ÖNSÖZ
Eylül Ayaklanması sırasında meydana gelen olayları kaleme almak, benim için “Barzani ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi” kitabında yer verdiğim olayları yazmaktan daha kolaydır. Çünkü ayaklanmayı ta başından itibaren bizzat yaşadım. Ayaklanmanın karar merkezine ve peşmerge örgütlenmesine yakın bir konuma sahiptim. Sonra bu karar merkezinin etkin bir parçası da oldum.
Öte yandan Büyük Devrim arşivinin korunmasından da sorumluydum. Bu ise önemli bir tarihi olayı ele almak isteyen hiç kimsenin bigane kalamayacağı temel materyallerden biridir. Bu yüzden zihnime nakşettiğim bilgilerin, not aldığım değerlendirmelerin ve zayi olmasın diye titizlikle koruduğum belgelerin, imkânlar ölçüsünde, Eylül Ayaklanması hakkında yazı yazan bir çok insanın istifade edeceği bir şekilde düzenlemesini zorunlu gördüm.
Ayaklanmanın fiilen başladığı tarih 09 Eylül 1961 günüdür. O gün Irak ordusu, çeşitli bölgelerde Kürt kuvvetlerine karşı saldırıya geçti ve aynı gün peşmergeler Zaho’yu kurtarma başarısını gösterdiler. Ancak ayaklanmanın resmi başlama tarihi 11 Eylül olarak kabul edilir. Çünkü o gün, Irak savaş uçaklarının Kürdistan semalarında görünmeye başladığı ve Kerkük-Süleymaniye yolu üzerindeki geniş alana yayılan köyleri ve kasabaları, bunun yanında Halekan Vadisindeki (Doli) Dukan Barajı’na mücavir köyleri yoğun bir hava bombardımanı altında tuttuğu tarihtir.
Abdulkerim Kasım’ın en kötü yolu seçerek Kürt halkına karşı düşmanca bir tavır takındığını, Kürt halkının meşru haklarını inkâr ettiğini mutlak olarak inkâr etmiyorum. Ancak bütün sorumluluğu ona yüklemek, ayaklanma esnasında Kürt halkına karşı işlenen bütün cinayetlerden, korkunç katliamlardan onu sorumlu tutmak adalet ve insaf ilkelerine sığmaz. Ortada sorumluluğu paylaşan iki taraf var. Şunu itiraf etmeHyim ki; Kasımla ve onun rejimiyle kurduğumuz ilişkiler, çoğu zaman hikmete ve ilerî görüşlülüğe dayanmıyordu. Çok kere acelecilik, sabırsızlık Kasım’ı ve rejimini tehdit eden tehlikeleri sezememek gibi olumsuzluklar ilişkilerimize hakimdi. Kimi zaman devlet içinde devlet gibi hareket ediyorduk. Bu da Kasım açısından bir sıkıntiya sebep oluyordu, acaba;;; “larin zihninde belirmesine ve tehdit altındaki vatanın bütünlüğü açısından endişeler duymasına neden oluyordu. Bu güçlü kozu biz ona verdik ve onun etrafindaki şovenistler Kasım’a karşı en küçük bir ihlas ve bağlılık duygusu taşımıyorlardı. Aynı zamanda Kürt halkına ve ulusal haklarına karşı da derin bir kin ve nefret taşıyorlardı. Nihayet Kasım’ı kend, cephelerine çektiler ve onunla Mele Mustafa Barzani KDP ve Kürt halkı arasında kuşkudan, suizandan bir duvar örmeyi başardılar. Onu kazdıkları hendeğe doğru sürüklemek için ellerinden gelen her çabayı, sarf ettiler. Bunun yanında Kasım’, yardımcılarından ve sevenlerinden soyutlayarak onu yalnız bıraktılar. Nihayet bir darbeyle yönetimine son vererek onu da ortadan kaldırdılar. Ben şahsen, KDP ve Genel Başkanı Barzani, Kasım’ın yanında kalsaydı, bu darbenin başarılı olamayacağı kanaatindeyim. Bu arada, Kasım’ın Devrim çizgisinden sapmasında büyük partilerin sorumluluğunun da bulunduğunu vurgulamayı kendim için bir görev biliyorum. Gerek komünistler ve gerekse KDP’liler Kasım’ı terk etmemeliydiler meydanı ırkçılara bırakmamalıydılar. Birliklerini, örgütlü dayanışmalarını sürdürerek siyasal komplocuların oyunlarını boşa çıkarmalıydılar. Şimdi bütün bunları bırakalım; bir bir kere Eylül Ayaklanması başlamış oldu. Hiç kuşkusuz bu ayaklanma Kürt halkının acılarla dolu tarihinin en büyük ayaklanmasıdır. Bunu ayaklanmaların anası olarak da isimlendirebiliriz. Çünkü bu ayaklanma, Kürt halkı için bir çizgi belirledi ve yeni bir aşamanın başlangıcını ilân etti. Kürt mücadele tarihinde bu aşamanın bir benzeri daha yoktur. Daha doğrusu, Eylül Ayaklanması, Kürt tarihinin yeniden yazılması demektir. Çünkü bu aşamayla birlikte Kürt sorunu daha geniş ufuklara taşınmış oldu. Kürt sorunu bu ayaklanmayla birlikte uluslarası gündeme oturrr.uş oldu. Ayrıca bütün Irak Kürdistanı'nı kapsaması bakımından da önceki yerel ayaklanmalardan ayrılmaktadır. Bu bakımdan Irak dışındaki Kürtlerin de mutlak ve sınırsız desteğini almıştır. Salt belli bir bölgeyle sınırlı değildi. Benim kanaatime göre, bu ayaklanmanın en büyük başarısı, ulusal bilinci ve demokrasi düşüncesini Zaho'dan Hanıkin'e, bütün Irak Kürdistanı'na yerleştirmesidir. Bu halka özgüven aşıladı. Kürt aydınları ve ulusalcılarıayaklanmanın saflarına katıldıkça, güven duygusu biraz daha pekişti. Artık Kürtlerin geleneksel sızlanmaları, yenilginin acısıyla feryat etmeleri geride kalmıştı. Ayaklanma, başlangıçta bu psikolojik sorunların tümüyle karşılaştı ve bunları zor da olsa azim ve kararlılıkla aşmasını bildi. Kuşkusuz bunda Barzani’nin hikmeti, önderliği, geniş deneyimi, ulusunun karakterine dair engin bilgisi büyük bir rol oynadı. O Kürt halkının güçlü taraflarını ve zayıf noktalarını çok iyi biliyordu. Ayaklanmanın uygun olmayan koşullarda başladığını söylersem, bir sırrı açıklamış olmam. Çünkü ayaklanmanın önderleri maddi ve manevi imkânlardan büyük ölçüde yoksundular. Ulusal bilinç henüz emekleme çağındaydı. Olgunlaşmaya, pişmeye ihtiyacı vardı. Her şeyden önemlisi, ayaklanmanın ana kuvvetlerini oluşturan peşmergeler, aşiret bağlarından kurtulma mücadelesi veriyorlardı ve henüz aşiret kültürü kelimenin tam anlamıyla kitlesel egemenliğe sahipti. Öte yandan Kürt halkı da hükümetin baskılarına ve geniş çaplı bir savaşa katlanacak durumda değildi. Geniş çaplı ve uzun süreli bir savaşın zorluklarını, acılarını ve tehlikelerini göğüsleyecek güce sahip değildi. Nitekim Kürt halkının eli silah tutan çok önemli bir parçasının, hükümete bağlılığını ilân ederek hükümetin safına geçtiğini ve ayaklanmayı bastırmak için hükümetin saflarında savaşmaya hazır olduğunu duyurduğunu gördük. Bunlara “Cahş” adı verildi. Okuyucular bu adın ne anlam ifade ettiğini biliyorlar. Bu ad bir kara leke olarak onların alınlarına yapıştı ve bir daha da bu alçaltıcı nitelikten kurtulamadılar. Devlet, ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren bunları cephelere dağıttı ve askeri kuvvetlerin önünde birer canlı kalkan gibi kullandı. Onları, askeri kuvvetlerden önce saldırıya geçen öncü kuvvetler olarak görüyorduk. Cahşların önemi ve tehlikesi, Irak ordusunun o günkü durumundan kaynaklanıyordu. O sırada Irak ordusu disiplinden uzak zayıf bir orduydu. Moralsiz ve iç çekişmelerden parçalanmış bir haldeydi. Subaylar arasındaki ideolojik farklılıklar orduda fraksiyonların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Eğer bu satılmış cahşlar olmasaydı, bu ordu, peşmergelerin önünde daha ayaklanmanın ilk günlerinde hezimete uğrayacak ve darmadağın olup gidecekti. Şunu da büyük bir üzüntüyle itiraf etmeliyim ki, bu cahşların direnişleri ve kararlı savaşçılıkları yüzünden peşmergeler ayaklanmanın başında bir çok büyük bir zaferi kazanma fırsatını kaçırdılar.
Ama çok geçmeden durum tersine döndü. Peşmergenin direnişi ve ayaklanmanın tabanının sağlam olması, mücadelenin başarılarla devamını sağladı. Öte yandan cahşların ordu mensupları tarafından gördükleri kötü muamele, bazen de kendi vicdanlarının uyarısıyla, üstlendikleri rolün vatanın maslahatına olmadığını, bizzat kendi nefislerinin zararına olduğunu anladılar. Böyle bir bilince ermeleri zaman alsa da neticede olumlu bir gelişmeydi bu. Yavaş yavaş aralarında gevşeme belirtileri baş gösterdi. Orduya bağlılıkları zayıfladığı gibi, peşmergeler üzerindeki baskıları da iyice gevşedi. Ordu da onlardan cok şey öğrenmişti. Taktiklerini ve hareket kabiliyetlerini kullanarak savaş, sürdürüyordu. Bu arada yem silahlar da alınmıştı. Biraz önce işaret ettiğimiz gevşek davranışlarının farkına varan ordu üst kademesi, bir avcının av köpeğini kullandığı gibi bu cahşları kullanmaya başladılar. Önce bu cahşlardan küçük öncü gruplar göndererek, peşmergelerin mevzilerini keşf etmelerini istiyorlardı. Bunlar peşmergelerin yerlerini tespit ettikten sonra da uçaklar havadan bombardımana başlıyordu veya tespit edilen mevzilere uzun menzilli topçu ateşi açiyordu. Böylece ordunun rahat ilerlemesi içm bir ön temizlik yapılmış oluyordu. Savaşın son aşamalarında cahşların rolü tamamen bundan ibaretti. Avcının avın peşine gönderdiği av köpeğinden farksızdı misyonları. Bu kitapta cahların görevlerine dair bir çok örnekler vererek onlarin konumlarını ayrıntılı bir şekilde sunduk.
Diş dünya açısından, Eylül Kürt ayaklanması, Soğuk Savaş döneminin bir kurbanı olarak görüldü.
İkinci Dünya savaşının ardından Doğu Bloku ile batı arasındaki Soğuk Savaş sürecinin, daha doğru bir ifadeyle Kültler, hacim ve güç olarak dünyanın en büyük iki devleti ABD İle SSCB aksındaki Soğuk Savaşın kurbanı, oldular. Bu Soğuk Savaş, ezilen uluslar açısından ardı arkası kesilmeyen felaketlerden ibarat oldu. Bu ezilen ulusların başında da mücadele edecek gücü bulunmayan Kürt halk, geliyordu. Soğuk savaş süreci, Kürdistanı paylaşan devletlerin Kürtlerin aleyhine olacak şekilde fırsatları değerlendirmelerini ganimetleri devşirmelerini sağladı. Bu devletler, bu iki büyük devlet arasındaki şiddetli mücadeleden sonuna kadar yararlandilar. Kürtlere rahatlıkla saldırdılar, haklalarını inkar ettiler, ulusal örgutlerini yoğun baskılar altına aldılar. Bütün bunları yaparken dış müdahalenin onayacağından ve Kürtlerin dışarıdan herhangi bir yardım almayacaklarından son derece emin olarak hareket ettiler. Artık ne şekilde olursa ve hangi derecede olursa olsun yaptıkları zulümleri büyük devletlerden birine Yaslanarak gercekleştiriyorlardı. Dış dünyanın olaya müdahale etmemesinin gerekçesi de hazırdı: Kürt meselesi, bir iç meseledir ve bu meselenin çözümü sınırları içinde Kürt nüfus barındıran devletleri ilgilendirir. Hiç bir dış gücün bu meseleye müdahale etme veya sorunu uluslararası platforma taşıma problemi uluslararası kuruluşların gündemine getirme hakkı yoktur! Kimse, kimliği, inkar edilen, kendi kaderini belirleme hakkı elinden alınan bir ulusun sorunu gözüyle bakmıyordu bu soruna.
