Muhatapsız Savaş Muhatapsız Barış
Hasan Yıldız
Doz
Abdullah Öcalan’ın Roma’dan ayrılmasından sonra geçen bir aylık dönem, sürecin en gerilimli kesitini oluşturmaktadır. Gerilimin sonunu, 16 Şubat 1999 tarihli gazetelerin manşetten verdikleri şu haber belirliyordu : ‘Zafer’. Bu, Türkiye tarihinde ender görülen dönüm noktalarından biriydi. Kamuoyu bu tür ortak başlıklara ancak darbeler ve benzeri olaylar sırasında Taslayabiliyordu. 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda bırakılan Abdullah Öcalan, 12 Kasım’da Moskova’dan Roma’ya, tüm dünyanın dikkatleriyle birlikte gelmişti. Ancak burada beklediği iltica talebi yanıt bulamayınca, tekrar geldiği yere geri dönmek zorunda kaldı. Bundan sonra Öcalan’ın Avrupa semalarında anlamsız bir tarzda, günlerce süren yolculuğundan kamuoyu yer yer haberdar oldu. Şu ülkede veya bu ülkede ...
“Bana doğruyu söylerken, neden yalan söylüyorsun” / Freud
BİRİNCİ BÖLÜM
Perde Düşerken
Bu kitap barışa karşı yazılmadı. Barış bir erdemdir, başkalarına tahammüldür, ortak bir yaşamdır. Acıların ve travmaların sonudur. Barış kutsal bir amaçtır ve tüm insanlığın ortak hedefidir.
Bu kitap, bir halkın ‘Barış’ adı altında kendi içinden ve dışından yapılan provokasyonlarla yıllardır çektiği acıları ve uğradığı ihanetleri bir nebze olsun açığa çıkarmak için yazıldı.
Abdullah Öcalan’ın İmralı’ya getirilmesinden sonra ortaya koyduğu tavır ve ileri sürdüğü çözüm önerileri, yıllardır adı konulmamış bir savaşın ortasında yaşayan, günlük yaşamından olan, toprağından edilen ve evlatlarını kaybeden Türk ve Kürt insanını değil, bu savaşı dışarıdan izleyenleri de şaşkına çevirdi. Yıllardır kopartılan gürültünün anlamı bir yerde gizli olmalıydı. Bütün bunları tesadüfi gelişmeler olarak açıklamak çok safça. Ve Öcalan eylemiyle adeta Emmanuel Kant’ı doğruluyordu: "Size zevk verdiği kadar karşı düşünceler ileri siiriinüz, ama itaat ediniz.”
Kendine güvenen bir yönetimin seçilmiş süjelerine verdiği bir hak olan bu konuşma özgürlüğünün paradoksal yansıması ise çok daha trajik olacaktı.
Herkes, kendisini zayıfların sözcüsü olarak gösteren bu seçilmiş ‘prens’in söylediklerinin, paradoksal olarak .‘korunanlara’ karşı yapılmış bir söz ve eylem olduğunu, günü geldiğinde şaşkın biçimde öğrenecekti. Filozofların yüzyılların yoğunluğu içinde bulmaya çalıştıkları bu gerçekleri Anadolu insanı ‘dilin kemiği yoktur’ özdeyişiyle ifade etmeye çalışmıştır. Ve yakın tarih incelendiğinde, devlet söyleminin gerektirdiği ölçüde ‘sağ’da ve ‘sol’da ‘seçilmiş prens’lerin bolluğu dikkat çekiyor. Uygulanan politika sonuçta kendisini ortaya çıkartıyordu: Muhalefetin ve iktidarın, görünmez organlar tarafından yönlendirildiği ender ülkelerden biri olarak Türkiye, kendi etkinlik alanında politik boşluğa yer bırakmayacak kadar ince bir stratejiyi değişik siyasi yelpazeler arasında izlemektedir. Mustafa Kemal tarafından kurdurulan TKP, yine O’nun görevlendirdiği Fethi Okyar’ın da kurduğu (1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası, bilinen uç örnekler olarak aynı stratejinin içinde yeralmaktadır.
