Pirtûkxaneya dîjîtal a kurdî (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Suyun Ayak Sesi


Nivîskar : Daryuş Şayegan
Weşan : Avesta Tarîx & Cîh : 2001, İstanbul
Pêşgotin : Daryuş ŞayeganRûpel : 78
Wergêr : Siyaveş AzeriISBN : 975-7112-99-2
Ziman : TirkîEbad : 125x195 mm
Hejmara FIKP : Liv. Tr.Mijar : Helbest

Suyun Ayak Sesi

Suyun ayak sesi

Sepehri, çöl çocuğudur; (...) Firuze taşından taneleri olan bir tesbihe benzeyen İran'ın ortasındaki çölün çevresinde Kaşan, sanki akıl çelici vahalar topluluğunun merkeziymişçesine durur. (...) Ve Sepehri, çölün bu serabımsı anlarını herkesten daha iyi bilir, tanrıyı arayan salikleri karşılayan bu yeşil halıları, gökyüzünde asılı bu firuze ülküsel kubbeleri. Ve bu yurdun coğrafyası, bir şiirin arifane şevkinde ya da bir tualin simyevi bileşimlerinde yeniden yapılanan bir ülküdür.

Sepehri, kökleri kendi iklimlerinde olan tüm asil şairler gibi doğum yerinin hayat dolu özünden beslenir; bu öz, büyük bir şiirsel geleneği olan İran gibi bir ülkede, kaçınılmaz olarak, irfanla iç içedir. (...) Sepehri çöl çocuğudur, ve bugünkü dünyaya, açık havaların meltemleriyle yıkanmış gözlerle, ve yükseklerin temiz havalarındaki açık zihinle ve zahitçe bir çekinme duygusuyla bakar.

Daryuş Şayegan

İçindekiler

"Vaha'da bir an" - Daryuş Şayegan / 7
Bir dosta mektup / 15

Suyun ayak sesi
Suyun ayak sesi / 21
Yakarış / 51
Sulardan sonra / 52
Gülistan'da / 53
Su / 55
An'da bir vaha / 57
Seyir suresi / 58
Başlangıç çağrısı / 60
Adres / 62

Sonsöz
Sohrab Sepehri, Yeni bir dil: Karşı-şiir / 63
Sohrab Sepehri'nin yaşamından kesitler / 73

"Vaha'da bir an"*

Daryuş Şayegan

Sohrab Sepehri, kuşkusuz, çağdaş İran şiirinin en büyük şairlerinden biridir. Hem şair hem de ressam olduğundan, şiiri, şiirsel anların betimi ve resmi de, şiirle doludur. Çünkü bu her iki deneyimin ortak bir çıkış noktası vardır ve bu çıkış noktası, işin doğrusu, doğayla bir çeşit sihirli gönüldeşliğe sahip olmak; büyülü anlara bakıp dalmak ve insanlarla nesnelere hayat veren gizli nabzın atışlarına kulak vermektir. Anayurda duyulan özlem ve varlığın kaynayan pınarına ulaşma isteğidir.

Sepehri'nin yaşayış biçimi de olan inziva, şiirsel biçemine yansımış durumdadır. Sohrab, güncel olaylarla, moda olan düşünsel geleneklerle ve dönemin siyasal eğilimleriyle ilgilenmez. Bu yüzden hep şaşırtıcı olaylara bakar, her an ve her solukta evrenin görünmez yazgısını belirleyen görülmemiş olaylarla ilgilenir. Ancak bu söz Sepehri'nin kendi döneminin dışında kaldığı anlamına gelmez. Tersine, dönemin ruhu, değerlerin yavaş yavaş çöküşü, başlangıç noktasını bulmaya dayalı düşünüşün belirmesi, onun yapıtında doğru biçimde yankılanmaktadır. O, kendi döneminin yanmış harabeleri üzerinde ağıt yakan perişan ve yitik bir şair değildir, onun acısı, insanın bütün tinsel deneyimlerinin başlangıç noktasını oluşturduğu uzamı bulma hasretidir.

