniyor... Bu konuya biraz ileride yine döneceğiz.

1978-1979 yıllarında, Ağrı'daki Kürt ayaklanmalarıyla ilgili incelemeler yapıyordum. 1930 tarihli gazeteleri tarıyordum. Bir gazetede, Türkiye ve İran güçleri arasında Ağrı Dağı zirvelerinde sıkışan Kürtlerin, Sovyetler Birliği topraklarına geçmeye çalıştığını, Kızılordu'nun buna engel olduğunu, can havliyle geçenleri Iran'a doğru sürmeye çalıştığını okumuştum. Bu konuda Sovyetler Birliği yetkilileri ve Türk yetkililer arasında gizli bir antlaşma olduğu da yazılıydı. Bu tür olaylar, insanlarda sosyalist uygulamalara karşı, en azından kuşku yaratıyor... Daha sonra, 11-12 sene sonra, Ağrı ayaklanmasını da kapsayan ciddi bir incelemede yukarıda anlatılan gizli antlaşmanın varlığından söz ediliyordu.

Bunlar nasıl olabilmektedir? Ezilen bir ulusa karşı ezenlerle işbirliği yapmak nasıl gerçekleşmiştir? "Bunlar sosyalizmin, komünizmin İtibarını düşürmek için anlatılıyor" denebilir mi? Bunlar neyi halleder? Bu tür olaylar sosyalizmin itibarını düşürüyorsa, sosyalistler, bu tür uygulamalara neden ortaklık ediyorlar?

Bu durumda, Sovyetler Birliği'nin Kürt politikasının ta başından itibaren ele alınmasında yarar vardır. Şu önemli bir gerçektir: Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması emperyalizmi Ortadoğu'da üreten bir ortam yaratmıştır. Böylece emperyalizm, Ortadoğu'ya daha güçlü bir şekilde girebilme şansına sahip olmuştur. Çünkü, hiçbir devlet Kürtlerin ayaklanmalarını kendi güçleriyle bastıramamışlardır, hep emperyalist devletlerin yardımını aramışlardır. Bu da, bölgede emperyalizmi güçlü kılmıştır. Buysa, Bolşevik düşüncenin ve eylemin Çarlık Rusyası dışındaki topraklarda yaşama geçirilmesini engellemiştir. Bütün bunların, Sovyetler Birliği'nin. aleyhine, emperyalizmin lehine sonuçlar yarattığı 'açıktır. Bolşevik yöneticilerinin Kürdistan'ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecine sessiz kalmaları dikkatle incelenmesi gereken bir konudur.

1988 yılı Mart ayının ortalarında, Güney Kürdistan'da, Halepçe kentinde Kürt soykırımı yapıldı. Saddam Hüseyin rejimi tarafından gerçekleştirilen bu soykırım nedenlerini, nasıl hazırlandığını, sonuçlarını yakından biliyoruz. Kimyasal silahların üretilmesi ve kullanılması konusunda Saddam rejimine, Sovyet teknisyenlerinin uzmanlık yaptığını da biliyoruz. Sosyalist düşünce ve sosyalist eylem söz konusu olduğu zaman bunun tüyler ürpertici bir durum ortaya çıkardığı açıktır. Çünkü, kimyasal silahların üretilmesi konusunda uzmanlık yapmak, "falanca zehirli gazdan, şu hava koşullarında şu biçimde ve şu hava koşullarında, şu biçimde kullanırsan, örneğin 2000 insan ölür, yahut şu zehirli gazdan, şu biçimde ve şu hava koşullarında kullanırsan 3000 kişi ölür" demektir... Böyle bir çaba da, insana ancak ürperti verir... Böyle bir çaba, sosyalist düşünceyle, sosyalist ahlakla, sosyalizmin hedefleriyle nasıl bağdaşabilir?

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Devleti, bu düşüncesi ve bu politikaları yönünden eleştirildiği zaman, "Sovyetler Birliği sosyalist değil ki", "Sovyetler Birliği'nde sosyalizm hiçbir zaman kurulmadı ki" vs. deniyor... Bunlar kuşkusuz cevap değildir, önemli bir bilgi vermiyor...

Çin Halk Cumhuriyeti, Kürt sorununa ilişkin politikalarından dolayı eleştirildiği zaman, örneğin "ezilen Kürtlerin değil de, Kürtleri ezen devletlerin yanında yer alıyor..." dendiği zaman, "Çin'de sosyalizm kurulmadı ki", "Çin'de gerçek sosyalizm hiçbir zaman olmadı ki" diyen bir grup muhakkak bulunuyor. Arnavutluk Halk Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Doğu Avrupa'daki sosyalist veya komünist devletler için de bunlar, benzer şeyler söyleniyordu... Bu durumda, insan sormadan edemiyor... Bütün bunlar sosyalist veya komünist değilse, gerçek sosyalist kim? Veya, tarihte "gerçekten sosyalist" bir iktidar kuruldu mu ve bu iktidarın Kürt politikası neydi? Bunun düşünülmesinde yarar vardır.