Eğer Öcalan, bugün reddettiği bütün bir tarihsel süreci kendi adına ifade ettiğini söyleyerek, bunu bir liderin yanılgısı olarak yorumlasaydı, yaşadığı ve yaşattığı yanılgılar içindeki PKK tarihine bir nokta konabilirdi. Ama yapılanlar ve söylemler, sorunun boyutunun sadece Öcalan ve onun yanılgısıyla sınırlı kalmadığını, bu ‘yanılgı’ faktöründe başka aktörlerin de yer aldığını gösteriyor. İmralı sürecinin görünmez eller tarafından sürdürülmesi buna başka bir anlam vermemektedir. O halde, tüm Türkiye’yi ilgilendiren politik bir sorun olarak, analizi de bu çerçevede yapmak gerekmektedir. Çünkü politik moral, Öcalan’ın sahip olduğu kişisel moraldan çok daha sorgu altındadır. Bireyi aşan hedeflerle doludur.
Yine bu araştırmayla, çok rafine bir strateji ve onu uygulayan karar mekanizmasının iz düşümlerini açığa çıkarmayı amaç edindim. Satranç tahtası üzerine dizilmiş taşların rakip oldukları sanılırken, aynı hedefler için çarpıştıkları ve öldükleri, oyuncuların ise garip bir sürecin sonunda ortaya çıkıyordu. Bunu, Genelkurmay eski Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu, Öcalan’ın idam tartışmaları sırasında şu sözlerle ifade ediyordu: “Milli birliği ve bütünlüğü sağlamak için bu savaşı boşuna mı verdik. Aşılmaması gerekiyorsa halkımız bunu anlar!..”
Anlayanlar çabucak değiştiler. Anlamayanlar ise yeni bir brifingten geçirildiler. PKK ve onun lideri aleyhinde yazdığı yazılarla ortalama Türk insanını ve "şehit” ailelerini etkileyerek sonucu idama endekslenen bir propogandanın etkileyici unsurları olabilecek olan köşe yazarları birer birer denetimden geçirildiler. Devletin olası bir politikasına aykırı ve sert muhalafet odakları yaratabilecek olan bu yazarlar arasında yeralan Hürriyet’in köşe yazarlardan Emin Çölaşan’ı ikna etmek için, MİT Müşteşarı Şenkal Atasagun, Çölaşan’la birlikte iki gazeteciye “yazılmamak kaydıyla” önemli bilgiler verecekti. Açıklanabilecek bilgiler içinde Apo’nun izlendiği ve eninde sonunda yakalanacağı bilgisi yer alıyordu. (Hürriyet 15 Şubat 2000) İlk sıralar Öcalan’ın ‘hakettiği cezayı’ bulması için var gücüyle kaleme sarılan Çölaşan, şaşılacak bir tarzda yavaş yavaş “evet, ama” diyerek uslubunu değiştirmeye başlamıştı. Tam bu noktada devletin kaynağının ve varlık nedeninin, toplumsal moral değerlerden daha doğru, daha önemli olduğunu söyleyerek onu savunmaya başladı. Evet; entellektüeller bir kez daha Hegel’i doğrulayıp, “politikanın ahlaksızlığına karşı birşey söylememek için” konuşmaya devam ediyorlardı.
Çölaşan’da görülen bu değişimin kaynağının Atasagun’ıın “yazılmamak kaydıyla” verdiği gizli bilgilerde saklıydı kuşkusuz. Belki Emin Çölaşan farkında değil, ama gösterdiği bu ‘ani’ değişim, okurun zihninde tazeliğini korumaktadır. 'La raison d' Etat' için gazetecilik yaparken, gerçeği nereye koyduğunu bilemezse, moral değerler açısından devletin bile kendisini aklamakta zorlanacağı kritik bir durumda kaldığını elbette biliyordur. Kişi özgülünde bu bir seçenektir.
Olayları gazete sayfalarında, satır aralarında izleyen sade vatandaşın neyi, nasıl anlayacağı medya tarafından yönlendiriliyordu. Oysa onların da gerçeği bilmeye hakları vardı. O satırlar ki, birçokları tarafından bilerek çarpıtılıyordu. Gelinen aşamada olaylar zinciri öyle bir noktaya ulaştı ki, artık hiç bir ‘gizli’ belgeye ihtiyaç duyulmayacak kadar net yanıtlarla izlenmekte, bununla ilgili olgular her gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Yeter ki, bu olguların gerisinde yatan nedenleri anlayabilmek için uygun sorular sorma cesareti gösterilebilsin.
PKK’nin 15 yıl boyunca ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’adına sürdürdüğü silahlı eylemler, bu kavramın ruhuna uygun hale getirilebildi mi? Bu adla yürütüldüğü iddia edilen savaş, ulusal ve uluslararası arenada hangi boyutları yakalayabildi? 15 yıl boyunca, BM ve Avrupa’nın çeşitli politik kurumiarının aldığı karar tasarılarına baktığımızda, bu savaşın ‘terör’ sınırını bir türlü aşamadığı görülmektedir. Dolaysıyla savaşın kendisi de işlevine uygun olarak ‘muhatapsız’ kaldı. ‘Muhatapsız Savaş’, doğal olarak ‘Muhatapsız Barış’a dönüştü. Bu durum ne ‘mucize’, ne de ‘kader’dir. Mucizeyle, kaderi yanyana getirenler var.
Bu yorumu daha iyi anlayabilmek için, İmralı sürecinin öncesinde yıllarca PKK çevresinde dolaşan garip bir siluetin, Yalçın Küçük'ün PKK önderliğine ilişkin yaptığı değerlendirmeyle birlikte ele almak gerekir: "Türkiye’nin bir PKK mücadelesine ihtiyaç duyduğunu göremedi.” (Aydınlık Zindan s.87)
Türkiye’de son çeyrek yüzyılda yaşananlar, halkların tarihinde yaşanan ender trajedilerden biridir. Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşayan tüm halklar bu trajediden nasibini aldı. Gelecek kuşakların bundan ders çıkarması, bu acılı tarihin bir daha tekrar etmemesi için bu çeyrek yüzyılın her yönüyle ele alınması bu anlamda kaçınılmazdır.
1 Eylül 1998 Ateşkesi ne değin. PKK ile görüşmeler yapıldığına dair haberler Türkiye’de ilgili devlet kurumları tarafından rededildi. Geçen süre içinde hiç bir kurum, bu görüşmeleri üstlenmiş değil. Bu nedenle, biz de bu görüşmeleri yapanları, -bir sahiplenen çıkana dek- bilinmez, görünmez, duyulmaz ‘Derin Devlet’ olarak adlandırmak zorunda kaldık. Bu zorluklar altında somut belgeleri beklemeksizin, izler bizi nereye götürürse, oradan içeri girmek zorundaydık. Kağıda kayıt düşmüş gerçeklerin ortaya çıkarılmasını bir yüzyıl sonraya bırakmak yanlısı değiliz. Tüm Türkiye halkının bunu bilmeye hakkı var. Hangi halk, yaşamından 25 yılın çalınmasına izin verebilir! Çalınmış, çarpıtılmış bu tarihi gün ışığına çıkarmak için, halkın soru sormaya ve yanıt almaya hakkı var. Onların çocukları bu yarım yüzyıla göğüslerini siper ettiler.
Geçen 20 yıl boyunca, Türkiye ‘terörizm’e karşı yürüttüğü mücadelede elde ettiği başarıda örnek ülke konumuna yükseldi ve yöntemini ihraç eder hale geldi. Bugün terörün çok daha acımasızca, dini maskeler gerisinde sürdüğü Cezayir’de, “Türk usulü çözüm” açıkça uygulanmaktadır. Bu ülkedeki savaşın sosyal ve siyasal temeli farklı olsa da, burada da terör rantıyla yaşayan bir sosyal tabaka ortaya çıkmıştır. Her iki ülke arasındaki yakınlığı sağlayan nokta -PKK liderinin de itiraf ettiği gibi- PKK’nin ulusal istemler, Cezayir'de dini gruplar İslami istemler ileri sürerken sivil halka terör uygulamasıdır.
Bir çok kişi, PKK bünyesinde yaşanan tasfiyeleri ve fiziki yoketmeleri, siyaset gereği normal eylemler olarak karşılama eğiliminde. Bu eğilimin ‘demokratik’ çevrelerde görülmesi ise vahim bir görüntü sergilemektedir. Vahşetin unutulmuşluğu üzerine kurulmaya çalışılan demokrasinin sahte yüzü burada da kendisini çıplak haliyle göstermektedir. Fransa'da 14 yıl süren Mitterrand iktidarı, Türk basınında yer alan ‘Kürt dostu’ suçlamasıyla alay edercesine, geliştirilen ekonomik ilişkilerle, yabancı sermaye sıralamasında birinci sırayı aldı. Fransa bu iki dilli politikaya en çarpıcı örneği oluşturuyordu. Kendilerini ifade etme hakkını, politik haklarla karıştıran Kürtler, çoğu kez bu ikili politikaların kurbanları olmuşlardır. Fransa bugün bile Güney Kürdistan’da, en elverişli koşullara rağmen Kürt devletinden yana değildir. Bütün bunların yanında Fransa Özgürlükler Vakfı Başkanı Danielle Mitterrand, PKK içinde yaşanan olayları, Hitler Faşizmine karşı verilen mücadelede Makizar’lar arasında yaşanan olaylarla karşılaştırma şanssızlığında bulunabiliyordu. O’na göre her siyasi harekette bu tip olaylar olabilirdi. Tarihin kaydetmediğini sandığı bu olaylar, unutulmaya mahkumdu. Jakobenci gelenek Madama bu unutkanlık hakkını veriyordu.
Bu sürecin mimarları satranç taşlarıyla oynarcasına kimin nerede rol alacağını hesaplamıştı. Bu açıdan sadece PKK içindeki gelişmelere ve Öcalan’ın bu hareketi ne kadar kontrol ettiğine değil; diğer Kürt siyasal gruplarının ne durumda olduklarına da dikkat çekiliyordu. PKK’nin bırakacağı boşluğu herhangi bir diğer grubunun üstlenemez durumda olması da gerekiyordu. PKK, sadece kendi dışında bulunan reformistlikle suçladığı ılımlı gruplara değil, diğer radikal gruplara da, tasfiyeci bir tarzda saldırdı.
Politika değişikliğine rağmen süreç, hiçbir boşluğa yer vermeden aynen devam ettirildi; yıllarca PKK eylemlerine karşı çıkanlar silahların bırakılmasının yarattığı etki altında sadece barışa hizmet etmek için bu sürecin arkasında yer aldılar. PKK ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan Kürt yazar Mehmet Uzun, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Ahmet Altan ve Orhan Pamuk bu sürece destek vereceklerini açıkladılar. PKK ile uzun yıllar çatışmalı olan Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan, Fransa'nın en büyük gazetelerinde 'Öcalan’ı Kurtaralım’ diye kampanya başlattı. Bu yorumlardaki bilgi eksikliği, politik yanlışlıkları besleyerek su yüzüne çıkartıyordu. Oysa Öcalan’ın bu kampanyalara hiç ihtiyacı yoktu. Açtığı sürece entegre olmak, arkasında -düşünceniz ne olursa olsun- sıralanmak, onun varlık nedeniydi. Bu sürecin mimarları da zaten bunu öngörmüşlerdi...
Bizi unutkanlığa davet edenler, geleceğimizi de kendi ipotekleri altına aldıklarını söyleyemiyorlar. Çok şükür, tarihsel bilinç biraz da olsa tecrübelerini bize de aktarabiliyor. Geçmişini sorgulamayan bir toplumun ilerleyemeyeceğini biliyoruz. Aydınlanmayan toplum, günlük yaşamda her gün tökezleyecek, bilgi birikimine sahip olanların yardımını isteyecektir. Bu gerçek tüm Türkiye için sözkonusudur. 75 yıllık cumhuriyetçi geçmişin karanlıkta kalan 1923’lü yılları aydınlatılmasaydı Öcalan, hangi bilgi birikimiyle Kemalist çözümü Kürt sorununun önüne bir alternatif olarak koyabilirdi? Ya da bu bilgiye gençlik yıllarında erişseydi, aynı yolu izler miydi? Kemalizmin Kürt sorununa ilişkin çözüm önerisi bir devlet güvencesi olarak 70 yıl saklanmıştır. Onlara göre toplum, daha doğrusu Kürtler bu önerileri anlayacak politik olgunluğa sahip değildi. Mustafa Kemal’in 1923 yılında Kürt sorununun çözümü üzerine yaptığı aleni bir konuşmayı, Türk Tarih Kurumu’nun 70 yıldır sakladığını öğreniyoruz. Bu bilgi ancak 1987 yılında 2000’e Doğru dergisince kamuoyuna sunuldu... Bu bir tesadüf müydü? 75 yıl önceki kardeşlik söyleminin gerekleri yerine getirilseydi, bugün Türkiye’nin on kat daha ileri bir konumda olacağını hangi ölçülerle reddedebilir. Üstelik tarihin oldukça elverişli politik şartları Türk - Kürt kardeşliğini perçinleyecek olanaklar sunarken, tam tersi bir yol seçiliyordu. Şimdi bu önümüze kurtuluş olarak sürülüyor...
Yaşadığımız son 25 yıllık tarihin acıları içine gömülen 50 bin insanın ruhunun üzerimize çöktüğü bir sırada, bu dönemi sorgulama hakkına sahip değilsek, gelecekle ilgili hiçbir söz söyleme şansımız da yok demektir. Sorduğumuz sorular tehdit ve terörle bastırılmaya çalışılıyor. Susmamız öğütleniyor ve ‘yoksa’ diye ikaz ediliyoruz... Böylece, barışla vadedilen bir dönemin ışıkları henüz yanmadan, zifiri karanlık bir dönem başlatılmak isteniyor.
Bu kitap, estirilen ‘barış’ rüzgarları arasında, Kosmos’un bilinmezliklerinde kaybedilmeye çalışılan o ‘nüansları’ yakalamak için yazıldı. Madam Mitterrand’ın sözünü okuduğumda insanın kendisine yabancılaşmasının ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Bizi yabancılaşmaya ve tarihsel unutulmuşluğa teşvik edenlerin, bunu ne kadar bilinçlice söylediğinden kuşku duymaya çalıştım. Boşunaydı... Ne de olsa O, bir devlet geleneğinden geliyordu Ve orada unutulmak, ‘Raison d’Etat’ için bir fonksiyon gereğiydi. Onlar istediklerini unutmakta, istediklerini hatırlamakta özgürdüler. Oysa bilimsel alan için, o unutulmuşluk denkleminde bulunan ‘bir bilinmeyen’ bütün bir bilineni alt üst edecek kuvvete sahiptir.
Peki! Türkiye’de yaşananları bir devrim olarak nitelemek ve sonuçlarını devrimin acılı tarihiyle açıklamak mümkün mü?
O zaman soruyu, kimlerin ne istediği ve ne için ölüme gülerek gittikleri şeklinde sormak gerekmez miydi?
Türkiye’de yaşanan dram, bir devrimin evlatlarını yemesi’ olayından çok farklı. Burada yaşananın ‘devrim’ değil, kitlesel bir tasfiye olduğunu, gelişmeleri biraz olsun yorumlama cesaretini gösterenler göreceklerdir.
Ben felsefe kökenli bir tarih araştırmacısıyım. Bu nedenle bir belgeyi ya da olguyu, sadece onun çıplak diliyle değil, bu dilin arkasındaki anlamı araştırmak durumundayım. Sadece Olayların ve olguların görünürdeki hallerini değil, kelimelerin ruhunu ve arkasında nedenleri de aramak zorundayım.
Tarihin günlüğünü yazanların böyle bir zorunluluğu yok. Bu anlamda hem septik, hem realistim. Sözlerin, ilgili objeleriyle ne kadar uygun olup olmadıkları benim sahama girer. Doğruya yaklaşmanın başka bir yolu da yok.
Ancak doğruya yaklaştığınızı sandığınızda, çok uzaklarda seyrediyor da olabilirsiniz. Sözlerin gerisinde yatan nedenleri anlamadıkça ya da bu anlamlara uygun pratik veriler bulmadıkça bu risk her zaman vardır. Bu riski almadan da bir yere varmak mümkün değil. Örneğin Öcalan "devlet dilini" anlamak gerekir diyorsa, bu dilin, kendisinin de var olan ‘diline’ göre nasıl bir yaklaşım içinde olduğunu tespit etmek gerekir. Her iki dilin yapısı ve içeriği ortak bir objeyi ele alıyorsa, objenin kendisinin ne durumda, niçin ele alındığı da önem kazınır. Objenin kendisini sarmalayan söz. artık, onun dışına taşan bir eylem türüdür.
Objektler ve subjektler arasındaki ilişki artık "keşke” yakınmasına yer bırakmayacak kadar netliklerle doludur. Dolaysıyla önce kendi dilini devletin nasıl anladığını anlatması, kamuoyunu buna ikna etmesi gerekirdi. Devlet dilini bundan soyutlamak mümkün değildir.
Geri çevrilemez olan tarihsel zaman, yaşananı sonuçlarıyla birlikte ele alır. Objektler ve subjektler arasındaki ilişki türünün tarihsel belgeseli içinde “keşke” sözcüğünün değeri, sadece yaşanan bir dönemin literatürünü, bir trajedi olarak anlatmak için vardır. Yaşanmış, olmuş-bıtmiş tarihin değerlendirilmesinde ‘keşke’ sözcüğüne yer yoktur. Kendisini tarihsel bir konuma oturtmasını bilen Öcalan’ın, yaşadığı trajediyi “keşke” ile açıklayamayacağını bilmesi gerekirdi.
Demokrasi içinde kardeşçe yaşamak elbette güzel. Kim buna karşı çıkabilir ki!.. Hele faili meçhullerin bu kadar yoğun olduğunu -Cumartesi Anneleri’nin saygın direnişine rağmen-çok şaşkınca, ‘birdenbire’ Hizbullah operasyonlarıyla öğrenen bir ülkede, demokrasi savaşı vermek elbette kolay değil. Bu İmralı söylemine has bir olay da değil. Eğer öyle olsaydı, yıllarca edindiği şiddet mantığından bir an önce sıyrılır, kendisini eleştirenlere en azından bundan sonra daha hoşgörülü bir üslup kullanırdı. Ama hayır; bu süreci ortaya konduğu biçimiyle desteklemeyenlere, reddedenler hakkında, ölüm ve ihanet fermanı göndermeye İmralı’nın dalgaları arasında devam ediyor. Dağlarda hala umutsuzca direnen gerillanın üzerine bugüne dek hiç alışık olunmadığı tarzda gidiliyor, İmralı söylemi ise ‘devlet dili’ demeye devam ediyor... Böylece demokrasinin bir ayağı daha kurulmadan tökezliyor...
Ben ‘Barış’ı bu haliyle bile destekliyorum. Kirli savaşın devamının, kirli bir barış olması tehlikesinin tartışıldığı şu günlerde, kirli ve amacını kaybeden, kötü bir savaş yapmaktansa, kötü bir barışı tercih ediyorum. En azından orada yaşam hakkı vardır. Ama acılarla yaşanmış, 40 bin ölüye mezar olmuş bir dönemin, sorulması gereken sorularını herkes açıkyüreklilikle sorabilmelidir. Şu anda dağda, sürece direnmeye çalışan gerillanın, reddedilmesi gereken bir mirasın üzerinde durduğunu anlaması gerekiyor. Bu mirasın üzerine saygın bir geleceğin kurulamayacağının herkesten önce onların bilmesi gerekiyor. Suçsuz 40 bin ölünün ruhu karşılarında duruyor, onların. Ölenlerin çığlıkları her gün İmralı kıyılarına vuran dalgaların seslerine karışıyor. Bu çığlık unutturulmamalıdır.
Bu kitapta, koca bir dönemi halkın gözlerinin içine bakarak yalanlayanları; bu senaryoda bilerek rol alanları göstermeye çalıştık. Yine bu kitap, bir dönemi gizli servis senaryolarıyla polisiye romanlara döndüren ve özünü kaybetmek isteyenlere karşı yazıldı. Ve yine bu senaryoda bilmeden rol alanlara da, hala ‘devlet dilini’ öğrenemediniz mi, hala ‘tarihi’ öğrenemediniz mi demek içindir.
I Uluslararası Komplo ve Oyuncuları
Abdullah Öcalan’ın Roma’dan ayrılmasından sonra geçen bir aylık dönem, sürecin en gerilimli kesitini oluşturmaktadır. Gerilimin sonunu, 16 Şubat 1999 tarihli gazetelerin manşetten verdikleri şu haber belirliyordu : ‘Zafer’. Bu, Türkiye tarihinde ender görülen dönüm noktalarından biriydi. Kamuoyu bu tür ortak başlıklara ancak darbeler ve benzeri olaylar sırasında Taslayabiliyordu. 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda bırakılan Abdullah Öcalan, 12 Kasım’da Moskova’dan Roma’ya, tüm dünyanın dikkatleriyle birlikte gelmişti. Ancak burada beklediği iltica talebi yanıt bulamayınca, tekrar geldiği yere geri dönmek zorunda kaldı. Bundan sonra Öcalan’ın Avrupa semalarında anlamsız bir tarzda, günlerce süren yolculuğundan kamuoyu yer yer haberdar oldu. Şu ülkede veya bu ülkede ...