Eylül Ayaklanması, Soğuk Savaşın en şiddetli zamanına denk geldi. Bu yüzden ayaklanma, kelimenin tam anlamıyla uluslararası düzlemde görmezlikten gelindi, yalnızlığa terk edildi. Soğuk Savaşın tarafları, her konuda ihtilaf yaşarken, bir konuda görüş birliği içindeydiler: Kürt sorununa karışmamak! Soğuk Savaşın sona ereceğine dair bir belirti de yoktu ve sorun olduğu gibi kaldı.
Gerçi bazı bölge ülkeleri Kürt hareketine destek oldular ve uzun süre de bu desteklerini sürdürdüler. Bu destekleri de belli bir amaca yönelikti. Amaçlarını gerçekleştirdikten sonra da başta destek olan bazı bölge devletlerinin, hareketin bastırılmasına yardımcı olmaya başladıklarını gördük. İran Şahı’nın Eylül Ayaklanması karşısında takındığı tavır bunun en çarpıcı örneğidir.
Soğuk Savaş dönemindeki çetin mücadelenin en büyük ve en tehlikeli sonuçlarından biri, dünya çapında demokratik kavramların yayılmasının engellenmesiydi. Diktatör rejimlerin kurulması önünde geniş bir alan açılırken, demokratik ilkelerin alanı gittikçe daraltıldı. Bu uluslararası ihanete, Soğuk Savaşın her iki tarafı da ortaktır. Çünkü tarafların her ikisi de, bir rejimin diktatör veya demokratik olmasından çok, şu veya bu tarafta olmasına önem veriyorlardı. Bunun sonucunda, kanlı darbeler oldu ve demokratik ilkeleri inkâr eden rejimler kurulmaya başladı. Bunlar da insan hakları ve özgürlükler önünde en büyük engel olarak belirginleştiler. Bu engellerin, insani idealleri bulunan, temel demokratik ilkelere bağlı Eylül Ayaklanması için de geçerli olduğunu gördük. Bütün engellemelere rağmen Eylül Ayaklanması, vatan toprağında bu bilincin köklü ve sürekli olmasını sağladı. Ayaklanmaya katılanların kararlılığında en küçük bir gevşeme meydana gelmedi. Bütün engellere ve konjonktürün olumsuzluğuna rağmen Eylül Ayaklanması, uluslararası platformda sesini duyurmak için büyük bir mücadele verdi. Bu amaç için her türlü imkân kullanıldı. Kuşkusuz savaşçıların en büyük güç ve moral kaynağı köylü sınıfıydı. Köylüler bu ayaklanmada en büyük fedakarlığı gösteren kesimdi. Kürdistan köylüleri gerçek anlamda ayaklanma ateşinin yakıtıydılar. Peşmerge kuvvetlerinin ana gövdesini onlar oluşturuyorlardı. Onlar kutsal kanlarıyla Devrim ağacını suladılar, gelecek nesillerin bu ağacın meyvelerini devşirmelerini sağladılar.
Hiç kuşkusuz Kürt halkı, Kürdistan köylülerine minnettardır.
Eylül Ayaklanması, Soğuk Savaşın güçsüzleştirici ve yalnızlaştırıcı konjonktürüne teslim olmadı. Bilakis, kendini, amaçlarını ve Kürt halkının mazlumiyetini, adalet isteğini, silaha sarılmak zorunda kalmasının sebeplerini bütün dünyaya anlatmak için yoğun bir çaba içine girdi. Özellikle Arap dünyasında bu amaçla önemli bir faaliyet gerçekleştirildi. Büyük bir üzüntüyle belirtmeliyim ki, Arap devletlerinden, sivil örgütlerden ve fikir adamlarından beklenen tepkiyi göremedik. Hatta bazıları, kuşkucu ve çekinser bir tavır içine girdiler. Düşmanca yaklaşım içne girenler bile oldu. Bu tavırları, beklentilerimiz açısından tam bir hayal kırıklığıydı. Arap ülkelerinin, sivil toplum örgütlerinin en azından batılı ülkelerden, kitle iletişim araçlarının takındığı tavırdan daha ileri düzeyde olumlu bir tavır içinde olmalarını bekliyorduk.
Ancak ayaklanmanın direnci ve kararlılığı, Irak hükümeti karşısında peş peşe zaferler kazanmasından sonra bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi başardı. Dünya projektörlerini Eylül Ayaklanmasının üzerine çevirdi. Artık Ortadoğdaki siyasal denklemlerde Eylül Ayaklanmasına da yer verilmeye başlandı. Daha önce, Eylül Ayaklanmasına karşı olumsuz bir tavır içinde olanlar, daha olumlu yaklaşmaya başladılar.
Ayaklanmanın önderliği, “Irak’a demokrasi Kürdistan’a Otonomi” sloganını benimserken, reel-politik durumu göz önünde bulunduran bir ileri görüşlülük örneği sergiledi. Bu slogan, Kürt halkının ve savaşçılarının Irakta demokratik bir hükümet kurulmasına verdikleri önemi gösteriyordu. Kurt liderler, Irak'ta demokratik bir hükümet kurulmadan Kürt sorununun çözülemeyeceğine de inanıyorlardı.