Şu da önemlidir...Kürt sorununun dünyanın çeşitli platformlarının önüne gelmesinde, iç dinamikler elbette önemlidir. Kuzey Kürdistan'daki gerilla mücadelesi başlı başına bir nedendir. Fakat bu konuda, uluslararası dengelerdeki değişmenin de izlenmesi gerekir... Şunu görüyoruz: Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin çözülmesinden, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, Kürt sorunu dünyanın demokratik kuruluşlarında daha çok konuşulur oldu... Dünya siyasal dengesinde Sovyetler Birliği ağırlığının var olduğu dönemde, Kürt sorunu bu kadar yoğun ve yaygın konuşulmuyordu, neden acaba? Doğu Avrupa'daki sosyalist veya komünist devletlerin neden bir Kürt politikası yoktu?.. Bu devletler Ortadoğu'nun ortasında Kürtlerin yaşadığından, devletlerarası sömürge yönetiminden, Kürtlerin mücadelelerinden neden habersiz görünüyorlardı? Bu devletler, Kürt sorununu, neden yeni rejimler kurulduktan sonra telaffuz eder oldular? Bütün bunların üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek gerekir...

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı söz konusu edildiğinde sosyalist teori ve uygulama arasında önemli bir sapmanın var olduğunu belirtmiştik... Fakat kimyasal silahlar konusunda uzmanlık yapan bir yönetimin sosyalizmden sapmasından söz edilemez. Bu, sosyalist teorinin tümden inkarı anlamına gelmektedir: Zira sosyalizm bir ahlaktır... Kimyasal silahların üretilmesi ve kullanılması konusunda, mazlum Kürt halkını ezerı ırkçı, sömürgeci ve faşist bir devlete uzmanlık, danışmanlık yapan bir yönetimde sosyalist ahlakın aranması mümkün değildir... Bu sürecin insan unsuruna hiç yer vermediği, insan unsurunun kaybolduğu açıkça belli olmaktadır... Bu bakımdan, pratiğin, uygulamanın teoriyi böylesine geçersiz kıldığı bir yerde, teorinin kendisi de tartışılmak durumundadır...

Bu tartışmada, "O zaten sosyalist değil ki" türünden açıklamalar bilgi veren açıklamalar değildir. "Teori doğru, fakat yorumlanması yanlış" veya "uygulanması yanlış" türünden açıklamalar da bilgi vermemektedir. Önemli olan, o yorumun, o uygulamanın nasıl ve ne zaman ortaya çıktığının saptanmasıdır. Sovyetler Birliği'nde veya Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmin çözülüşü sırasında, sosyalist yönetimler lehinde neden kitlesel gösteriler olmadığı konusu üzerinde de düşünülmelidir.

***
"Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925" çalışmasının sonraki ciltleri de yayına hazırlanmaktadır...
Bilim yöntemi Türkiye'deki uygulama dizisinin son kitabı, yani sekizinci kitabı ise Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları ve Kürtler üzerine olacaktır.

"Kürdistan üzerinde emperyalist bölüşüm mücadelesi 1915-1925" I kitabının dizilmesinde Yurt kitap-yayın'ın çok büyük katkıları oldu. Sevgiyle anıyorum.

Ankara, Nisan 1992
İsmail Beşikçi

1. Öncekiler için bk.

Bilim yöntem!, Türkiye'deki uygulama 1 Kürtlerin mecburi iskanı, Komal yayınları, İstanbul 1977, yeni baskı için bk. Yurt kitap-yayın, İstanbul 1991

Bilim yöntem!, Türkiye'deki uygulama 2 Türk tarih tezi, Güneş-dil teorisi ve Kürt sorunu, Komal yayınları, Ankara 1977, yeni baskı için bk. Yurt kitap-yayın, İstanbul 1991

Bilim yöntemi, Türkiye'deki uygulama 3 Cumhuriyet Halk Fırkası'nın tüzüğü (1927) ve Kürt sorunu, Komal yayınları, İstanbul 1978, yeni baskı için bk. Yurt kitap-yayın, İstanbul 1991

Bilim yöntemi, Türkiye'deki uygulama 4 Tunceli kanunu (1935) ve Dersim jenosidi (1937-1938), Belge yayınları, İstanbul 1990, yeni baskı için bk. Yurt kitap-yayın, İstanbul 1992

