Kürdistan'da Bir Volkan
Mehdi Zana'yı 1967 yılından beri, daha doğrusu Doğu Mitingleri günlerinden beri tanıyorum. O sırada, Erzurum'da Atatürk Universitesi'ndeydim. Mehdi, Silvan'da terzilik yapıyordu, Niyazi Usta'yla (Tatlıcı) birlikte çalışıyordu. Mehdi, Niyazi Usta'nın çırağıydı, mesleğinde ilerledi, o da usta oldu. Türkiye işçi Partisi (TİP)'in, 1963 yılında, Silvan'da kurulması sırasında Mehdi'nin çok büyük emeği geçmişti.
Mehdi, tanıdığım günden beri bende hep, bir volkan izlenimi bıraktı. Mehdi, bir volkan gibiydi, son derece dinamikti, devamlı hareket halindeydi. Otururken bile kıpır kıpırdı. Hem elindeki dikişi diker, hem de konuşurdu, Silvan, Batman, Di-yarbakır, Siverek, Doğubeyazıt... gezinip dururdu.
Mehdi'nin çok yoğun bir ajitasyon gücü vardı, özellikle kalabalıklar karşısında çok etkili konuşurdu. Hitabeti, coşkulu, hareketli ve düzgündü. Kürtçe konuşurdu. Kürtçe hitabetin, kitleleri ajite etmede çok etkili olduğu biliniyor.
Mehdi Zana'nın 1967 yılında "Doğu Mitingleri"nin örgütlenmesinde çok büyük rolü olmuştu. Çeşitli şehirlerde düzenlenen "Doğu Mitingleri" nde kalabalıklara Kürtçe konuşmalar yapmıştı. Bu konuşmalardan dolayı 12 Mart 1971'den önce de hakkında çeşitli yerlerde davalar açılmıştı. "Bölücülük propagandası yapmak", "milli duyguları zayıflatmak", "ırkçılık propagandası yapmak" gibi iddialarla suçlanıyordu. Kürt toplumuna, Kürt diline, Kürt değerlerine yürekten bağlı bir kişiydi. ` 19601lar dikkate alındığında bunun ne kadar önemli bir özellik olduğu hemen anlaşılır.
Mehdi bir volkan gibiydi.
TİP'in, 12 Mart rejiminde, girdiği yeni sürecin "volkan"ı biraz söndürdüğünü düşünüyorum. TİP Anayasa Mahkemesinde, Kürt sorununu yeteri kadar sa-vuıimuyordu...
"Doğu Mitingleri" günlerinden sonra da Mehdi dostla görüşmelerimiz oldu.
1968 yılında Doğubeyazıt'a giderken, Erzurum'a, üniversiteye de uğramıştı. Do-ğubeyazıt'a tütün götürüyordu. 1970 yılı Mayıs ayında, Mehdi'yle birlikte Di-yarbakır Cezaevi'nde bulunan "Onbirler"i ziyaret etmiştik. "Onbirler" Filistin'den gelirken, 31 Ocak 1970 tarihinde Diyarbakır'da yakalanan ve cezaevine konan Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, Hüseyin İnan, Bahtiyar Emanet, Ali Tenk, Atilla Keskin, Ercan Enç, Teoman Ermete, Tuncer Sumer, Müfit Özdeş ve Hamit Yakut idi. Kadir Manga ve Tuncer Sumer, Erzurum'da, Atatürk Üniversitesi'nde öğrenciydiler. 0 zaman, Diyarbakır'a Halit Güneş ile beraber gelmiştik. Halit de, Erzurum'da, Atatürk Üniversitesi'nde öğrenciydi. Atatürk Üniversitesi'nden mezun olan ve Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde göreve başlayan Turgay Budak ve Sultan Aslan'ı da ziyaret etmiştik. Mehdigil o sırada, işyerlerini Silvan'dan Diyarbakır'a ta şımışlardı. Ar-Pasaj'da çalışıyorlardı.
Diyarbakır Cezaevi'nde Mehdi'yle ve Haliyle birlikte "Onbirler"i ziyarete git tiğiinizde yanımızda Canip Ağabey de vardı. (Canip Yıldırım) Bu arkadaşlar, Filistin'den 15 kişi çıkmışlar, Urfa'dan giriş yapmışlar, Diyarbakır üzerinden An-kara'ya giderlerken Diyarbakır'da yakalanmışlar. Giyimlerinden-kuşamlarından zaten farklı olduklarını. bizzat kendileri ortaya koyuyorlarmış. Buna rağmen 4 arkadaş, yakalanmadan Ankara'ya ulaşmayı başarmış: Mustafa Yalçıner, Ahmet Erdoğan, Yavuz Kaçan, Hüseyin Elmacı.
Ali,Tenk grubun en genç olanıydı. 18 yaşından çok küçük olduğu halde, mahkemede, 20 yaşından büyük olduğunu iddia ediyordu... Bahtiyar. Emanet, Ali Tenk'in dayısıydı.
Hamit Yakup,.İranlı bir öğrenciydi.
Kadirgili, koğuşlardan ayrı bir yerde, İdare bürolarının bulunduğu bölümde, ayrı bir "oda"da tutuyorlardı. "Oda"ya girdiğimizde ilk göze çarpan her tarafın kitap dolu olduğuydu. Ayrı bir kitaplık vardı, fakat, minderlerin üzeri, kilimlerin, sergilerin üzeri kitap doluydu. "Oda"da ranza yoktu, arkadaşlar yer yataklarında yatıyorlardı.
"Odamda ilk göze çarpan arkadaşlardan biri Hüseyin İnan olmuştu. Hüseyin İnan, pencerenin iç kısmına, dizlerini göğsüne doğru kırarak oturmuş, cezaevinin önünden gelip geçeni seyrediyordu. Cezaevi idaresinin bürolarının bulunduğu yerdeki bu "oda", cezaevinin arka giriş kapısının üst tarafında bulunuyordu. Pencerenin içinde, ufak-tefek yapısından dolayı ancak Hüseyin İnan oturabilirdi. 0 zaman Ali Tenk de ufak-tefek bir çocuktu, 1969 yılı Temmuz'unda, "Doğu Anadolu'nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller" kitabı yayınlanmıştı. ODTÜ'de, Dr. Selim İlkin'in daveti üzerine, bu kitapla ve Kürt toplumunun yapısıyla ilgili bir konferans vermiştim. Hüseyin İnan'ı o konferanstan hatırlıyorum. Konferanstan sonra kendisinin de Kürt olduğunu, Sarızlı olduğunu, fakat o ana kadar bu' yönü üzerinde. hiç düşünmediğini söylemişti.
1960'lı yılların sonlarında Filistin Kurtuluş Örgütü terörist bir örgüt olarak değerlendiriliyordu. Türk Devleti'nin resmi görüşü böyleydi. 11 Arkadaş Diyarbakır'da yargılanlyordu. Onları en çok ziyaret eden kişilerden biri Yusuf Aslan'dı. Arkadaşlar, duruşmaları sırasında, Filistin Kurtuluş Orgütü'niin ulusal kurtuluşçu, devrimci bir örgüt olduğunu, bu bakımdan, . bu örgütle dayanışmalarının, Filistin Kurtuluş Örgütü saflarında çarpışmalarının çok doğal ol-duğunu söylüyorlardı.
Yargılamalar sırasında, mahkeme, Dışişleri . Bakanlığı'ndan mütalaa istedi. Mahkeme, Dışişleri Bakanlığı'ndan, FKÖ'nün nasıl bir örgüt olduğunu soruyordu.
Dışişleri Bakanlığı verdiği cevapta, FKÖ'nün ulusal kurtuluşçu bir örgüt ol-duğunu belirtmişti.
Bu mütalaa üzerine arkadaşlar,. 1970 yılı Kasım ayı içinde, yani 9 ay kadar yattıktan sonra tahliye edildiler. O zaman Dişişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil idi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin FKÖ ile ilgili politikası, FKÖ'yü kavrayışı bu yıllardan sonra değişmeye başladı.
1969-1970 yıllarında, Silvan, Diyarbakır, Batman, Kozluk ve Ergani'de Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)'nun kurulması sürecinde de Mehdi'nin büyük çabaları olmuştu. Mehdi, o zaman TİP Genel Yönetim Kurulu üyesiydi.
X
X X
19 Haziran 1971 günü, Ankara'da, hocam Prof. Dr. İbrahim. Yasanın odasında oturuyorduk. Bir öğle vaktiydi. Odaya bir Üsteğmen girdi, beni sordu. Küçük bir konuda, kısa bir süre, bilgime başvurmak için kendileriyle birlikte gelmem gerektiğini söyledi. Bir askeri arabayla önce Mamak'taki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'na, oradan Ankara Merkez Komutanliği'na, oradan da Emniyet Müdürlüğü'ne gittik. Orada, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı'nın emri üzerine tutuklandığımı bildirdiler.
Birkaç gün sonra Diyarbakır'a götürüldüm. Diyarbakır'da önce Emniyet Müdürlüğü'ne, sonra Sıkıyönetim Komutanlığı'na götürüldüm., Daha sonra da Sıkıyönetim Tutukevi'ne teslim edildim. 0 sırada Sıkıyönetim Tutukevi Sey-rantepe'deydi. Sikiyönetim Tutukevi'nde pek çok arkadaşla birlikte Mehdi'yi. ve Niyazi Usta'yı da buldum.
Sıkıyönetim Tutukevi'nde, Dr. Tarık Ziya Ekinci, Dr. Naci Kutlay, Canip Yıldırım, Musa Anter, Av. Yusuf Ziya Ekinci, Mehmet Emin Bozarslan, Edip Karahan, Ferit Şahin, Av. Bahattin Eryılmaz, Dr. Nuri Sarmaşık, Dr. Ahmet Melik, Dr. İsmet Akgül... öradaydılar. Davut Özcan, Bahri Koçkaya, Cemil Fazla, Rızgo Kangöz Doğu Mitingleri nde yaptıkları konuşmalardan dolayı orada tutuluyorlardı.
Oğrencilerden Yümnü Budak, Fikret Şahin, Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Nusret Kılıçaslan, Sabri Çepik, İhsan Yavuztürk, İhsan Aksoy, Faruk Arak, Ferit Uzun, Zeki Kaya, Nezir Şemikanlı, Ali Beyköylü, İsa Geçit, Hasan Acar oradaydılar. Bunlar Ankara DDKO'na mensup öğrencilerdi. Eğitimlerini, Ankara'da, çeşitli fakültelerde sürdürüyorlardı.
Mümtaz Kotan, İbrahim Güçlü, Sabri Çepik, Nezir Şemikanlı, 1970 yılı Ekim ayında, Ankara'da tutuklanmışlar ve cezaevine konulmuşlardı. Bu arkadaşlar arasında Musa Anter de vardı. Bunlar, 12 Mart'la birlikte, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nden, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi'ne getirilmişlerdi.
Mehmet Demir ve Sıraç Bilgin de tutukevindeydiler. Sorguda, Mehmet Demir'e Dev-Genç'e ilişkin eylemleri soruluyordu.
Ankara'dan, Diyarbakır'a getirildiğimin ikinci günü gıyabi tutuklamanın vi-cahiye çevrilmesi için, Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne götürdüler. Benimle beraber Yümnü Budak da vardı. Yümnü'yü de İstanbul'dan getirmişler. Tuzla'da, Piyade Okulu'nda yedek subay eğitimi görüyormuş. Askeri üniforması üzerindeydi. Yümnü, bir süre, Ankara DDKO Başkanlığı görevini yürütmüştü. Yümnü'yü daha önce de tanıyordum. Amcaoğullarından Turgay Budak, Erzurum'da, Atatürk Üniversitesi'nde öğrenciydi.`0 gün Sıkıyönetim Mahkemesi'nde gıyabi tutukluluğumuzu vicahiye çevirerek bir yargıç bulunamadı. Bizi Diyarbakır Adliyesi'ne götürdüler. Orada, bir yargıç, gerekli işlemleri yaptı. Yüzüme bakar bakmaz yargıcın Kürt olduğu hemen anlaşılıyordu. Biraz burukluk hissettim.
Sıkıyönetim Tutukevi, 1971 yılı yaz ayları boyunca çok kalabalıktı. Silvan'dan, Diyarbakır'dan, Batman'dan, Ergani'den, Kozluk'tan, Siverek'ten, Mardin'den,. Van'dan, Hakkari'den, Siirt'ten, Bitlis'ten, Muş'tan, Ağrı'dan, Erzurum'dan, Kars'tan vs. pek çok arkadaş vardı.
Bahri Evliyaoğlu, Vedat Erkaçmaz, Yusuf Kılıçer, Zeki Bozarslan, Fikri Müj- deci, Mehmet Gemici, Tahir Keskin; Mehmet Sözen, Akif Işik Silvan'dan getirilmişlerdi. Mustafa Düşenekli Siverek'lidir. Silvan'da TİP ve DDKO saflarında çaba sarfeden Muhterem Biçimli, Mahmut Okutucu ve Abdülkerim Ceylan firardılar. Fakat, onların yerine bir süre Mehmet Biçimli ve Sıraç Okutucu rehine olarak tutııldular.
Ergani'den, Ömer Kan, Abdurrahman Demir, Mehmet Emin Tektaş, Ahmet Özdemir, Halil İbrahim Erbatur, Bekir Erbatur, Mehmet Sıddık Yıldız vardı. Av. Mustafa Subaşı da, Sıkıyönetim Tutukevinde bir süre tutuldu. Abdurrahman Demir o sırada, çok genç bir lise öğrencisiydi ve Ömer Kan'ın yeğeniydi.
Közluk'tan, Abdülselam Barutçu, Mehmet Şirin Baltaş, İrfan Bozgil, Ahmet Eren, Hikmet Barutçu, Necmettin Şad, Mola Abdullah Gorsi (Abdullah Begik) ge-tirilmişlerdi. Kozluk'tan getirilenlerin çoğunluğu Mela Gorsi'nin öğrencileriydi.
Batman'dan, Ubeydullah Aydın, Sabri Yıldız, Dr. Ahmet Melik, Dr. Nuri Şar-maşık, Kasım Kahraman, Ferruh Kurtcebe Ozaner, Mehmet Yıldız dikkati çe-kiyordu.
Diyarbakır DDKO'dan, Dr. Naci Kutlay, Edip Karahan, Mehdi Zana, Dr: Tarık Ziya Ekinci, matbaacı Nazmi Sönmez, Abdurrahman Uçaman, Abdülhamit Karakoç, Feridun Yazar, Ruşen Aslan, Av. Yusuf Ekinci, Niyazi Tatlıcı vardı. DDKO dava dosyasında isimleri görülen, bir süre Sıkıyönetim Tutukevi'nde tutulan birkaç arkadaş daha vardı. Ahmet Suat Yıldırım, İbrahim Babaoğlu, Meh-met Emin Değer, Halil İbrahim Bülbül, Abdülkadir Özışıklar, Nadir Yektaş bunlar arasındaydı.
Doğubeyazıt'tan, Av. Bahattin Eryılmaz, Av. Erdoğan Teomete, Mustafa Özbay (Muhtar), Fahir Memo, Cengiz Çamlıbel, Mehmet Çamlıbel, İsa Geçit getirilmişlerdi...
Iğdır'dan Mehmet Kalafat, Rahim Bağcı gözaltında tutuluyorlardı, kısa bir süre sonra tutuklandılar. Kızıltepe'den getirilen arkadaşlar arasında berber Halef, Mehmet Lur~ıir'in lisede okuyan kardeşi Halim; Mehmet İlhan ve Cemil İlhan kardeşler vardi. Kızıltepe'den Ha±o diye çağrılan ruhsal bakımdan bazı sorunları olan bir genç daha vardı.
Erzurumdan getirilen öğrenciler arasında, bir de Nüket isminde Tıp Fakültesi öğrencisi vardı.
Süleyman, Kutlay, Ibrahim Kutlay, Av. Tahsin. Ekinci, Tahsin Avcı, Zülküf Bilgin, Süleyman Çelik, Abdurrahman Dürre, Fikri Yıldız Gürbüzhan, Şemsi Usta (Ardıcı) gibi arkadaşların da gözetim altında olduklarını, burada 1 ay kadar kaldıklarını, birkaç gün önce tahliye edildiklerini öğrendim.
Diyarbakır'a getirildikten 15 gün kadar sonra, Türkiye Kürdistan Demokrat Par-tisi davası sanıkları oldukları' iddia edilen arkadaşlar getirildiler. Av. Şerafettin Elçi, Sabri Verek, Abdülkadir Öktem, Tahir Öktem, Hurşit Güneş, Hasan Tayfun, Abdi Öner, Agit, Haşim... bunlar arasındaydı. Av. Zülküf Şahin ve Musa Anter de bu da-vanın tutsakları arasında görülüyorlardı.,
Tutukevinin en yaşlı kişisi Halil Çiftçi'ydi. Siirt'ten getirilmişti. Fikret Otyam'ın Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı bir röportaj ihbar kabul edilmiş, 12 Mart'tan önce tutuklanmıştı. Yeğenleriyle birlikte çete teşkil etmekten yargılanıyorlardı. Yeğenlerinden Nadir Çiftçi, daha sonraki yillarda, Eruh'da belediye başkanlığı yap-mıştı. Halil Çiftçi, ayrıca, yukarıda sözü edilen, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davasına da katılıyordu, bu davadan da yargılanıyordu.
1971 yılının *yaz aylarının sonlarına doğru İstanbul DDKO mensubu ar-kadaşlar da 'getirildiler. Şakir Elçi, Ali Yılmaz Balkaş, Niyazi Dönmez, Zerruh Vakıf Ahmetoğlu, Mehmet Tüysüz, Sait Pektaş; Cemşit Bilek, Mahmut Fırat, Şehmus Aslan, İbrahim Önen, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Agah Uyanık, Tayyar Atacabey, Fesih Şeseoğulları, Ömer Bakal, Eyüp Alacabey bu arkadaşlar arasındaydı.
Nizamettin Banş ve Süleyman Atay 'bir süre tutuksuz yargılandılar. Du-ruşmanın sonlarına doğru tutuklandılar.
Diyarbakır'a getirildiğim günlerde Erzurum-Kars Dev-Genç grubu da ora-daydı. Atatürk Üniversitesi'nde asistan Naci Gürşin, öğrencilerden Mehmet Metin... Erzurum Şenkaya'dan bir öğretmen ve Süleyman isminde bir amca vardı. İri fizik yapısından dolayı askerler, Dev-Genç sözünün sadece ona uygun olduğunu söylüyorlardı.
1971 Sonbaharında, Ardahan'dan Adil Kurtel, kardeşi Dr. Bedri Kurtel, Av. Kemal Kaya, matbaacı Fevzi Yılmaz, Celep Haluk ve arkadaşları getirildiler. Adil Kurtel, 1965-1969 TIP Kars milletvekiliydi. Av. Kemal Kaya da, Atatürk Üniversitesinde öğrenci olan Şener Kaya'nın dayısıydı.
Sıkıyönetim Tutukevi'ne geldiğim günlerde TIP Kars İl Başkanı Hayati Tuncer, kardeşi, fotoğrafçı Kemal Karabulut, TİP Sarikamış İlçe Başkanı Av. Hüseyin Emil de oradaydılar. Kars bölgesinden Reşat Öktem adında eczacılık yapan, Ramazan isimli doktorluk yapan arkadaşlar daha vardı.
Hayati Tuncer'den sonra, TİP'in Kars İl Başkanlığı'na . Ayhan Soysal ge-tirilmişti. Diyarbakır'daki Sıkıyönetim Tutukevi'ne 'Ayhan Soysal da getirilmişti. TİP içindeki bölünme sürecinde Hayati, Milli Demokratik Devrim (MDD) tezi tarafında yer almıştı.
Sıkıyönetim Tutukevi, Seyrantepe'den, Dicle nehri kıyısındaki askeri kışlaya taşındı.
Sıkıyönetim Tutukevi Seyrantepe'deyken Tıp Fakültesi'nden birkaç öğretim üyesi de kısa bir süre gözaltında tutulmuşlardı. Dr. Çağlar Kıpçak, Dr. Tahir Ha-tipoğlu, Dr. Muzaffer Sipahioğlu.
Diyarbakır'da, Tıp Fakültesinde tahsil gören pek çok öğrenci arkadaş da vardı, Celal Kiliç,, İlhan Aslan, Mehmet Can, Mustafa Yurttaşen, Mahmut Kılıç, Şakir Bilge, Ramazan, Cengiz... Bu arkadaşlar; Diyarbakır Dev-Genç davasıyla ilgili olarak tutuluyörlardı.
Yine Seyrantepe'deyken, Karakoçan'dan Osman Aydın ve belediye başkanı Abdülselam Çiçek de bir süre gözaltında tu tuldular.
Kurtalan'dan Cemal Akgül ve babası, Batman'dan, Sait Ramanlı ve oğlu Mustafa Ramanlı gözaltina alınanlar arasındaydı. Sait beyin Şükrü Ramanlı adındaki büyük kardeşi ve Hasan Ramanlı ve Hüseyin Ramanlı adlarındaki küçük kar-deşleri de oradaydı. Şükrü beyin gençlere çok büyük sempatisi vardı. Şükrü bey gençlerle sohbet etmekten hoşlanıyordu. Kürtçe konuşıiyordu...
1972 Kışında bir akşam Recep Maraşlı ve arkadaşları getirildiler. Recep o zaman lise öğrencisiydi. Bu kişiler arasında, Erzıırum'da yayımlanan Hürsöz gazetesinde çalışan bir arkadaş da vardı. Recep'in arkadaşları, kasa' bir süre sonra tahliye edildiler.
1972 Kışında, Muhsin Gül, Halit Güneş, Süleyman Aslan getirildiler. Bu arkadaşlar, Atatürk Üniversitesi'nin çeşitli fakültelerinden mezun olmuşlar askerlik yapıyorlardı. Yedek subay okulundan getirilmişlerdi. Yine aynı dönemde Muş'tan öğretmenler, Kazım Babaoğlu, Hüseyin Topbaş, Şener, öğrencileri Çetin Dayıoğlu bunlar arasındaydı.
1971 yılı sonlarında, bir akşam koğuşa Mustafa Kemal Cankurtaran getirildi. Siverek tarafinda bir yerde yakalanmış, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi'nde bir' kaç gece tutulduktan sonra Ankara'ya gönderilmişti.
1972 yılında, bahara doğru, Dr. Cüneyt Akalın, Taylan Erten, nişanlısı Ka-zinıe getirildiler. Onlarla birlikte Siverek'ten, Tunceli'den pek çok kişi de getirildiler. Bunlar arasında Mehmet Uzun, Mahmut Kiper de vardı. Bunların bir kısmı uzun bir süre sonra, Ankara'ya götürüldü, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nda görülen Şafak Davasina katıldı. Bayram Yurtçiçek ve karısı Sabahat da bunlar arasındaydı.
Siverek'ten, bir ara Celal Paydaş ve Av. Serhat Bucak da getirilmişlerdi.
1972 yılı sonlanna doğru, İstanbul DDKO mensubu öğrencilerden Hikmet Bozçalı getirilmişti. Hikmet, İstanbul DDKO Başkanlığı'nı sürdürıiyordu. Necmettin Büyükkaya'dan sonra DDKO Başkanlığı'nı Hikmet Bozçalı sürdürmüştü. Necmettin ve. Hikmet firardılar. Hikmet firar sonrasında bir müddet Güney'de kalmış, daha sonra kendini gizlemek için Diyarbakır köylerinde çobanlığa başlamıştı. 1972 yılı sonlarında da, pek çok köylüyle birlikte Sıkıyönetim Tutukevi'ne getirilmişti. Bir süre gözaltında tutuldular, kısa zamanda tutuklandılar. Hikmet Bozçalı'nın gelmesiyle Sıkıyönetim Tutukevi'nde önemli bir canlılık yaşanmaya başladı.
Sıkıyönetim Seyrantepe'deyken ziyaretler çok rahat oluyordu. Soyadı tutması koşulu aranmıyordu. Ziyaretçilerin getirdiği yiyecekler de alınıyordu. Birkaç kere Muhterem Biçimli'nin Laleş'ini, de ziyarete getirmişlerdi. Babası firar, amcası tutukevindeydi. Laleş o zaman 8-9 yaşlarında vardı. Arkadaşlar Laleş'ini masanın, sandalyenin üzerine çıkartıyorlar, şiir okutuyorlardı. Laleş, Kürtçe şiirler, şarkılar,, marşlar söylüyordu. Arkadaşlar alkışlıyorlardı. Niyazi Usta, Laleş'in masa, sandalye üzerine çıkarılıp şiirler marşlar okutulmasına çok kızıyordu.
1971'de, "Doğu Duruşmalari"nin, günlük Türk basınına yansıtılmamasına çok dikkat edilirdi. Ankara'daki, İstanbul'daki Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülen da- valar basın tarafından izlenirdi. Halbuki, basın "Doğu Duruşmalan"nda görülen davalarin .iddianamelerini bile vermiyordu. Bunun dışında, duruşma salonuna dinleyicilerin alınmaması için de, yerine, zamanına ve kişilere göre önlemler alınıyordu. Benim duruşmalanmda da bazen, ancak bir-iki dinleyici olurdu. Örneğin, şimdi avukat olan Mustafa Özen, 1972 yılında, Mayıs ayındaki bir duruşmaya bir arkadaşıyla birlikte gelmişti. Mustafa o zaman Hukuk Fakültesi nde öğrenciydi... Bazen de savcılann, yargıçlann yakınları, çocuklar vs. duruşmaları izlerlerdi.
Birgün Mehdi'yle bir sohbet sırasında:
- Mahkemede önemli siyasal savunmalar yapılıyor, fakat bunları hiç kimse duymuyor, basın yok, dinleyici yok, demiştim. Mehdi de:
- Arkadaşlara söyleyelim de izlesinler, demişti.
Mehdi, ziyarete gelen çırağıyla birkaç kişiye haber göndermiş. Ayrıca kendisi de bazı ziyaretçilere söylemiş... "Falanca tarihte Beşikçi'nin duruşması var, siz de izleyin..."
Belirtilen günde duruşmayı izlemek için sadece Mehdi'nin çırağı Mustafa Arı gelmiş. Sıkıyönetim Mahkemesi 7. Kolordu Komutanlığı binasindaydı. Binanın girişinde nöbetçi kulübesi vardı. Kulübedeki nöbetçi astsubay sormuş:
- Neden geldin?
- İsmail Beşikçi'nin duruşmasını izleyeceğim.
"İsmail Beşikçi'nin duruşmasını izleyeceğini" sözü nöbetçi astsubayı çok kızdırmış, öfkelendirmiş.
- İsmail Beşikçi'nin duruşmasını neden izleyeceksin, İsmail Beşikçi kim, akraban mı? İsmail Beşikçi'yi nereden tanıyorsun vs. arka arkaya soru sormuş...
Bu öfkeli, hışımlı sorular karşısında, çocuk şaşırmış, biraz da korkmuş.
- Duruşmaları izlemek suç mu, duruşmaları izlemek serbest değil mi, gibi, kem-küm bazı şeyler söylemeye çalışmış... Astsubay daha da hışımlanmış:
- Şimdi ben senin adını Ankara'ya telleyeceğim. İsmail Beşikçi'nin duruşmasını izlemek neymiş görürsün... hadi, fırla buradan, bir daha da, buralarda hiç görünme, yoksa seni çiğnerim, ezerim.
Askerler çırağı koymuşlar, mahkeme binasına sokmamışlar.
Sikiyönetim Tııtukevi, 1971 yılı sonlarında, Seyrantepe'den, Dicle kıyısındaki gılanmasına ve cezalandırılmasına pek anlam veremiyorlardı. "Siyasi" olmak hep gençlerin işiydi... Bu bakımlardan, Behçet arkadaşımızın Halil Ağa'ya olan ilgisi, sevgisi, saygısı beni çok etkilemişti.
Halil Ağa, Behçet Cantürk'e hep gençlik günlerini, babası Yakup Ağa'yla birlikte yaptıkları baskınları anlatıyordu.
Halil Ağa, yeğenleriyle birlikte TCK 168'den yargılanmış ve mahkum edilmişti. KDP'ye sempatisi vardı. KDP'nin eylemlerini ilgiyle izlerdi.
Halil Ağa'nin Mela Mustafa Barzarıi'ye derin bir saygısı ve hayranlığı vardı. "15 Ağustos atılımı"nın gerçekleştiği gün Halil Ağa hastaydı, evinde yatıyordu. Birkaç gün sonra öldü. Öldüğünde, çok mutlu olduğunu, etrafındaki yeğenlerine du-yurabilmişti.
Halil Ağa Eruh'laydu.
"BeşikÇi'niıı Döküınanları Ne Oldu?"
Cezaevine ve tutukevine düşen insanlar için küçük çapta da olsa arşiv ça-lışması yapmak vazgeçilmez bir tutku oluyor. Bu, daha çok gazete kupürlerini top-lamak biçiminde kendini gösteriyor. Kitap ve dergi yasaklarının sık sık gündeme gelebildiği bir yerde elinizin altindakileri de korumaya çalışıyorsunuz. Cezaevinde toplayabildiğiniz yazılar, belgeler, daha çok, o günün koşuilarıyla ilgili oluyor. Yazılar, : haberler, savunmalarda kullanilabiliyor. Öte yandan,, iddianameler, savunmalar, mahkeme kararları, temyiz dilekçesi, duruşmaya ait çeşitli belgeler, dosyalardan fotokopiyle çıkarılmış belgeler, arşivin önemli bir bölümünü oluşturuyor... Duruşmanın çeşitli safhalarında bu belgeler de kullanılıyor.
Cezaevlerinde ve tutukevlerinde mevcut arşivi korumak, arşiv oluşturmaktan daha zor oluyor. Bunu korumak için epeyce çaba harcıyorsunuz. Arşiv, zaman zaman da, özellikle çok sert çok ağır operasyonlar karşısında hareket kabiliyetini de engelliyor: Bazen de arşivin tümüye el konuyor: Yakaliyor, yirtılıyor, sulara, ça-murlara atılıyor... Arşivden tümüyle mahrum kalıyorsunuz.
Gerek sıkıyönetim koşullarında, gerek sıkıyönetimsiz koşullarda, arşiv ope-rasyonlarının, güvenlik aramalarnın önemli bir hedefi olmuştur. Arşivi kullanılabilir, yararlanılabilir olmaktan çıkarmak için her şey yapılmıştır.
12 Mart rejiminde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi'nde, arşiv oluşturabilmek mümkündü. Özellikle iddianameleri; savuninalari, çeşitli dosyalardan alınmış fo- tokapileri özenle saklıyorduk. Bunun yaninda gazetelerden kestiğimiz yazıları, dergileri, kitapları biriktirmeye çalışıyorduk. Hemen hemen Sıkıyönetim Tutukevi'nde olan herkesin, DDKD, KDP, Erzurum-Kars Dev-Genç, Diyarbakır Dev-Genç... gibi davaların iddianamelerini, bu dosyalarda yer alan çeşitli belgeleri saklamaya çalışıyorduk. Arkadaşlar bu belgeleri dikkatle inceli"orlardı. Zaman zaman da, kendi savunmalarınd a kullanıyorlardı.
Günlük gazeteler, dergiler, kitaplar tutukevine girebiliyordu. Epey birikim sağ-lanmıştı. Bu, 2 Mart 1973 gününe kadar böyle geldi. Bu tarihte Sıkıyönetim Tu-tukevinde bir operasyon oldu. Bu operasyonun nedenleri, oluş şekli, sonuçları, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler kitabının baş tarafiıida anlatılmaya çalışıldı.
Bu operasyon sırasında, arşivin tümüne el kondu. Gazete kupürleri, dergiler, ki-taplar yırtıldı, yakıldı, çamıırlara atıldı. İddianamelere, savunmalara, mahkeme bel-gelerinin tümüne, dosyalardan çikarilmiş bütün belgelere, fotokopilere el kondu. Koğuşta, kitap, gazete, kağıt, kalem adına hiçbir şey bırakılmadı. Bu arada, ga' zocağı, çaydanlık, bardak, tabak, çatal-kaşık gibi araç-gereçlere de el kondu. Herşey, havalandırmanın ortasına, çamurun, suların içine yığıldı. Askerler, komutanları, herşeyi, özellikle, kitapları, dosyaları ayaklarıyla çiğniyorlardı, tepikliyorlardı.
Ağır bir operasyonla karşılaşmıştık. Üstelik 40 kadar kişiyi de "elebaşı" diyerek hücrelere koydular. Ben de onlar içindeydim. Hücreye konulur konulmaz, arşivin, mahkeme dosyalarinin peşine düştüm. Fakat ilk günlerde, askerlerle konuşmak mümkün olmuyordu. Bu tür istekleri hiç dinlemiyorlardı. Sadece, tuvalete nasıl gidileceği, hücrelerde nasıl yatılacağı, yüksek sesle konuşulmayacağı gibi konularda sık sık emirler veriyorlardı...
Gerginlik, 5-6 gün sonra biraz azalmaya başladı. Arşivi geri alabilmek için çok çabaladım. Mehdi dostuinuza da haber gönderme fırsatı buldum. O, koğuşta kal-mıştı. 0 da koğuşta benim arşivi, belgeleri toplamaya başladı. Tutukevi yöneticilerine, sık sık, "Beşikçi'nin belgeleri ne oldu, onları geri verin, ayıptır..." diyormuş.
Yukarıda da belirttiğim gibi Sıkıyönetim Mahkemesi tarafindan verilen ceza onaylandı. Diyarbakır Cezaevi'ne gideceğim söylendi. Bunun için hazırlık yapmam istendi. Kanun yollarını kullanmaya devam edeceğimi, idarenin el koyduğu dosyalarımı almadan bir yere gitmeyeceğimi söyledim.
Birgün sabahleyin bir asker hücreye geldi. Beni idare binasına götürdü. Sı-kıyönetim Tutukevi müdürü etrafındaki subaylara dönerek, "Beşikçi nin ev-raklaranı `verin. Mehdi Zana'nın çenesinden de kurtuluruz, durmadan, bize, Be-şikçi'nin evrakını soruyor, ayıptır diyor" dedi... Bir subay beni bir depoya götürdü. Zemin çamurlu. Her tarafta su birikintileri var. Bizim arşivimiz, eşyalarımız oraya atılmış. Herşey karmakarışık. Çamur, ıslak, yırtık; yanmış, yakılmış. Kitaplardan, arşivden geriye kalanlar parça parça. Yiyecekler, giyecekler, gazeteler, kütüphaneler hep birbirine :araşmış. Onları kurtarmak mümkün değil. Mahkeme belgelerinin yer aldığı dosyaları da bulamadım gılanmasına ve cezalandırılmasına pek anlam veremiyorlardı. "Siyasi" olmak hep gençlerin işiydi... Bu bakımlardan, Behçet arkadaşımızın Halil Ağa'ya olan ilgisi, sevgisi, saygısı beni çok etkilemişti.
Halil Ağa, Behçet Cantürk'e hep gençlik günlerini, babası Yakup Ağa'yla birlikte yaptıkları baskınları anlatıyordu.
Halil Ağa, yeğenleriyle birlikte TCK 168'den yargılanmış ve mahkum edilmişti. KDP'ye sempatisi vardı. KDP'nin eylemlerini ilgiyle izlerdi.
Halil Ağa'nin Mela Mustafa Barzarıi'ye derin bir saygısı ve hayranlığı vardı. "15 Ağustos atılımı"nın gerçekleştiği gün Halil Ağa hastaydı, evinde yatıyordu. Birkaç gün sonra öldü. Öldüğünde, çok mutlu olduğunu, etrafındaki yeğenlerine du-yurabilmişti.
Halil Ağa Eruh'laydu.
"BeşikÇi'niıı Döküınanları Ne Oldu?"
Cezaevine ve tutukevine düşen insanlar için küçük çapta da olsa arşiv ça-lışması yapmak vazgeçilmez bir tutku oluyor. Bu, daha çok gazete kupürlerini top-lamak biçiminde kendini gösteriyor. Kitap ve dergi yasaklarının sık sık gündeme gelebildiği bir yerde elinizin altindakileri de korumaya çalışıyorsunuz. Cezaevinde toplayabildiğiniz yazılar, belgeler, daha çok, o günün koşuilarıyla ilgili oluyor. Yazılar, : haberler, savunmalarda kullanilabiliyor. Öte yandan,, iddianameler, savunmalar, mahkeme kararları, temyiz dilekçesi, duruşmaya ait çeşitli belgeler, dosyalardan fotokopiyle çıkarılmış belgeler, arşivin önemli bir bölümünü oluşturuyor... Duruşmanın çeşitli safhalarında bu belgeler de kullanılıyor.
Cezaevlerinde ve tutukevlerinde mevcut arşivi korumak, arşiv oluşturmaktan daha zor oluyor. Bunu korumak için epeyce çaba harcıyorsunuz. Arşiv, zaman zaman da, özellikle çok sert çok ağır operasyonlar karşısında hareket kabiliyetini de engelliyor: Bazen de arşivin tümüye el konuyor: Yakaliyor, yirtılıyor, sulara, ça-murlara atılıyor... Arşivden tümüyle mahrum kalıyorsunuz.
Gerek sıkıyönetim koşullarında, gerek sıkıyönetimsiz koşullarda, arşiv ope-rasyonlarının, güvenlik aramalarnın önemli bir hedefi olmuştur. Arşivi kullanılabilir, yararlanılabilir olmaktan çıkarmak için her şey yapılmıştır.
12 Mart rejiminde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi'nde, arşiv oluşturabilmek mümkündü. Özellikle iddianameleri; savuninalari, çeşitli dosyalardan alınmış fo- tokapileri özenle saklıyorduk. Bunun yaninda gazetelerden kestiğimiz yazıları, der-gileri, kitapları biriktirmeye çalışıyorduk. Hemen hemen Sıkıyönetim Tutukevi'nde olan herkesin, DDKD, KDP, Erzurum-Kars Dev-Genç, Diyarbakır Dev-Genç... gibi davaların iddianamelerini, bu dosyalarda yer alan çeşitli belgeleri saklamaya ça lışıyorduk. Arkadaşlar bu belgeleri dikkatle inceli"orlardı. Zaman zaman da, kendi savunmalarınd a kullanıyorlardı.
Günlük gazeteler, dergiler, kitaplar tutukevine girebiliyordu. Epey birikim sağ-lanmıştı. Bu, 2 Mart 1973 gününe kadar böyle geldi. Bu tarihte Sıkıyönetim Tu-tukevinde bir operasyon oldu. Bu operasyonun nedenleri, oluş şekli, sonuçları, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler kitabının baş tarafiıida anlatılmaya çalışıldı.
Bu operasyon sırasında, arşivin tümüne el kondu. Gazete kupürleri, dergiler, ki-taplar yırtıldı, yakıldı, çamıırlara atıldı. İddianamelere, savunmalara, mahkeme bel-gelerinin tümüne, dosyalardan çikarilmiş bütün belgelere, fotokopilere el kondu. Koğuşta, kitap, gazete, kağıt, kalem adına hiçbir şey bırakılmadı. Bu arada, ga' zocağı, çaydanlık, bardak, tabak, çatal-kaşık gibi araç-gereçlere de el kondu. Herşey, havalandırmanın ortasına, çamurun, suların içine yığıldı. Askerler, komutanları, herşeyi, özellikle, kitapları, dosyaları ayaklarıyla çiğniyorlardı, tepikliyorlardı.
Ağır bir operasyonla karşılaşmıştık. Üstelik 40 kadar kişiyi de "elebaşı" diyerek hücrelere koydular. Ben de onlar içindeydim. Hücreye konulur konulmaz, arşivin, mahkeme dosyalarının peşine düştüm. Fakat ilk günlerde, askerlerle konuşmak mümkün olmuyordu. Bu tür istekleri hiç dinlemiyorlardı. Sadece, tuvalete nasıl gidileceği, hücrelerde nasıl yatılacağı, yüksek sesle konuşulmayacağı gibi konularda sık sık emirler veriyorlardı...
Gerginlik, 5-6 gün sonra biraz azalmaya başladı. Arşivi geri alabilmek için çok çabaladım. Mehdi dostuinuza da haber gönderme fırsatı buldum. O, koğuşta kal-mıştı. 0 da koğuşta benim arşivi, belgeleri toplamaya başladı. Tutukevi yöneticilerine, sık sık, "Beşikçi'nin belgeleri ne oldu, onları geri verin, ayıptır..." diyormuş.
Yukarıda da belirttiğim gibi Sıkıyönetim Mahkemesi tarafindan verilen ceza onaylandı. Diyarbakır Cezaevi'ne gideceğim söylendi. Bunun için hazırlık yapmam istendi. Kanun yollarını kullanmaya devam edeceğimi, idarenin el koyduğu dosyalarımı almadan bir yere gitmeyeceğimi söyledim.
Birgün sabahleyin bir asker hücreye geldi. Beni idare binasına götürdü. Sı-kıyönetim Tutukevi müdürü etrafındaki subaylara dönerek, "Beşikçi nin ev-raklaranı `verin. Mehdi Zana'nın çenesinden de kurtuluruz, durmadan, bize, Be-şikçi'nin evrakını soruyor, ayıptır diyor" dedi... Bir subay beni bir depoya götürdü. Zemin çamurlu. Her tarafta su birikintileri var. Bizim arşivimiz, eşyalarımız oraya atılmış. Herşey karmakarışık. Çamur, ıslak, yırtık; yanmış, yakılmış. Kitaplardan, arşivden geriye kalanlar parça parça. Yiyecekler, giyecekler, gazeteler, kütüphaneler hep birbirine :araşmış. Onları kurtarmak mümkün değil. Mahkeme belgelerinin yer aldığı dosyaları da bulamadım.
Aradıklarımın pek azını bulabildim.
Halil Ağa'nın cezası da ayni günlerde onaylandı. Diyarbakır Cezaevine de be-raber sevkedildik.
Buna rağmen, arşivin, dosyaların peşini bırakmadım. Mehdi dostumuz da bı-rakmadı. Diyarbakır Cezaevi'nden de sıkıyönetim komutanlığı savcılığına, tutukevi müdürlüğüne dilekçeler yazdım. Mehdi de, "Beşikçi'nin belgelerine ne oldu, bir sonuç alınacak mı, incelemeler bitmedi mi?" gibi sorularını. sürdürüyordu... Bir keresinde beni, Diyarbakır Cezaevi'nden alıp sıkıyönetim savcılığına götürdüler. Orada da bir depoya gittik. Oradaki eşyalar daha düzgün istiflenmişti. Aradığım hiçbir şeyi orada da bulamadım.
Bir görevli, bir ara kaş göz arasında, "dilekçeler yazıyorsun, buralara gelip gi-diyorsun, aradıklarınızın çoğu yakıldı, yokedildi" dedi. Bir görevli de, "istersen şurada duran kitaplardan, belgelerden alabilirsin..." dedi. Onlar da arkadaşlara ait kitaplar, belgelerdi... Hiçbiri de kullanılabilir bir durumda değildi.
Halil Ağa'yla birlikte, Diyarbakır Cezaevi'nden Adana Cezaevi'ne sevkedildik. Ben yine de Mehdi'nin, . arkadaşların, bu arşivle, dosyalarla ilgilenmesini istiyordum. Mehdi dost, tutukevi yöneticilerine, uzun süre "Beşikçi'nin dokümanlarının akıbeti..." konularında sorular sordu. Mehdi'nin bu konularda, bana yazılmış pek çok mektubu var...
Bütün bunlara rağmen, bu arşivden çok az bir bölümünü kurtarabildik...
12 Eylül döneminde Sakarya Cezaevi'ndeydim. Mehdi o zaman Diyarbakır Belediye Başkanı'ydı. 12 Eylül'ün ilk günlerinde, belediyeye otobüs sağlamak için Fransa'daydı. Fransa'daki bazı belediyeler Diyarbakır Belediyesi'yle dayanışma örgütlemeye çalışıyorlardı.
Mehdi, 1980'in Ekim'inde, Türkiye'ye girişte otobüslerle birlikte gözaltına alındı. Otobüslerde "Hür Kürdistan otobüsleri" yazısı varmış... Bu konuda, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı bildiri yayınlamıştı. Gazeteler haber olarak bu bildirileri yayınlıyorlardı.
Mehdi "vahşet döneminde Diyarbakır zindanındaydı. Vahşetin önemli ta-nıklarındandır. "Bekle Diyarbakır", "Vahşetin Günlüğü" gibi kitaplarıyla bu tanıklığı belgelemiştir. Zulümkâr ve işkenceci devletin, yargılanması konusunda önemli iddianamelerdir...
1993 yılında Mayıs ayında, Ünsal'la beraber sabahleyin Ankara Devlet Gü-venlik Mahkemesi'ne gidiyorduk. Uzaktan Mehdi'yi farkettik. Adliye binası et-rafında birşeyler aranıyordu. Hemen yanına ulaştık, DGM'yi arıyormuş.
- Hem Kürtsün, hem de DGM'yi bile bilmiyorsun.:. diye takılmıştık.
Mehdi'nin de duruşması varmış. Ankara DGM'ye ilk defa geliyormuş.
Duruşma salonuna önce Mehdi alındı. Biz de dinleyiciler bölümündeydik...
İstanbul DGM'den talimatla ifadesi isteniyormuş. İddianamede, "... İstanbul'da, 1991 yılı Mayıs ayında, Açık Hava Tiyatrosu'nda düzenlenen bir gecede "Biji Kürdistan" dediği iddia ediliyordu. Yargıç, Mehdi'ye iddialar karşısında ne diyeceğini sordu. Mehdi, sakin, fakat kararlı ve yüksek bir sesle şöyle dedi:
- 0 zaman söyleyip söylemediğimi hatırlamıyorum, söylemediysem hal- kımdan özür diliyorum. Fakat şimdi söylüyorum: "Biji Kürdistan, Biji Kür-distan..."
Mehdi'nin bu tutumu karşısında, yargıçlar hem çok şaşırdılar, hem de rahatsız oldular.
Bu, Kürtlerin Güney Kürdistan'dan sürgün edilmeleriyle ilgili bir geceydi, Kürtlerle dayanışma gecesiydi...
Mehdi dostun en önemli yönlerinden biri de 1980'lerin sonunda ve 1990'lı yılların başlarında, Diyarbakır, Eskişehir ve Aydın'da, Ağır Ceza Mahkemelerinde Kürtçe savunmalar yapmış olmasıdır. Daha önceki çeşitli yazılarda, bu dikkate değer tutum ve davranış da incelemeye çalışılmıştı:
12 Mart döneminde, Mehdi'yle Diyarbakır Cezaevi'ndeydik. 12 Eylül dö-neminde, ayrı ayrı cezaevlerinde'tutulduk. 1990'l1 yılların ortalarında, yine aynı cezaevindeyiz. Şimdi, Demokrasi Partisi Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana da burada. Leyla, 1980'li yıllarda, nizamiye kapılarında, karakollarda, cezaevi görüşlerinde, insan hakları derneklerinde politikleşti. Genç yaşta anne oldu. Ronay ve Ruken, Mehdi cezaevindeyken büyüdüler. Görüş günlerinde, zaman zaman, nizamiye ve karakol görevlileriyle yapılan tartışmalar sonunda Leyla da gözaltına alındı, tutuklandı. Mehdi'yle birlikte aynı cezaevinde kaldı. Yeni Ulke gazetesinde muhabirlik yaptı. Geniş Kürt halk yığınlarıyla organik bağları vardı. 1991'de, Ekim ayında genel seçimlerde Diyarbakır milletvekili seçildi. Şimdi, Leyla ve bazı Demokrasi Partisi milletvekilleriyle birlikte aynı cezaevindeyiz.
İnsanlar, aynı davanın sürdürücüsü oldukları zaman, yürek birliği içinde ol-dukları zaman, çeşitli mekanlarda, bu arada cezaevlerinde karşılaşmaları çok doğaldır.
Leyla milletvekilliği döneminde özellikle kontrgerillanın önemli bir hedefiydi. Bunu, zaman zaman yüzüne karşı da söylüyorlardı. Mehmet Sincar'ın cenaze tö-reni sırasında, Kızıltepe'de kontrgerillanın bu tutumu açık bir şekilde sergilendi.
1993 yılı Nisan ayında, İstanbui'da Mezopotamya Kültür Merkezi'ndeydik.. Akşam arabayla Ankara'ya dönecektik. Akşama doğru Mehdi ve Leyla da Me-zopotamya Kültür Merkezi'ne geldiler. Akşam Ankara'ya arabayla döneceğimizi öğrenince, Leyla da bizimle gelmek istedi. "Meclis çalışmaları var, Ankara'ya dönnıem Iazım. Uçakla geliş gidiş zor oluyor, bir yığın takibatla karşı karşıya kalıyorum" dedi. Mehdi bir süre daha Istanbul'da kalmayı düşünüyordu...
Önce Behçet Cantürk'ün Bağdat Caddesi'ndeki evine uğrayacaktık. 0 günlerde Behçet bir yakınını kaybetmişti, başsağlığı dileyecektik.
MKM'den akşam alacakaranlıkta çıktık. Araba arka sokakta duruyordu. Ara-baya binerken Mehdi, izlendiklerini söyledi. "Bugün bizi izleyenler yine burada" dedi. Biz arabayla hareket-ettiğimiz zaman onların da hareket ettiğini söyledi.
Yolu ben biliyordum, çevre yolundan Boğaziçi Köprüsü'ne ulaşacaktık. Ok-meydani'nda yolu şaşırdık, çevre yolundan ayrılıp Dolapdere'ye girmişiz... Bu şaşkınlık, bizi o akşam takibattan kurtarmıştı. Mehdi, "Leyla'yı bugünlerde çok sıkı bir şekilde takip ediyorlar" demişti.
İsmail Beşikçi
Ankara, Temmuz 1995