Sepehri çöl çocuğudur; ömrünün büyük bölümü, sevgili kenti ve sığınağı Kaşan'da geçmiştir. Bu dervişçe yalnızlık, ışıktan bir koza gibi onu çevrelemiştir. Bu saydam ve billurdan fanusun ardından dünyaya bakar, ve bu gizemli saydamlık, zihinsel imgelere bulaşarak, onun şiirini veya resmini belirler. Onun kaleminden veya fırçasından fışkıran şey benzer bir beceri ve bakıştan yararlanmaktadır.

Firuze taşından taneleri olan bir tesbihe benzeyen İran'ın ortasındaki çölün çevresinde Kaşan, sanki akıl çelici vahalar topluluğunun merkeziymişçesine durur. Kaşan berrak ve duru sularla ıslanmış bayındır, bereketli etekleriyle, çınarlar ve söğütlerin uzun gölgeleri, öten kuşlarıyla birlikte kuru toprakların yüreğindeki bir seraba benzer. Bir anlık bir duraklama gibi, tarih çarkının zamanın yalnız ışığı gibi yalnız olduğu bir yerdir Kaşan.

Ve Sepehri, çölün bu serabımsı anlarını herkesten daha iyi bilir, tanrıyı arayan salikleri karşılayan bu yeşil halıları, gökyüzünde asılı bu Firuze ülküsel kubbeleri. Ve bu yurdun coğrafyası, bir şiirin arifane şevkinde ya da bir tualin simyevi bileşimlerinde yeniden yapılanan bir ülküdür.

Sepehri, kökleri kendi iklimlerinde olan tüm asil şairler gibi doğum yerinin hayat dolu özünden beslenir; bu öz, büyük bir şiirsel geleneği olan İran gibi bir ülkede, kaçınılmaz olarak, irfanla iç içedir. Bunun yanısıra Fars dilinin temsili ve simgesel bir yönü olduğu, bunun sözcüklerin zengin armonisinden, ikircikli bileşimlerden, farklı düzeylerdeki sözcüklerin bakışıklı çoksesliliğinden ve eğretilmelerin ülküsel içeriğinden kaynaklandığını belirtmek gerekir. Her aşk, hem yersel bir aşk olabilir, hem de tanrısal aşk mertebesine ağabilir. Her meyhane hem sarhoşluk, eğlence yeridir, hem de dostluk, benliğinden sıyrılma yeri. Her bakış aydınlanmış görüşün keskin tarafı olabilir. Ancak Sepehri, bu irfani ortama karşın, İran geleneksel edebiyatında yaygın olan klişelerden uzak durmaya çalışıyor. O, zengin bir belleğin asil varisidir ve bu belleğe kendi zamanının çerçevesinde biçim verir, bu "çeliğin miracı" döneminde, ve "kara toprağının vincin odağı olduğu" yerde. O böyle bir zamandan korkmaktadır ve bu evrensel gurbetin onda uyandırdığı ürküntü, bakışı sürekli olarak ezeli başlangıca dönmeye yönelik olduğundan, "saydam bir korku" olarak "yeryüzü mitoslarının ölümsüz kaynağının yanında" belirir. Farsça irfani şiirinin içeriği, Sepehri'nin elinde, geleneksel klişelerden bağımsız bir biçim kazanır, bize Rilke'nin şiirlerini ya da Novalis'in Mavi Çiçek'i arayışını, Tagore'un şarkılarını veya Uzak Doğu şairlerinin ağızlarından hızla dökülen incileri anımsatan bir biçim.

Sepehri çöl çocuğudur, ve bugünkü dünyaya, açık havaların meltemleriyle yıkanmış gözlerle, ve yükseklerin temiz havalarındaki açık zihinle ve zahitçe bir çekinme duygusuyla bakar. O doğum yerinin sınırlarında tutsak kalmak istemiyor. Bu yüzden söylensel atalarını "Hint'teki bir bitki"de ve bazen de "Buhara'daki bir fahişe"de arar.

Gaston Bachelard gibi Sepehri'nin "maddi düşlemi"ni bulmak istersek onun suyun şairi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bilinçaltı derinliğin simgesi olan sakin ve durgun bir su değil; akışkan saydam bir su; temel ilke gibi ruhu arındıran, onu sonraki doğuşların ebedi akışı içinde vaftiz eden bir su, parlayan bir madde gibi olayların görünmez damarlarında akan bir su, dönüşümlerin simyası olan ve bahçelerin sarhoş arklarında akmakta, olan bir su. Sanki şair, bu ülkenin kuru topraklarının derinliğinde gizli olan suların, İran sularının, ölümsüz koruyucusu Anahita'nın Şarkısı'nı yeniden yazmış gibidir. Ve acaba bu pahalı sözü toprağın içinden çıkarmak şairin görevi değil midir?

Ve bu su yeşil renge karışmıştır, en güzel şiirler topluluğunun "Yeşil oylum" olarak adlandırılmış olması raslantısal değildir. Yeşil, Muhammed yalvaçlığının rengi ve doğanın doğurganlığının simgesidir; yeşil, yaşamın belirmesi, yeni doğuşların düzlemidir. Çim ile suyun kutsal evliliklerinin gerçekleştiği arı bir vahadır. Yeşil iklim bize "Xverne" ülkesi ve Zerdüşt'ün sığınağın' anımsatıyor. Gaip İmam'ın saklandığı beyaz denizdeki dağının tepesinde bulunan büyük ağacın dibindeki pınarın kaynadığı toprak parçasına göndermede bulunur. Yeşil su ve yeşil renk bu çöl şairinin ilham kaynaklarıdırlar ve o su gibi duru, ülkü dünyasının düşsel ovaları gibi yemyeşil bir bakışla bizim zamanımızın gerçeğinin ardındaki "evrensel uyku"yu aramaya koyulur; şöyle seslenir:

"Beni, madenlerin sürtünme gecesinden uzak bir dalın altında uyut
...
Ve o zaman
düştüklerinde uykuda olduğum bombalardan söz et
ıslandıklarında uykuda olduğum yanaklardan söz et
söyle kaç ördek uçtu denizlerin üzerinden
tank paleti çocuk rüyasının üzerinden geçerkenki hengamede
kanarya şarkısının sarı ipliğini hangi huzur duygusuna bağlarnıştı."

Sepehri için bütün şeyler arasında bir çeşit sihirli gönüldeşlik bulunur. Tüm varolanlar canlıdır ve bu yüzden, ruh saydam bir toz gibi uzaya yayılmıştır, her parçacığı binlerce sistem gibi bütün nesnelerde hazırdır, kıble olan çiçekte, seccade olan ovada, onlarla abdest alınabilen pencerelerin nabzında, kabe olabilecek suyun kenarında, kentlerde ve bahçelerde, "bahçenin aydınlığı" ve ruhun parlak gecesi olan "Hacerü'l esved" de. Varlık tozu gibi tüm dünyaya yayılmıştır. Herşey onun için göstergedir. Herşey onun için, varlığın sonsuz özeliklerinden birinin yansıdığı bir aynadır. Sanki onun dünyada varoluşunun şölenine tüm varlık katılmış gibi. Bu vandet-i vücut'a dayalı bakışın İran kuramsal ve aydınlanmış irfanıyla ortak yönleri vardır. Ancak bu bakışa, Sepehri'ye özgü bir yön eklenir, doğa deyimiyle özdeş olan ve Uzak Doğu'nun büyük bilgelerinde görülen bir yön. Sepehri'nin doğaya ressam bakışı hayretle doludur.

O, bir kamış dalının ansızın ortaya çıkışına dalıp gider, yeni bir dala oturmuş bir kuşun uçuşuna, oynak bir çayın tasalı akışına. Onun burnu yağmurun ıslak parfümüyle doludur, nemli toprakların rayihası ve ıslak otların kokusuyla. Kulağı gizli seslere karşı duyarlıdır, bulanık uğultular ve algılanamaz mırıldanmalara karşı, "açılmakta olan bir goncanın atışına", "karanfilin düşün'de akışı"na, "maddenin esintisi"ne, uzakta sihirli bir kuşun şarkısına karşı: "Dinle dünyadaki en uzak kuş okumakta."

Doğaya bu bakış biçimi Farsça şiirde yenidir. Çünkü klasik Farsça şiir, çevredeki nesnelerin neden olduğu ince algılardan çok, içsel durumların duygusal ve tinsel yönüne ilişkindir. Sepehri'nin doğal eğilimi olan bu doğaya bağımlılık onun Japonya'daki uzun süreli kalışıyla güçlenir. Büyük kısmının Japonya'da yazıldığı Hüznün Doğusu adlı şiir kitabında bize Japon Hayko'ları anımsatan bölümler mevcuttur. Ancak bu araştırma ve gelişme dönemi, kuşkusuz, Yeşil Oylum'da tamamlanır; şairin kendi şiirsel bakışını elde ettiğini bu kitapta görürüz. Fakat bu şiirsel bakış nasıl birşeydir?

Sepehri'nin ülküsel coğrafyasında iki şeyi ayırmak gerek:

Biri maddi öge, ötekiyse soyut öge. Maddi öge Sepehri şiirinin mayasını oluşturan sudur ve bu öge, belirttiğimiz gibi, yeşil renkle birliktedir, çeşitli yansımalar yoluyla, onun ülküsel coğrafyasının tümünü, yeşil bir tayf gibi kaplayan renk: Vahaların yeşilliği gibi, veya ölüm otu, eski yeşil çimler ya da ansızın beliren yeşil ortamlar, "tanrının düşlerinden de yeşil bir sokak" gibi veya havuzların aynalarında düş gibi beliren yeşil gibi. Yeşilin ansızın belirmesi aydınlanmış bir bakışı gerektirir ve her aydınlanmış bakış bir örtünün kaldım' ve her örtüyü kaldım öte uzaya, Sepehri'nin şiirinin onunla dolup taştığı uzaya ulaşmaktır. Suyla yeşil rengin ilişkisi, yani bahçenin bakışı, cennetin yeşil bahçesi, bütün söylensel şiirsel bakışların temel ilkesi olan niteliksel uzay demektir. Bu öte uzay'da duyumlar dünyasının nedensel ilişkilerinin, zamanın mantıksal ardışıklığının, geometrik biçimlerin türdeş uzayının yeri yoktur. Sepehri bu uzayı "an'da bir vaha" ya da "hiçistan" olarak adlandırır. Hiçistan "isteğin şemsiyesinin açık olduğu yer"dir ve orada "bir karaağacın gölgesi sonsuza doğru akmakta." Hiçistan sekizinci iklim ve muallak biçimlerin yurdudur ve bize Sohreverdi'nin "yokülke"sini anımsatır. Bu yurda ilişkin Sepehri şunları der:

"Denizlerin ardında bir kent var
yeşermeye dogru açılır orada pencereler
damları insan zekasının fıskiyesine bakan güvercinlerin yeridir
kentin on yaşındaki her çocuğunun elinde bir bilgi dalı var"

Bu maddi ögeyle birlikte, biri dost diğeriyle vakit olan iki kavramdan oluşan Sepehri şiirinin soyut ögesi bulunuyor. Bu şiirsel ortamda an, bir olayın oluşuna bakan bir gözenektir. Ve olay "ezeli gizin akışında", vakit içinde bulunmaktır. Vakit, zaman ile mekanın ülküsel yurdun bakışında özdeşleştikleri andır. Vakit bir "durum"dur; niteliksel ve içsel bir durum.

Böylesi bir durumdadır ki öte uzay'a geçiş olanaklılaşır ve vakitte bulunmak böyle bir uzayda bulunmaktır; bu uzayda "saatteki hızlı akreple yelkovan zamanın havuzunu yuvarlıyorlar" , dostun melteminin esip onun mesajını getirdiği yer burasıdır. Şairin "kendisinden dost kayasına köprü kurduğu" yer burasıdır.

"Taşa dayalı baş, serin hava ve düşünen çınar
dost yağışıyla dolu zihin
benim an'ımdır, ey kapısı yükseğe açılan, ey yolu mesajın sessiz nilüferine olan."

Böylece, belirttiğimiz gibi, Sepehri'nin şiiri öte uzaylarla doludur, denizlerin ötesindeki uzaylar gibi, kerpiç duvarların ötesi, perçinlerin ötesi, seslerin ötesi.
Öte uzay bir eşiktir; burası ile ülküsel yurt arasındaki sınırdır. Acaba varoluşun bir biçiminden diğer bir biçimine geçiş arasında her zaman açık bir gözenek bulunmaz mı? "Çam, ben ve korkunun uyum bahçesine" açılan bir gözenek? Acaba bu gözenek bizi saf bir hayrete çağırmıyor mu? Bu hayret bizde "saydam bir korku"ya neden olmuyor mu? Yeşil Oylum'un yirmi beş şiirinin hepsi, "Gecenin gözkapağından"dan "Sabahın ıslak nabzı"na kadar, bekleyişin bu gizemli uzayında geçmektedir. Her şiir varoluşun iki biçimi arasındaki bir gözenek gibidir, burasıyla hiçistan arasında. Bütün şiirler öte uzay'a bir çağrı, kayıp dostun geri bulunuşudur. Fakat "Dostun evi nerdedir?" Adresini kime sormalı:

"…
Bir çocuk göreceksin birden
Tırmanmış bir ulu çınarın tepesine, bir yuvadan ışık yavruları alan
Ona soracaksın işte
Nerede dostun evi?"

Sepehri'nin şiirsel coğrafyasının temel kavramlarının hepsi bu "Adres" şiirinde özetlenmiştir. Dost bizi yeryüzü mitoslarının ölümsüz kaynağına gönderir ve mitos "niçin" sorusuna değil "nereden" sorusuna yanıt verir. Demek ki mitos sürekli başlangıca göndermede bulunur; başlangıca erişen şair kendi çocukluğuna kavuşmuştur. Şair çocukluğunu şu ilksel kadından talep eder:

"Ey vaadedilen gece kadını, konuş!
Rüzgarın bu duygudan dalları altında
Ver kendi ellerime çocukluğumu"

Farsçadan çeviren
Siyaveş Azeri

*Daryuş Şayegan'ın Sohrab'ın Fransızca olarak yayımlanan bir şiir seçkisine yazdığı önsöz


Bir dosta mektup

New York, 3 Ramazan *

Sevgili Ahmet-Reza, tembelliğin de bir sınırı olmalı. Bunu biliyorum. Ancak inan ki seni düşünüyorum. Ayrıca mektuplarından dolayı çok teşekkür ederim. Bu şehirde fazlaca kala kaldım. Hem de bu ağaçsız ve kuşsuz şehirde. Daha bir kuş sesi duymuş değilim (kuş olmadığından sesi de yok). Kendi Emir-abad'ımızda** bile herhangi bir karaağaçta bir dolu cik cik bulunurdu. New York'da cik cik mi? Öyle bir beklentim yok. Sadece varım. Bazen de bu kentte gulaş yiyorum. Galiba sen seviyordun ve senin için Qorme-sebzi'nin*** yerini tutabiliyordu. Gulaş'ın esini daha azdır. Üzüntüden için içini yememeli, gulaş yemeli, ve yürümeli, ve yol üzerindeki şeylere bakmalı. Yaşamlarının kalınlığı daha fazla olan ilkokul çocukları gibi. Biliyor musun, 'e doğru gitmeli ve 'na başlamalı. Ben bazan başlıyorum. Ama her zaman olmuyor. Daha odamın iskemlesine başlamadım. Zaman ister. Hani, Nuh'un ömrü de fena sayılmaz. Ancak yetinmesini bilmeli. Ben de yetiniyorum. Örneğin karga gakının 1/4'ü bana yeter. Birine şöyle yazdığım anımsıyorum: "Kanaryanın 3/4'ünü duyuyorum". Görüyorsun ya, beklentilerim azalmış. Gakın hacminin daha fazla olduğu kesin, ne var ki özellikleri daha az.

Annem gakın bazı sancılara iyi geldiğini söylerdi.