Bilim yöntemi, Türkiye'deki uygulama 5 Orgeneral Muğlalı olayı (1943) "Otuzüç kurşun", Belge yayınları, İstanbul 1991, yeni baskı için bk. Yurt kitap-yayın, İstanbul 1992

Bilim yöntemi, Türkiye'deki uygulama 6 Cumhuriyet Halk Fırkası'nın programı (1931) ve Kürt sorunu, Belge yayınları, İstanbul 1991

2. Bu yayınlardan bazılarını şu şekilde belirtebiliriz:

Metin Sever, Kürt sorunu, aydınlarımız ne düşünüyor?, Cem yayınevi, İstanbul 1991; Şahin Alpay, 2020 yılında Türkiye, Afa yayınları, İstanbul 1991; Şahap Balcıoğlu, Görüşler-görüşmeler, Yön yayıncılık, İstanbul 1991, Şengün Kılıç, Biz ve onlar, Türkiye'de etnik ayrımcılık, (Araştırma-Röportaj), Metis yayınları, İstanbul 1992; Rafet Ballı, Kürt dosyası, 1. bs., Cem yayınevi, İstanbul 1991; Kürt sorunu için barış inisiyatifi, Helsinki yurttaşlar meclisi Türkiye milliyetler komitesi, hazırlayan Taciser Belge (15 Şubat 1992'de İstanbul'da gerçekleştirilen toplantıda yapılan konuşmalar); Kürt soruşturması, Sor yayıncılık, Ankara Nisan 1992

3. Saçak dergisi "TİKP muhasebesl" başlıklı bir yazı yayınlanmıştır. "Saçak yazı kurulu'nun tartışmaya sunduğu TİKP muhasebesi" başlıklı yazıda TİKP'in 12 Eylül'e kadarki çalışmalarının muhasebesi yapılmıştır. (Sayı 65, Temmuz 1989, s. 2-22) Bu muhasebede, yukarıda belirtilen görüşlere ilişkin hiçbir özeleştiri yoktur. Bu "muhasebe"de, aslında, "Kürt meselesi"nden söz edilmektedir. (s. 15) Fakat, "Apocular"dan veya Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından hazırlanan "Apocular iddianamesi"nden, bu iddianamenin "olgun" bir şekilde hazırlanması konusunda TİKP'in katkılarından söz edilmemektedir. Ordunun güçlendirilmesi isteği konusunda da herhangi bir özeleştiri yoktur. Kaldı ki, "hata yapmışız" biçiminde bir özeleştiri olsa bile bunun ciddi bir anlamı olamaz... Çünkü bu tür sözlerin ve yazıların zaman içinde beliren siyasal sonuçları küçük bir özeleştiriyle ortadan kaldırılamaz.

1985 sonlarından veya 1986 başlarından itibaren Saçak dergilerinde muhasebe çağrıları yer almıştır. Muhasebe çağrıları aslında, TİKP dışındaki solcuların TİKP'ten isteğiydi. "Muhasebe" çalışmaları 1989'da tamamlanmış ve yayınlanmıştır.

Saçak dergisinin daha sonraki sayılarında, Asaf Güven Aksal tarafından "TİKP muhasebesine kenar notları", başlıklı yazılar yayınlanmıştır. Bu yazılardan birinde Asaf Güven Aksal, TİKP'in, ordunun güçlendirilmesi konusundaki görüşlerini eleştirimektedir. "TİKP, iddianame ve sorgu" kitabında yazılanların TİKP'in düşünceleri olduğunu belirtmekte, bunların "yazık ki" TİKP'in düşünceleri olduğunu vurgulamaktadır. (Sayı 66, Ağustos 1989, s. 43-58)

"TİKP muhasebesi" konusundaki öteki yazılanlar için bk.

Hasan Hayri Aslan, TİKP muhasebesi'nin eleştirisi, Saçak, sayı 69, Kasım 1989, s. 25-38

Mahmut Nedim Çiğdemal, Daha derin, daha cesur bir eleştiri, Saçak, sayı 69, Kasım 1989, s. 39-41

Saçak yazı kurulu'nun Aydınlık kökenli üyeleri, TİKP muhasebesi, Saçak, sayı 70, Aralık 1989, s. 39-52;

Ahmet Aka, Asaf Güven Aksal, Bilançoya şerhtir, Saçak, sayı 70, Aralık 1989, s. 53-56

Aslan Kılıç, "TİKP muhasebesi" önemli bir adım, ama yetersiz, Saçak, sayı 70, Aralık 1989, s. 57




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues