Pirtûkxaneya dîjîtal a kurdî (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Boynu Bükük Öldüler


Nivîskar : Yılmaz GüneyMultimedia
Weşan : Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı Tarîx & Cîh : 1994, İstanbul
Pêşgotin : Fethi NaciRûpel : 407
Wergêr : ISBN : 975-7959-08-2
Ziman : TirkîEbad : 135x195 mm
Hejmara FIKP : Liv. Tur.3975Mijar : Wêje

Boynu Bükük Öldüler
Versions

Boynu Bükük Öldüler [Türkçe, Berlin, 1980]

Les champs de Yuréghir [Français, Paris, 1983]

Boynu Bükük Öldüler [Türkçe, İstanbul, 1994]


Boynu bükük öldüler

Dokuz yüz elli altıda, bir yazımda, "komünizm propagandası" yaptığım gerekçesiyle –ki bu yazıdan, bir buçuk yıl ağır hapis, altı ay sürgün, ömür boyu amme haklarından yoksunluk cezalarına çarptırıldım– savcılık önüne çıkartıldım. Komünizmle ilgili, bilimsel anlamda dişe dokunur bilgim yoktu. Durumumu en açık biçimiyle savcıya anlatmaya çalıştım. Marks, Engels, Lenin ve diğer devrim ustalarının bir tek kitabını okumadan nasıl "komünist" olunurdu. Bana dedi ki "biz sizin ne olduğunuzu, ne olacagınızı biliriz."

"Boynu Bükük Öldüler" Nevşehir Cezaevinde, siyasiler, koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım.

Altmış üç haziranında sürgünden döndüğümde, bir gazetede yayınlanması olanaklarını aradım, bulamadım.

Altmış altıda, bir arkadaş basmak istedi. O günlerde ünü giderek artan bir sinema oyuncusuydum. Adım "Çirkin Kral"dı.
 
Herkesin özlediği, düşlerini kurduğu bir şehir vardır. Ben Adana'yı severim. İşte orda, Adana'da, sevdiğini insanlar yarar. Şükrü Tekbaş onlardan biri; bu romanımı ona adıyorum. 

BİR ÖDÜLÜN GETİRDİĞİ

Köyden söz açan romancılarımız, genellikle, kafalarında önceden biçimlenmiş sorunlarla, çözümlerle yaklaşırlar köy gerçekliğine, köy insanlarına. Bunların yazdıklarını okuyunca, «Ha, romancı şunları, şunları göstermek için yazmış bu romanı» dersiniz. Çünkü sorunlar olsun, çözümler olsun, genellikle, kişilerin, olayların anlatılmasından, köy gerçekliğinin anlatılmasından çıkmaz; bu gerçekliğe eklenmiş gibidir. Bu tutumun sonucu olarak köylüler bir 'nesne' durumuna getirilmişlerdir; romancıların amaçlarına ulaşmalarını sağlayacak bir nesne... Ak ve kara ile belirtilmiş, belirli görevler yükletilmiş kişiler... Bunun için, anlatılan sefalet okuru pek etkilemez, «Yazar köyün, köylülerin sefaletini anlatmak istiyor,» der, geçer okur.

Bu yanlış anlayışı ilk altüst eden romancımız, bence, Yaşar Kemal'dir. Romanlarının sağlamlığının ve başarısının temel nedeni, Türk köylüsüne 'nesne' gibi değil 'insan' gibi bakmasını bilmesidir. Yılmaz Güney'in ilk (1972) Orhan Kemal Roman Armağanını alan romanı Boynu Bükük Öldüler'de de köylülere bir Yaşar Kemal bakışı var. Yılmaz Güney de, çok iyi tanıdığı köy gerçekliğini ve köylüleri olduğu gibi anlatıyor; ama elbette bir roman yapısı içinde, elbette yakından tanıdığı, yaşadığı insan ve toplum gerçeklerini seçerek, düzenleyerek.

İlk romanlar, çoğu zaman, yaşanmışlıkla doludur. Yılmaz Güney, gereksiz ayrıntıları ayıklamayı bildiği için, yaşanmışlığa dayanan romanı başarı çizgisini tutturmuş. Yazar, anlattığı insanların iç dünyasını, ayrıntıları çok iyi kullanarak, bir konuşmayla, bir davranışla açığa vurmakta alabildiğine başarılıdır: Halil askerliğini bitirip köye dönmüştür; yaşlı dostu Ali Osman'ın köyden verdiği ilk haber Karabaş'ın ölümüdür. Kamber, Halil'in dönüşü şerefine, oğlu Remzi'nin tek oyuncağı olan horozu keser. Çakal Omar,
 
Selim'i öldürüp öciinü alınca, karısı Halime, «Seni mapısa atarlarsa hiçbir şeyin de yok. Ne yün çorabın var, ne bir şeyin.» der. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Yılmaz Güney'in çok iyi belirttiği bir durum da köylülerdeki uyanışın, bilinçlenmenin -belirli koşullar yüzünden- geç ve güç oluşu. Askerden dönen «tutma» Halil, «Ağasını tanımayan Allahı-nı da tanımaz,» der; ağasına son derecede bağlıdır, sever onu, sayar. Agaların insanlığa karşı davranışları karşısında bile (Hemen belirteyim: Yılmaz Güney, ağaları, önceden varılmış yargılarla anlatmaz, oldukları gibi gösterir onları da: Bir «kişi» olarak iyi ve kötü yanlarıyla... Agaların «toplumsal» durumları «kendiliğinden» çıkar ortaya.) Halil'in ağalarına bağlılığı kolay kolay sarsılmaz; yaşamasının anlamını algılaması ve ağa-köylü ilişkisinin bilincine varması için pek çok olayı görmesi, yaşaması gerekir. Ve bu biri-kim, bir ağanın horoz dövüşünde yenilen horozunu öfkelenerek öldürmesiyle bir uyanışa dönüşür: «Başkaları için dövüşmüş, hayatını başkaları için harcamış bir güzel horoz. (...) İnsanların kavgalarıyla bu horozun kavgası arasında bir yakınlık kurdu Halil. (...) Çünkü öldürülen horoz değildi; umutlarıydı, yaşamasının anlamıydı.»

Köyden değişik kişileri, bu kişilerin serüvenlerini anlatarak Ye¬nice köyünün bütün insani ve ekonomik-toplumsal gerçekliğini gözler önüne serer Yılmaz Güney. Çakal Omar'ın tragedyası, Hıdır'ın, Ali Osman'ın, Süleyman'ın acılı hayatları, Kamber'le oğlunun kurtulma savaşı, Halil'in Emine'ye, Emine'nin Halil'e tutkusu... Çalışma hayatı, aile ilişkileri, dostluklar, insanca davranışlar, şakalaşmalar...

Yılmaz Güney ne güzel anlatır Halil'in aşkını: «Acıması, sevgisi, nefreti birbirine kaynamış bir düşkünlüktür Halil'inki.» «Köylü anlayışıyla sınırlı töre yapısı»na sıkı sıkıya bağlı Halil'in nefretle aşk arasındaki gidiş gelişleri derinlemesine verilmiştir.

Yenice köyü, üzerinde çalışanları insan gibi yaşatmaktan uzak bir köy -çoğu köylerimiz gibi. Köylüler hep hayatlarından şikayet ederler. Kimi gerçekleşmeyecek hayaller ardında ömür tüketirkenkimi pratik çözüm yolları arar. Bu hayatı değiştirmenin iki yolu, olayların kendiliğinden gelişmesi içinde ortaya çıkar: Kamber, oğlu Remzi'yi «okutmak» için kente gider. Tarıma makinenin girişinin doğuracağı sonuçları çok iyi gören Kel Hasan, fabrikalarda işçi olarak çalışmak üzere, Adana'ya gider. 1950'lerin bir Çukurova köyünü anlatan romanını 1962'de tamamlayan Yılmaz Güney, Türk toplumundaki oluşumu çok iyi saptamış, çözümün kentlerde ve sanayileşmede olduğunu çok ustaca göstermiştir.

Belli, Yılmaz Güney «boynu bükük» deyimini çok seviyor; yalnız romanına ad yapmakla kalmamış, yanlış saymadıysam, romanın 31 sayfasında geçiyor bu deyim -kimi sayfalarda birkaç defa. Boynu bükük çocuklar, boynu bükük kadınlar, boynu bükük erkekler, boynu bükük ihtiyarlar... Dahası var, «boynu bükük taşlar!» Yalnız «boynu bükük»lüğü değil, bir direnmeyi de, bir daha aydınlık gelecek için savaşı da gösteren bir romanda bu kadar fazla «boynu bükük» deyimini insan yadırgıyor. Sadece bir yerde, Omar, Selim'i öldürüp öcünü aldıktan sonra, «Boynum bükük değil gayrı,» der. Ardından da, Selim'in ablası, ağa karısı Durdu vurur Omar'ı...

Yılmaz Güney şairane tabiat tasvirlerini pek seviyor. Oysa bu parçaların çoğu romanda bir yama gibi kalıyor. Üstelik, Halil'in gözüyle, duyuşuyla anlatılır olmuş. (Bir de şunu belirteyim: «Değin» sözcüğünü ısrarla yanlış kullanıyor.)

Romanın kahramanı Halil, başarıyla çizilmiş bir roman kişisi; fakat onda da Yılmaz Güney'in sonradan filmlerde geliştireceği bir tipin belirtileri var: Az konuşan, içine kapanık, kederli ve biraz «yenilmez adam»... Hep de öndedir: Uzun atlamada kimsenin geçemediği Selim'i geçer, harara Ali'den çok pamuk doldurur, kan davası için kendisini öldürmeye gelenleri kaçırır, pehlivan Abdullah'ı kıçının üstüne yıkar, bütün arabacıların gözünü yıldırır... Ama bütün bunları yadırgamadım okurken; Yılmaz Güney inandırıcı olmayı biliyor.

Boynu Bükük Öldüler, başarılı bir ilk roman. Zaten son zamanlarda eski ustalar duraklarken, susarken zevkle okuduğumuz romanlar hep ilk romanlar değil mi? Yılmaz Güney, ilk romanında, yazarlık görevini yerine getirmiş. Ne diyordu Sartre: «Yazarın görevi de hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürememesini sağlamaktır.»

Fethi NACİ
Temmuz 1972

PDF
Destûra daxistina; vê berhêmê nîne.


Weqfa-Enstîtuya kurdî ya Parîsê © 2024
PIRTÛKXANE
Agahiyên bikêr
Agahiyên Hiqûqî
PROJE
Dîrok & agahî
Hevpar
LÎSTE
Mijar
Nivîskar
Weşan
Ziman
Kovar