Pirtûkxaneya dîjîtal a kurdî (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Dijwar


Nivîskar : Orhan Miroğlu
Weşan : Avesta Tarîx & Cîh : 2004, İstanbul
Pêşgotin : Rûpel : 312
Wergêr : ISBN : 975-8637-72-X
Ziman : TirkîEbad : 130x195 mm
Mijar : Dîrok

Dijwar

Dijwar
Onlara dair her şey

Musa anter, Vedat Aydın, Mehmet Sincar... Üçü de "faili meçhul" cinayetlerin kurbanı oldu. Musa Anter, 70 yıllık bir çınar, "49'lar"dan DDKO'ya, "İleri yurt"tan "Welat"a... yakın dönem tarihimizin " şahidi, sanığı, mahkumu ve davacısı"... Devletin bordrolu katilleri tarafından Diyarbakır'da karanlık bir gecede tuzağa düşürülerek katledildi. Vedat Aydan, yakındönemin kararlı bir aktivisti, gerçek bir halk önderi.. Katilleri kendilerini gizleme gereği daymadılar Emniyetten gelmişlerdi. Bir soruşturma için ifadesine başvuracaklardı. Bir hafta sonra bir yol kenarında işkenceden tanınmaz hale gelmiş cesedi bulundu. Mehmet Sicar, birkaç milletvekili arkadaşıyla "faili meçhul" cinayetleri araştırmak üzere gittiği Batmana’da, suikaste uğrayarak yaşamını yitirdi. Katillerinin yanında bir ortak özelliği daha var bu üç şahsiyetin: Herüçünün de cenazesi kaçırıldı ve gerekli vecibeler yerine getirilmeden gömüldü.

Ve bu kitabın yazarı, Orhan Miroğlu. O karanlık gecede Musa Anter vurulurken o da yanındaydı, kurşunlar ona da isabet etti. Katil, öldüğünden emin olmak için üzerine eğildi, ikinci kez ateş etti. “Görev” tamamlanmıştı. Ancak Orhan, o geceden sağ çıkmayı başardı.

Orhan Miroğlu bedeninde taşıdığı delillerle o karanlık geceye ışık tutuyor, asla unutulmayacakların, kefen ve mezar hakkı tanınmamış ölülerin defterini açıyor. Evet, bu kilrli savaş onbinlerce cana mal oldu.  Şimdi, "Peki ama kim öldürdü bu insanları?" diye sormanın, ölülerimizin gömüldüğü yerleri bilmenin, onlara bir mezar "hak"kı tanımanın.zamanıdır.


SUNUŞ

Bu kitabın yazılması için, beni uzun yıllar tutsak eden yazma korkusundan kurtulmam gerekiyordu. Az buz değil, hem uzun hem can sıkıcı zamanlar geçirdim, yazmaya karar vermeden önce. Uzun yıllar okumayı yazmaya yeğledim desem yeridir. İlerde karar verip yazmaya başlayacaksam eğer, bunun, omuzlarıma, sorumluluk gerektiren ağır bir yük gibi ineceğinden hiç kuşku duymuyordum. Bu yüzden belki, ortaya çıkacak anlatının türü ne olursa olsun her şeyden önce edebi bir tat vermesini arzu ettim.

Bu kitapta bunu ne kadar başarabildim, sanırım buna da okuyanlar karar verecek, ama ben, yine de bu çalışmamın kronolojik bir seyir izleyen ve edebiyat kaygısı gözetmeyen bildiğimiz anı kitaplarından farklı bir anı kitabı olmasını istedim.
Son yirmi beş yılda olup bitenler ve bu olup bitenlerin kuşattığı hayatlar, tanıklıklarım ve yaşadıklarım birbirine o kadar bağlı ve iç içe idi ki, doğrusu, kitabı öyküleme tekniği kullanarak kurgulamada, sırf bu yüzden belki, ciddi bir zorluk yaşamadım.
Dıjwar, örneğin. Kitabı düşündüğüm zamanlar Dıjwar'ı anlatmak gibi bir düşüncem yoktu. Kimdi bu insan ve tanımadığı Musa Anter'i ve beni öldürme amacını nasıl edinmişti? Dıjwar'ı anlatmak bir zorunluluk olarak belirdiğinde, yıllar öncesine döndüm ve bizzat tanık olduğum Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanan samimi itiraf süreciyle ilgili olayların kitapta yer alması böylelikle kaçınılmaz oldu. Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde bir değil, bir çok Dıjwar yetiştirildi ve gün geldi bu insanlar, özellikle 1990'lardan itibaren birer ölüm makinesine dönüştüler...

Hayatları sona erdirilecek insanların kim olacağına başkaları karar veriyor, ama bu kararlara, o dönemde çoğu faili meçhul cinayette görüldüğü gibi, Dıjwar ya da Dıjwarlar yerine getiriyorlardı.

Kitabın Kürt sorununda artık çatışmalı tarihin sonuna gelindiği ve Kürtlerin modern dünyada hatırı sayılır bir saygınlığa kavuştukları bir dönemde yayınlanması önemli. Bu yeni durum bir tek şeye işaret ediyor çünkü: Birbirimizi tanımaya ve keşfetmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. İnanıyor ve biliyorum ki geçmişle yüzleşme bilinci ve kültürü olmaksızın, toplumların demokratik ve barışçıl bir inşa dönemi yaşaması da olanaklı değil.

Bir bütün olarak Cumhuriyet tarihiyle ve özellikle son çeyrek yüzyılda yaşadıklarımızla bir yüzleşme ancak, yeni bir siyasal kültür yaratabilir. Yanılgıya kapılmayalım, Kürtler ve Türkler iddia edildiği gibi, hiç de birbirini iyi tanıyan iki halk değil. Günceli hatırlatarak biraz açmak istiyorum:
Neşe Düzel'in, Diyarbakır Cezaevi'nde yatan Selim Dindar ile yaptığı röportajdan ve Hasan Cemal'in "Kürtler" adlı kitabında yazdıklarından sonra, bırakalım halkı bir yana, aydınların bile, yakın tarihimizin bu gizli sırlarını hemen hiç bilmediklerine ve yazılanlar karşısında hayli şaşırdıklarına tanık olduk.

Hasan Cemal, doğrulup tartışılmaz bir tespitle, Diyarbakır Cezaevi'ne "İnsanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekan" olarak tanımladı; ve "Bu mekanı, o dönemde tam olarak sergileyebilseydik, Türkiye'de bazı şeyler değişirdi" dedi.. Evet, doğru.

Ama, yakın tarihin vicdanlarımızda yarattığı acılar ve bilinçaltında biriktirdiği sendromlarla ilgili olarak bugün ne yapmalı, asıl sorun bu, diye düşünüyorum.

Kürtlerin, bir atasözünde dedikleri gibi, "Tiştê ko çû mede dû" yani "Olmuşun peşine düşme!" mi diyeceğiz; ve giderek, iç çatışma yaşamış ülkelerde genellikle öne çıkan "pisliği halının altına süpürme" anlayışını mı benimseyeceğiz? Yoksa ülkenin entelektüelleri ve sanatçılarının öncülüğünde, geçmişle yüzleşmeye ve bu geçmişi sorgulamaya ilişkin yeni bir dönem mi başlatacağız ?

Kuşkusuz, "Vah vah, ne acı şeyler yaşanmış!" demek, bugün yetmiyor, yetmeyecek. Gerçeği bilmeye, geçmişi hatırlamaya ve birbirimizi keşfetmeye dair uzun bir yolculuğa çıkmanın arifesindeyiz diye düşünüyorum ve bu yolculuğun sadece tarihsel bir merakı gidermeye dayanmadığını da biliyorum...

Dıjwar, bu yolculuğa hazırlanmış olanlar ve bilme hakkını sonuna kadar kullanmak isteyenler için bir kitap olsun istedim. Hatırlamanın ve bir daha unutmamanın kitabı...

Vedat Aydın, Musa Anter ve Mehmed Sincar cinayetlerini, az da olsa farklı bir pencereden anlatmaya çalıştım. Kitaba çalışırken, birkaç deneme metinden sonra gördüm ki, anlatmak istediğim dönemin tek anlatıcısı haline gelmek, işimi hayli zorlaştırıyordu. Bir farklılık olsun istedim ve sevgili Vedat Aydın ile Apê Musa'yı da kitabın anlatıcıları olarak düşündüm. Onlar, hem kendi hayatlarının bilinmeyen yönlerine ışık tuttular, hem de birer anlatıcı olarak bir tarihi döneme tanıklık ettiler..

Apê Musa'yı anlatmak zordu. Onunla ilgili yaptığım araştırmada ve onun bugün yaşayan kimi arkadaşlarıyla yaptığımız sohbetlerden sonra gördüm ki Musa Anter, Kürtler tarafından en az anlaşılmış aydınlarımızdan biriydi. Fotoğraflarının altına yine ona ait veciz sözler yazıp, duvarlara astık. Yılda bir, öldürüldüğü günde, 20 Eylülde, bir araya gelip anma toplantıları düzenledik. Ama o, bunu fazlasıyla hak etmesine rağmen, adına ne bir vakıf ne bir enstitü kurabildik. Ona ait bir biyografi hiç değilse, hala yazılmayı bekliyor.

Musa Anter'i ve anılarımı yazmaya karar verdikten sonra, Ape Musa'yı en belirgin olarak var eden özelliğinin ne olduğunu kendi kendime sorduğum zamanlarda, Kant'ı anlatan bir metin okudum. Bu metne bakarak, işte dedim kendi kendime, Musa Anter'in en önemli vasfının ipuçlarını veren bir anlatı ve harikulade de güzel! Siz de böyle mi düşünürsünüz bilmem, ama kendi adıma ben, Kant'ı yeryüzünün en büyük ahlakçıları arasında sayarım ve bir edebiyat adamının kaleminden çıkan şu satırların onu anlattığı gibi anlatacak ve dahası, Kant'ın düşün dünyasını anlamamızı sağlayacak bir kitabın kolay yazılamayacağını düşünürüm. İşte edebiyatın gücü de buradadır:

"Ölümünden dokuz gün önce, Immanuel Kant'ı doktoru ziyaret etti. Yaşlı, hasta ve hemen hemen kör olan Kant, iskemlesinden doğruldu ve ayağa kalktı. Zayıflıktan titreyerek ve anlaşılmaz sözler mırıldanarak. Ziyaretçisi oturmayana kadar onun da oturmayacağı anlaşılmıştı. Biraz güç topladıktan sonra dedi ki: `İnsanlığın anlamı hâlâ beni terk etmedi.'"
Çocukluğum, gençliğim, aşklarım, acılarım, sevinçlerim, hatta hapislik yıllarım, çoğu Kant'ın adını bile duymamış; ama ziyaretçisi oturmayana kadar oturmayan o asil insanların arasında ve hepinizin kitabı okuduktan sonra biraz daha tanıyacağınıza inandığım o coğrafyada geçti. Belki de üç sözcükten ibaret ya da üç sözcüğün anlamlandırdığı bir coğrafya: Dicle, Fırat ve Mezopotamya.

O asil insanlardan birini, Musa Anter'i, bir sonbahar akşamı, çok sevdiği kentin çıkmaz bir sokağında vurdular. O da tıpkı Kant gibi onu ziyarete gelen misafiri oturmadan yerine oturmayan insanlardandı ve hiç kuşkusuz bedenine saplanan kurşunlardan sonra, daha vücudu soğumaya ve acı duymaya başlamadan, ilk düşündüğü şey, Kant'ın ölüm döşeğindeyken düşündüğü, insanlığın o "derin" anlamıydı ve bu anlam, vurulup hayata veda ettiği bu sokağa gelinceye dek onu hiç terk etmemişti.

Ah, o kadar zor ki bu anlama varmak ve bu anlamı, hayatı adeta delip geçen mermilerin açtığı ölümcül yaralara ve bıraktığı izlere rağmen anlatabilmek...

Bu kitap, bir bakıma bu zorluğun ifadesi ve anlatımıdır; faili meçhul kalmış cinayetler ve bir dönemin kuşatıcı gerçeklikleriyle bir yüzleşme...

Nasıl ve nereden başlamalı?

Apê Musa'nın İstanbul'da yaşadığı evin Dragos tepelerine bakan ve konuğu hiç eksik olmayan o mütevazi evinin salonundan mı?

Her sabah, bir başka doğan güneşin aydınlığında çılgına dönen Zivinge mağaralarının serin aydınlığında geçen çocukluğundan mı?

Yoksa vurulduktan sonra, upuzun yerde yatarken, onu sadece beyaz saçlarından tanıyarak, sımsıcak ellerini tutup, "Musa Amca ne işin var bu sokakta?" diyen bir Kürt işçisine, "Ji bo Xwedê, min bibin xestexanê!" ("Tanrı aşkına beni hastaneye götürün!") diyen, zayıf sesinin, vurulduğu sokağa yaydığı, yaşamayı inatla sürdürmeye dair o müthiş umudundan mı?
Karar vermek zor olsa da, anlatı artık başlamalı. Sadece ben anlatmamalıyım; herkese ve herkesin anlatımına yer olmalı bu kitapta.

Bir davet mi?

Evet, sanırım öyle.

Müthiş bir davet bu, farkındayım. Ama bu davet olmadıkça bir hayat, tıpkı Musa Anter'in hayatı gibi bir hayat, üstelik dört başı mamur bir romana benzeyen böyle bir hayata dair tanıklıklar olmasa, o hayat, o roman neye yarar ki!..

O halde Ape Musa'nın hayatını ve bir dönemi daha anlaşılır kılacaksanız eğer, buyurun tanık olmaya.. Tanıklığınızla, geçmişle yüzleşme ve bu geçmişi sorgulama kültürüne katkı sunmaya; yaşanan acılara ışık tutmaya sizin de hakkınız var çünkü.

Ve işte size kahkahasını hiç unutmadığımız, hayatımızda var olmayı hep sürdüren bir dost, burada da doğrusu iyi bir anlatıcı, Vedat Aydın ve onun anlattıkları...

Aralık 2002
Ankara

Orhan Miroğlu

Dijwar
Onlara dair her şey

Avesta

avesta | Anı-roman: 169 | 2
Dijwar
Onlara dair her şey
Orhan Miroğlu

Editör: Abdullah Keskin
Kapak: Genco Demirer
Tashih ve mizanpaj: Avesta
Birinci baskı: 2004
İkinci baskı: 2004, İstanbul
Baskı: Barış matbaacılık

© Avesta, 2004
Tanıtım amacıyla yapılacak alıntılar dışında yayınevinin izni alınmadan hiçbir şekilde çogaltılamaz

Avesta basın yayın reklam tanıtım müzik dağıtım ltd. şti.
Evliya Çelebi mah.
Aybastı sok. no: 48 / 4
Beyoğlu / İstanbul
Tel: (0212) 251 44 80
(0212) 243 89 74
Faks: (0212) 243 89 75

Ekinciler caddesi
Nurlan apt. giriş katı no: 2
Ofis / Diyarbakır
Tel-fax: (0412) 222 64 91

ISBN: 975-8637-72-X


Orhan Miroğlu-1953 Midyat, Keferhavar Köyü'nde (bugün belde) doğdu. Gençlik yılları Batman ve Diyarbakır'da geçti. 1970-80 arası dönemde demokratik gençlik hareketi içerisinde yer aldı. 1980'de Diyarbakir Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nden mezun oldu. Bir yıl öğretmenlik yaptı. 12 Eylül'den sonra tutuklandı ve Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesince 15 yıl cezaya çarptırıldı. 1988'de cezaevinden tahliye oldu. Yeniden Diyarbakır'a yerleşti. 20 Eylül 1992'de Musa Anter'e düzenlenen suikastle yaralı olarak kurtuldu. O tarihten bu yana tedavi amacıyla geldiği Ankara'da yaşıyor. Orhan Miroğlu, 1995'e kadar siyasi yasaklıydı. 1999 yılında yeniden aktif siyasete dönen Miroğlu, siyasal çalışmalarını bugün Merkez yürütme kurulu (MYK) üyesi olarak DEHAP'ta sürdürüyor. Evli ve iki çocuğu var. Dijwar onlara dair her şey yayımlanan ilk kitabıdır.

PDF
Destûra daxistina; vê berhêmê nîne.


Weqfa-Enstîtuya kurdî ya Parîsê © 2024
PIRTÛKXANE
Agahiyên bikêr
Agahiyên Hiqûqî
PROJE
Dîrok & agahî
Hevpar
LÎSTE
Mijar
Nivîskar
Weşan
Ziman
Kovar