Savaşın peşmergelerin aleyhine dönmesi meselesine gelince, her şeyden önce peşmergeler barbar bir savaşla karşı karşıyaydılar Karşı taraf savaşt hedef gözetmiyordu; emzikteki çocukla, elinde silah savşan asker arasında fark yoktu onların nazarında. Hükümet kuvvetleri başta zehirli gazlar napalm bombaları olmak üzere bütün yasaklanmış kitle imha silahlarını kullandilar. Bölgedekî bütün insanlar savaşçı kabul edildi, kadın çocuk ayırımı gözetilmediği gibi savaş meydanı ile meskun yerler ayırımı da yapılmadı, dağların zirvelerinde peşmergezlerin mevzilerini bombaladıklari gibi, savaş alanından uzak köyleri de bombaladılar
Buna karşın Peşmergelerin komutanları, uluslararası antlaşmalarla belirlenen savaş kurallarına ve ilkelere sonuna kadar bağlı kaldılar Esirlere hiçbir zarar verilmedi. Yabancı gazeteciler çok kere, pesmergelerin esirlere karşı sergiledikleri iyi muameleden ve onları kendilerinden ayırmamalarından etkilendiklerini sempatiyle dile getirdiler. Bu iyi muamele satılmış cahşlara karşı da sergilendi. Oysa satılmış cahşlar bütün kriterlere göre haindiler. Buna rağmen onlara da kötü muamelede bulunulmadı. Öte yandan düşman, peşmergelerin merkez, karargahlarına teröristler göndererek terör eylemlerini gerçekleştirerek halk arasında korku ve panik yaratmaktan geri durmadı. Peşmerge komutanlarına karşı bir çok suikast girişiminde bulunuldu. Peşmerge komutanları, kesinlikle intikamcı eylemlere izin vermedi, ne Irak içinde ne de Irak dışında. Oysa peşmergelerin bu tür terör ve suikast eylemlerini gerçekleştirmeleri son derece kolaydı. Peşmergeler bütün bunları yapmadılar ve sadece askeri hedefleri vurmakla yetindiler. Peşmerge komutanlığı özellikle sivil halka herhangi bir zarar verilmemesine büyük özen gesterdi. Bu ise son derece zor bir işti. Çünkü Kürt halkı savunma pozisyonundaydı. Kişi kendini savunmak durumunda kaldığı zaman, darbenin kime isabet edeceğini kime isabet etmeyeceğini çoğu zaman hesap edemez.
Ayaklanma, sonuna kadar, uluslararası antlaşmalarla belirlenen savaş ilkelerine ve kurallarına bağlı kaldı. Her şeyden önce, savaşın, Arap-Kürt savaşı mahiyetine bürünmesine izin verilmedi. Bu konuda çeşitli yazarların, şovenistierin ve halk düşmanlarının savaşı böyle bir mecraya sürükleme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu arada şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Bazı mutaassıp Kürt unsurlar, bizim de böyle bir anlayışa sahip olmamız için yoğun çaba içine girdiler. Onların gerekçesi halkın karşı karşıya kaldığı mezalim ve baskılardı. Fakat bu anlayışı benimsememiz, mücadelemizin kuşkulu bir kimliğe bürünmesine neden olacaktı. Hareketimiz asıl amacından sapacak, tamamen intikamcı bir mahiyet kazanacaktı. Fakat biz bu tür önerilere kesin olarak karşı çıktık ve pratiğimizle bu anlayışı ortadan kaldırdık. Bu tehlikeyi bertaraf etmekle alnımız ak başımız dik erdemli bir şekilde mücadelemizi sürdürdük. Kirli bir savaş yürütmedik.
Bu yüzden Eylül Ayaklanması hakkında yazılan hiçbir kitapta, buna düşmanların yazdıkları da dahildir, Eylül Ayaklanmasının terörizmle suçlandığı görülmez. Ne herhangi bir şahsın kişisel tasarrufuyla ne de komutanlığın emriyle bir terör eyleminin gerçekleştiğini hiç kimse söyleyememiştir. Ayaklanma başından sonuna kadar temiz kaldı. Bütün tarafların saygısını kazandı bu yüzden. Biz şu anda bu siyasetin ve bu tavrın meyvelerini topluyoruz.
Eylül Ayaklanması, geleçekteki Kürt özgürlük mücadelesi için sağlam temeller atmış oldu. Kuşkusuz bu sonuca ulaşmak kolay olmadı. Bu, uzun süren bir mücadelenin, karşılaşılan zorlukların, korkuların ve fedakarlıkların sonucudur. Bu kitapta mücadele süreci boyunca yaşadıklarımızın bir bölümünü anlatmak istedim. Bir kere savaş cephesi çok geniş bir alanı kapsıyordu. Bu yüzden peşmergelerin ve komutanların yüksek dağların, engebeli arazilerin üzerinden geçerek uzun mesafeler kat etmeleri gerekiyordu. Bu dinlenmek nedir bilmeyen bir yolculuktu. Elimde Barzani’nin not defteri var. O bu deftere beklenmedik intikallerini, yer değiştirmelerini kaydetmişti. Örneğin 1961 yılının ve 1962 yılının son üç ayında karargahını yirmi yedi defa değiştirip başka bir yere taşımak zorunda kaldığını bu not defterinde okudum. Ya savaşın seyri bunu gerektiriyordu ya da hava saldırılarından korunmak için böyle bir önlem alınması icab ediyordu.
Evet, Mart 1975 tarihinde ayaklanma başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak bu yenilgiyle doğrudan ilintisi bulunan bir gerçeği burada vurgulamamız gerekir. Eğer Barzani Kerkük’ün pazarlık konusu yapılmasını ve Kerkük’ün otonomi bölgesi için belirlenen resmi sınırların dışında tutulmasını kabul etseydi, böyle bir sonuçla karşılaşılmayacaktı. Bununla beraber Barzani yenilginin sorumluluğunu üstlendi. Aynı şekilde kardeşim İdris de bu yenilgiden sorumlu olduğunu kabul etti. Barzani ve İdris, bu tavırlarıyla sonraki dönemlerde bize yöneltilen zehirli oklara karşı birer kalkan oldular. Bu oklar sadece yabancılar tarafından gelmiyordu, kuşkusuz. Bizzat komutanlık kademesinde görev alanlar da suçlayıcı oklarını bize yöneltmişlerdi. Onlar sorumluluktan kaçmak için bunu yapıyorlardı. Oysa sorumluluk bir bütün olarak komuta kademesine aitti.
Eylül Ayaklanması askeri alanda yenilgiyle sonuçlanmadı. Gerçekte siyaset meydanında savaş kaybedildi. Bu güvenilir sığınağın sonuçlarından yararlanmaktan yoksun bırakıldık. Dünün dostları bu günün düşmanları oluvermişlerdi bir anda.
Aslında ben, son nefesimize kadar savaşı sürdürmekten yana olanlar arasında yer alıyordum. Benim bu kararım tamamen duygusaldı. Hamaset duygusuyla ayaklanmanın sürmesini istiyordum. Gerçekte ben, Kürdıstan topraklarında can vermeyi İran’a gitmeye tercih ediyordum. Ama daha sonra, duygunun akla galip gelmesinin tehlikesini kavradım. Duygulara dayalı olarak alınan kararlarda çoğu zaman doğruyu bulmak güçleşir. Duygusal kararlar çok büyük tehlikeler barındırır. Ote yandan, babamın emrini tartışmak benim için imkânsızdı.
Bir çokları Eylül Ayaklanmasının 1975 tarihinde sona erdiğini zannetmektedir ki, bu, tamamen bir vehimdir. Bu kanaatin yaygın olmasının nedeni, yenilginin, beklenmedik bir şekilde, deyim yerindeyse birdenbire gerçekleşmiş olması olsa gerektir. Böyle olunca da otomatik olarak plan ve stratejiler ortaya koymaya zaman kalmamış oluyordu. Fakat biz çok uzun bir süre sonra yeni prensipler belirledik ve bir hareket planı hazırladık. Silahlı hareketin devamına ilişkin önemli kararlar aldık. Bu kararlar kapsamında, geçmiş savaşlarda büyük kahramanlıklar sergileyen peşmerge komutanlarının önderliğinde silahlı müfrezeler oluşturduk. Bu müfrezeler yurt içindeki parti örgütleriyle birlikte 26 Ağustos 1976 günü sınırı geçmeye başladılar ve bu tarihte silahlı ayaklanmanın başladığı ilân edildi. Gulan Ayaklanması adıyla bilinen bu mücadele aslında muhteşem Eylül Ayaklanmasının bir devamıydı.
Silahlı eylemler yeniden başladı. Operasyonlar durmadan devam etti. Peşmergeler her zaman alışık olduğumuz gibi, büyük bir fedakarlık ve kahramanlık örneği sergiliyorlardı. Öncekinden sayı ve donanım bakımından çok daha üstün olan bir düşman kuvvetine karşı akıllara durgunluk veren bir mücadele sürüyordu. Kuvvetler arasındaki uçurum mukayese kabul etmez boyutlardaydı. Peşmergeler düşmanın uykularını kaçırıyordu. Düşman onca gücüne rağmen rahat yüzü göremiyordu. Parti örgütleri de halkı bilinçlendirme faaliyetlerini kesintisiz olarak sürdürüyorlardı. Bu arada devlet kuvvetleri kitlesel kıyımlara, etnik temizlik faaliyetlerine ve halkı cezalandırma nitelikli uygulamaları ara vermeden sürdürüyorlardı.
Burada bir kez daha yineliyorum. Biz bu gün, o kahraman müfrezelerin akıllara durgunluk veren direnişlerinin meyvelerini topluyoruz. O inatçı direnişlerinin, akıl almaz fedakarlıklarının sonuçlarını bu gün görüyoruz.
1975 yenilgisinin sorumluluğundan sıyrılma çabasında değilim. Barzani’nin, kardeşim İdris’in ve kendimin sorumluluğunu üstlenmeye hazırım. Ama başkaları da vicdanlarıyla hesaplaşmak durumundadırlar. Umarım kendi kusurlarını itiraf edecek cesaretleri vardır. Fakat -ki Allah bu söylediğime şahittir- her ne yaptıysak, hangi kararı aldıysak, tamamen iyi niyetimizden, halkımızın davasına olan samimi bağlılığımızdan, halkımızın özgürlüğüne olan derin inancımızdan kaynaklanıyordu. Çok kere kişi, ilkelerinin, samimiyetinin ve doğruluğunun kurbanı olur. Özellikle özel çıkarlarından başka bir şeye önem vermeyen, politikalarında ilkelere, insani ve ahlaki değerlere yer bulunmayan akımlara, heyetlere veya hükümetlere güvenildiği zaman, samimi ve ilkeli mert insanların kaybetmeleri kaçınılmaz olur.
Barzani hiçbir zaman sorumluluk üstlenmekten kaçmadı. Kendisinin mutlak olarak yanılmaz olduğunu hiçbir zaman iddia etmedi. O, yanılması ve doğruyu bulması aynı oranda muhtemel olan bir insandı. Ancak yanıldığı pek nadirdi. Doğuştan lider olanların, eşyanın tabiatından ilham alanların doğasıdır bu. Tevazu ve basit görünmek onun doğal, karekteristik bir özelliğiydi. Yapmacık bir tarafı yoktu. Bu milletin birliğinin dipdiri bir sembolü, mücadele tarihinin onuru olarak kalacaktır. Küçük bir azınlığın kıskançlığı, kindarlığı, onun görkemli yerini gölgeleme çabaları, mücadele tarihini kirletme girişimleri sonuç vermeyecektir. Böyle bir girişimde bulunanlar, sadece tarihi çarpıtırlar ve kendi halklarına ve halklarının sembolü olarak tarihe mal olmuş şahsiyete kötülük etmiş oluyorlar.
Ortada son derece önemli bir soru var. Ve bu soruyu hala birçok insan soruyor. Çok insanın zihnini bu soru kurcalıyor. İran ve Irak arasında imzalanan Cezayir antlaşmasının hemen ardından Barzani’nin asker, eylemleri durdurma kararı almasının sebebi neydi?
Bu karara ilişkin çok sayıda yorum ve değerlendirme yapılmıştır Sayısız analizlere konu olmuştur. Bunların bir kısmını, Barzani’ye yakın, samimi arkadaşları yapmışlardır. Bu samimi arkadaşları o eşsiz komutanın gerçekleştirdiği herhangi bir eylemde olumsuz taraflar bulma eğiliminde ve anlayışında olmadıkları için, bu kararını da kesinlikle olumsuz bir açıdan ele almamışlardır. Bazı değerlendirmeler de onun hiçbir eyleminde olumlu bir taraf olduğunu kabul etmeyen kinci, kıskanç ve düşman kimseler tarafından yapılmıştır. 1975 gerilemesi bu kimselere hayatlarının fırsatını verdi. Barzani'nin şahsına yönelik saldırılarına hız verdiler, parlak mücadele tarihini karalamak için her yolu denediler.
Bir hususu itiraf etmek durumundayım: Şu anda hakkında yeterli bilgiye sahip olduğumuz uluslararası çıkarlar, diplomatik mücadele ve karmaşık ilişkiler, büyük devletlerin tayin edici kararlar alırken hangi arka planlar, kullandıkları gibi olguları, Eylül Ayaklanması esnasında yeterince bilmiyorduk. Öte yandan Soğuk Savaş döneminin iki kutbu arasında Ortadoğu özelinde yaşanan amansız mücadeleyi de tam anlamıyla kavramış değildik. Bu mücadelenin Kürt halkının kaderi üzerindeki etkileri tahlil edip olumlu sonuçlar çıkaracak beceriden yoksunduk.
1975 gerilemesini yaşadığımız sırada Barzani yetmiş iki yaşına gelmiş bir ihtiyardı. Bu yaş bir çok ülkesinde geçerli olan emeklilik yaşını yedi yildan fazla bir süre geçmiş bir ömürdür. Bu yaşa gelmiş kimseler artık dinlenmeye çekilirler ve yorucu herhangi bir iş yapmaktan kaçınırlar. Varın siz, yüksek dağlarıyla, derin vadileriyle ve engebeli yollarıyla Lübnan gibi bir ülkeden üç kat daha büyük bir araziye gerilla savaşı veren bir komutanın durumunu düşünün.
Berzani’nin belirtileri 1974 haziranından itibaren görünmeye başlayan cidi bir hastalığa yakalandığını söylersem, bir sırrı ifşa etmiş olmam. O sene yaz mevsimi boyunca Tahran’da tedaviyle vakit geçirdi. Dışarıda tedavi olmasına imkân yoktu.
Ciddi sağlık sorunları yaşayan Barzani’nin böyle bir ortamda komutanlık görevini sürdürmesi mümkün değildi. Bütün bunların yanında ayaklanmanın içinden geçtiği zor koşullar yetmezmiş gibi büyük bir uluslararası komplo da hazırlandı. Tasavvur edemeyeceğimiz büyük çaplı ve geniş etkili bir olayla karşı karşıya kaldık. İran hükümetiyle Irak hükümeti arasında askeri bir ittifak sağlandı. İki hükümet ayaklanmayı bastırmak için dayanışma ve birlikte hareket etme kararı aldı. Bir anda bize dost görünen bütün güçlerin bizi yalnız bıraktıklarını gördük. En küçük bir vicdan azabı hissetmeden bizi yapayalnız bırakmışlardı.
Her türlü duygusallığı bir kenara bırakarak bir kanaatimi açıklamak istiyorum. Bana göre, Barzani’nin Eylül Ayaklanmasını durdurduğunu bildirmesi, bu büyük komutanın halkının uğruna yaptığı sayısız fedakarlıkların en büyüklerinden biridir. Her şeyden önce ününü, geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini, bunun yanında mücadele tarihini, feda ederek halkını büyük bir felaketten kurtarmış oldu.
O doğru olanı yaptı. Fakat biz duygularımızın peşine takılmış gidiyorduk. Ve şimdi biz, onun hikmetinin, ileri görüşlülüğünün sonuçlarını görüyoruz.
Kürt halkı unutmadı onu. Özgürlük hareketine komutanlık edişini, Soğuk Savaş dönemi boyunca mücadele ateşini söndürmeden devam ettirmesini unutmadı. 05.03.1979 günü naaşım binlerce kürdün sürgün diyarında karşılamış olması Kürtlerin onu unutmadıklarının en büyük kanıtıydı. Gözyaşlarıyla, ateşli sloganlarla bir muzaffer komutanı karşılar gibi onu ebedi istirahatgahına uğurladılar. Kuşkusuz Barzani eşsiz komutanlardan biriydi. Onun gibileri doğuştan sahip oldukları yeteneklerle liderliklerini kabul ettirirler. Uğruna mücadele verdikleri davaya samimi bağlılıkları onları eşsiz bir konuma getirir.
06 Kasım 1958 tarihinde Barzani’nin Sovyetler Birliğinden dönüşü, Kürt milletinin birliğinin ilânı mahiyetindeydi. 06 Kasım 1993 tarihinde Barzani’nin ruhu geri döndü ve Kürt halkının birliğini bir kez daha pekiştirdi.
Eylül Ayaklanması, bigane kalınmayacak, siyasal, askeri, ekonomik ve sosyal dersler çıkarılacak bir model olarak hep dikkatle incelenecektir. Ulusal düzlemde mücadele verenler ve de gelecek nesiller, bu ayaklanmanın ortaya koyduğu modeli göz ardı etmemelidirler. Eylül Ayaklanmasının hareket metodu sürekli olarak göz önünde bulundurulmalı ve bundan dersler çıkarılmalıdır.
Bu ayaklanmanın bize sunduğu en önemli ders şudur: Başkalarının bizi hesaba katmaları için daima mücadele meydanında varlığımızın bulunmasına büyük özen göstermeliyiz. Hiçbir zaman, herhangi bir gücün karşılıksız olarak bize yardım etmeye, kendi çıkarlarını bizim çıkarlarımız uğruna feda etmeye hazır olduğunu sanmamalıyız. Bize dostluk ve yardım önerisinde bulunan bir gücün, bu önerisini kabul etmemiz durumunda peşinen bilmeliyiz ki, özel bir çıkarı böyle bir öneride bulunmasını gerektirmiştir ve biz de dostluğumuzu bu temele bina ederek geliştirmeliyiz. Bir çok güç vardır ve biz, bizim çıkarlarımızla onların çıkarlarının örtüştüğünü biliyoruz. Ancak, bizim bu dostluktaki çıkarımız, nihai hedefimize varmamıza yardımcı olmasıdır. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki: Kürt meselesi, adil ve kapsamlı bir çözüme kavuşturulmadıkça barış gerçekleşmez, Ortadoğu bölgesinde istikrar sağlanmaz. Bunun yanı sıra, dünyadaki hızlı değişimleri objektif bir gözle ve sürekli olarak takip etmeliyiz. Kendimizi yalnızlık felaketine teslim etmemeliyiz. Bilakis bu değişiklikler karşısında en uygun pozisyonu almalı ve bir hareket stratejisi geliştirmeliyiz. Bu strateji, her türlü aşırılıktan, duygusallıktan, sübjektif eğilimlerden ve heyecandan uzak ılımlı bir karekter arz etmelidir. Çifte standarttan uzak durmalıyız. Yani, aynı anda bir tarafın hem müttefiki hem de karşıtı olmamalıyız. Bu kesin bir intihardır çünkü.
Burada bir noktaya işaret etme gereğini duyuyorum: Eylül Ayaklanması, başından sonuna kadar siyasi kararlarda bağımsız karakterini korumuştur. Ancak, bölgenin coğrafi konumu daima bu kararlar üzerinde etkili olmuş ve olacaktır da. Bizim bunları görmemezlikten gelmemiz mümkün değildir.
Öte yandan, sürekli olarak dostlarımızın sayısını artırmak ve elimizden geldiğince hasımlarımızın sayısını azaltmak çabası içinde olmalıyız. Bunun için, bitip tükenmek bilmeyen bir sabır, dayanıklılık ve direnç gereklidir, ister Kürdistan’ı paylaşan devletler tarafından olsun, ister Kurtlerden olsun, Kürt mücadelesini ezilen bir halk ile zalim hükümetler arasında geçen bir mücadele değil de, halklar arası bir savaş gibi göstermeye çalışan aşırı unsurlara karşı çıkmalıyız.
Üzerinde önemle durmamız gereken bir diğer mesele de şudur: Bölgedeki hükümetler, Kürtler arasında söz ve karar birliği olmaması için ellerinden gelen bütün çabalan bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da sarf edeceklerdir. Bu gerçeği, Kürdistani Cephe’nin 1986 tarihinde İran’a sürülmesi ve ardından yeniden bölgeye geri dönmesine izin verilmesi olayının bölgedeki ülkelerin ittifakıyla gerçekleşmesi en somut bir şekilde ortaya koymuştur. Şunu unutmamalıyız ki, ilk ve son başvuru mercımiz ve yegane kuvvet kaynağımız halkımızdır. O bizim en stratejik müttefikimizdir.
Eylül Ayaklanması olaylarını yazarken bir anda bir sinema filmini seyrettiğimi sandım. Eğer dayandığım belgeler, hafızamdaki hatıralar ve not aldığım bilgiler olmasaydı, bir anda hayalimin dizginlerini salıverecek romancıların ve öykücülerin yaptığı gibi kendimi olayların akışına kaptıracaktım.
Bu noktada bir şaşkınlık geçirdim. Hangi olayları yazmalıydım ve hangilerin, bir kenara atmalıydım? Eylül Ayaklanması, kahramanlıklarla, olağanüstü olaylarla doluydu. Bunları kelimelerle ifade etmek, betimlemek imkânsız gibiydi. Kalemimin dizginini bırakıverseydim eğer, peşmergenin o meşakkatli dönemde sergilediği bütün kahramanlıkları yazsaydım, şu kitabın bir kaç cilt fazlasını yazmam gerekecekti. Bu yüzden, peşmergenin kahramanlıklarından bir takım örneklerle yetinmek zorunda kaldım.
Bu kahramanlar arasında çok sevdiğim arkadaşlarım var. Canlarını feda ettiler. Savaş alanına cansız bedenleri yığılıverdi. Bende elem verici hatıraları kaldı. Hayalleri hala canlıdır zihnimde. Her zaman onları hatırlarım ve onları yitirdiğimden dolayı hissettiğim derin acı ve hüzün hiçbir zaman ayrılmaz benden. Bunlar başkaları özgür yaşasınlar diye canlarını verdiler. Kardeşim İdris’i ise, hiçbir zaman unutamıyorum.
Arkadaşların olmadığı bir dünya neye yarar ki? Ancak bu kahramanların kanlarının boşa gitmediğini görmüş olmam bir ölçüde beni teselli ediyor. Bugün, siyasi bir yapıya, bir hükümet, parlamento ve yönetim mekanizması tarafından temsil edilen özgür bir dünyaya sahip olmamız, onların şehadetlerinin semeresidir, lrak’ın diğer bölgelerine nazaran, yüksek bir ekonomik refahı yaşıyor olmamız da, onların bu fedakarlıklarının ürünüdür.
Önsözün girişinde de işaret ettiğim gibi, bu bölümde “Barzani ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi” serisinin kapsamı içinde Eylül Ayaklanmasındaki gelişmeleri, 1961 yılından 1975 yenilgisine kadarki dönemi kapsayacak şekilde yazmaya çalıştım. Bunun için daha önce aldığım notlardan topladığım ve büyük bir titizlikle koruduğum belgelerden yararlandım. Kitabımda anlaşılır bir dil kullanmaya özen gösterdim. Olayların kronolojik sıralamasını korumaya çalıştım. Bu arada, olaylara ilişkin kişisel yorumlarıma da gerektiği zaman yer verdim. Yazdıklarımda ve aktardığım belgelerde hiç hata etmediğimi iddia etmiyorum. Ancak, duygusal etkilenimlerden elimden geldiğince uzak durdum, sübjektif olmaktan kaçındım ve tarafsızlığa önem verdim. Amacım, bu kitabın ve bu kitabın kapsamı içinde yer verdiğim belgelerin, Eylül Ayaklanması’na yönelik araştırmalar için başvuru kaynağı olmasıdır. Araştırmacılar ve tarihçiler, gerekli araştırmaları yaparak bu olguyu gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarsınlar diye.
Bir kez daha tekrarlıyorum. Bu kitabımın Eylül Ayaklanması’na ilişkin bütün olayları kapsayan eksiksiz bir tarih kitabı olduğunu iddia etmiyorum. Bu kitabın amaçları arasında şu veya bu şahsın değerini düşürmek ya da şu veya bu şahsın derecesini yükseltmek yoktur. Şunu ya da bunu yermek yahut övmek hiç yoktur. Olayları yazdım, kişilerin rollerini araştırdığım ve bizzat gördüğüm şekliyle tesbit ettim.
Son olarak elimden bir şey geliyor. O da, bu kitapta isimleri geçmeyen kahramanlardan ve savaşçılardan özür dilemektir. Onlardan söz etmememin, bilinçli bir davranış olmadığını, aralarında tercih yapmak gibi bir eğilimin eseri olmadığını belirtmek istiyorum. Yalnızca, konunun akışı ve konjonktür böyle bir üslubu esas almamı gerektirdi, o kadar.
Araştırmacılar ve eleştirmenler yorumlarını ve eleştirilerini, gözden kaçırdığım hususlara dair değerlendirmelerini bana iletecek olurlarsa kendilerine şükran borcum olur. Bu, hakikate hizmetin bir parçasıdır. Tarihi karanlık vakıalardan ve uydurma hadiselerden arındırma çabasıdır. Ben bir yazar değilim, kendimi tarihçi de saymıyorum. Ancak, karar mekanizmasında bulunan biri olarak, bu karar mekanizmasında etkili bir misyon üstlenen bir kişi olmam hasebiyle bir ayrıcalığımın olduğunu düşünüyorum. Bu da, bana bildiğim gerçekleri, bir parçası olduğum olayları ve de hayatımın bir dönemini kapsayan bir süreci yazma sorumluluğunu yüklüyor.
Yüce Allah tan Kürt halkını, daha fazla fedakarlıklarda bulunmak, daha büyük felaketler yaşamak durumunda bırakmamasını diliyorum.
Özgürlükleri uğruna mücadele eden diğer halkları da. Kürtleri, amaçlarına ulaştırmasını temenni ediyorum. Kin, nefret ve kör taassup yerine sevgi ve halklar arası kardeşlik niyaz ediyorum. Geçmişteki felaketleri yeniden yaşamamak güvenli ve mutlu bir gelecek kurmak için geçmişin olaylarından ibret almamız gerektiğine inanıyorum.
Son olarak, babam, kardeşim İdris ve kendi adıma özür dilenmesi gereken her husustan dolayı Kürt milletinden özür diliyorum. Yardım ancak Allah’tan istenir.
Mesut Barzani 16.05.2000
I. Bölüm
Hazırlık Dönemi ve Eylül 1961 Ayaklanması
Kesin olarak biliyorum ki, tarih saatinin akrebi geriye doğru dönmez. Ancak bir temennimi de okuyucularla paylaşmak istiyorum. Bunun salt bir hayal olduğunu bildiğim halde. Aslında daha fazla gizleyemediğim duygularımdan kaynaklanan bir hakikattir bu. Vicdanımın derinliklerinde, keşke Eylül Ayaklanması Abdulkerim Kasım döneminde patlak vermiş olmasaydı diyordum. Şayet bu ayaklanma mutlaka patlak verecek idiyse, keşke ya onun döneminden önce veya sonra olsaydı, diye hep içimden geçirirdim. Okuyucular, bu tarihi şahsiyetin sahip olduğu erdemi kavradığı zaman bu hayalime, bu temennime hak vereceklerdir. Genelde Kürt halkı, özelde Barzan aşireti bu şahsiyete medyundur. Çünkü Abdulkerim Kasım’ın önderliğinde gerçekleşen Temmuz 1958 Devrimi sayesinde Mevlana Şeyh Ahmed Barzani hapisten çıkabildi. Şeyh Ahmed on bir yıldı hapisteydi, 1945 Barzan ayaklanmasından sonra sıkı yönetim meclisi, onun hakkındaki ölüm cezası kararını onaylamıştı.
Gerçi meclis, kanun uyarınca, idam hükmünün müebbed hapse dönüştürülmesini tavsiye etmişti, ancak hüküm hala muallaktaydı. Bilindiği gibi Şeyh İran’dan lrak’a döndükten sonra hapse konulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliğinde bulunan Mele Mustafa Barzani ve bazı arkadaşları hakkında da gıyabi idam kararı verilmişti. Temmuz Devriminden sonra bu hüküm geçersiz sayıldı; Mustafa Barzani ve arkadaşları sürgünden geri döndüler. Kahramanlar gibi karşılandılar ve yeni yönetim tarafından sıcak bir şekilde karşılandılar.
Ayrıca Abdulkerim Kasım’ın ısrarı sonucu 27 Temmuzda ilân edilen geçici anayasaya Kürtlerle ilgili üçüncü madde yerleştirildi. Bu maddeyle İrak devletinin tarihinde, hatta Kürdistan tarihinde ilk defa Arapların ve Kürtlerin aynı vatanın ortak vatandaşları olduğu kararlaştırıldı.
Ne var ki, Abdulkerim Kasım ile KDP arasındaki ilişkiler 1961 tarihinden itibaren gitgide kötüleşiyordu. Özellikle Barzani’nin Kasım 1961 tarihinde Moskova’dan dönüşünden sonra ilişkiler iyice gerildi. Abdulkerim Kasım’ın Barzani’ye yönelik kuşkuları artmış ve ilişkiler ...