Gündüzleri resim çiziyorum. Dünya duvarları üstünde hala tablolar için yer var. Öyleyse daha hızlı çalışalım. Çalışmak lazım. Ancak lamba isi solumamalı. Burada daha pürtüklü ve daha saf dumanlar bulunuyor. Dayanıklı ve su çekmeyen dumanlar. Sokakta yürürken bazen bir parça duman gelip dostça omuzuna konar, bu kentin tek yumuşaklığı budur. Yoksa odanın camından görünen o vinç var ya, kimsenin omuzuna dostça konamaz. Zaten vinçe bu hiç yakışmaz. Böyle birşey yaparsa aile haysiyetini zedelemiş olur. Bu kentte yumuşak olunamıyor. Utanılamıyor da. Başsağlığı da dilenemez. Küçük kırmızı turplardan da yenemez. Bu ağır binalar arasında küçük kırmızı turp yemek hafifmeşrepçe bir iş olurdu. Bir gökdeleni gıdıklamak ister gibi. Buranın geleneklerini tanımak gerekir. Burada geleneğe göre ağacın yaprağı olmalı. Burada nane bulunuyor, ancak onu sadakatle yemeli. Burada geleneğe göre uzatılmaz. İnsanın düşüncesi yere uzanmamalı. Burada çimentodan yukarı düşünmek için daha iyidir. Ya da metalden öte. Ben resim çiziyorum ancak benim resmim buradaki galerilere göre kavislidir. Resim yapmak da o biçim işlerden. İnsanın derisini yüzer. Daha da ister. Ancak resme yüz verilmemeli, yoksa üstüne biner.

Resmi sırtlarında taşıyan çok kişi görmüşümdür. Azıcık silahlanıp sonra resmin peşine düşmeli. Bazen şiir daha sevecendir diye düşünüyorum.

Fakat fazla iyimser olunmamalı. Şiirden polise şikayetçi olan çokça kişi biliyorum. Dikkatli olmak gerek. Geceleri şiir okuyorum. Daha yazmadım. Yazacağım.

Resim yapıyorum. Şiir okuyorum. Ve birliği görüyorum. Ve bazen evde yemek yapıyorum. Ve bulaşık yıkıyorum. Ve parmağımı kesiyorum. Ve birkaç gün resimden alıkonuluyorum. Pişirdiğim yemek güzel olur, ancak çeşnisinin tuz, biber ve bir kaşık göz yummaca olması koşuluyla.

Annemin yemekleri ne kadar da güzeldi. Bir de ıspanak yemeğinin rengi niçin mora çalıyor diye onu eleştirirdim. İnsan ne kadar da geç anlıyor. İnsanın idarelik olduğunu ne kadar da geç anladım.

İran'ın iyi anneleri, güzel yemekleri, kötü aydınları ve içaçıcı ovaları vardır.
.....
.....
..... ve o kadar.

Sohrab

* Yazar ve şair Ahmed Reza Ahmedi'ye mektup (-ç.n.) "
**.Tahran'da bir semt (-ç.n.)
*** Etli bir sebze yemeği (-ç.n.)



Suyun ayak sesi

Annemin sessiz gecelerine!

Kaşanlıyım
Geçinip gidiyorum
Bir parça ekmeğim
azıcık zekam
iğne ucu kadar da zevkim var
Ağacın yaprağından iyi bir annem
akan sulardan iyi dostlarım var

Bu yakınlarda bir tanrım
bu şebboylar arasında
şu ulu çamın dibinde
suyun uyanıklığı üzerinde
bitkinin yasası üzerinde

.....

Sohrab Sepehri
Suyun Ayak Sesi

Avesta

avesta | Doğu rüzgarı: 93 | 1
Seda-ye pa-ye ab (1965)
Sohrab Sepehri
Farsçadan çeviren
Siyaveş Azeri

Editör: Abdullah Keskin
Kapak: Ahmet Naci Fırat
Tashih ve mizanpaj: Avesta
Birinci baskı: 2001, İstanbul
Baskı: Berdan matbaacılık

Avesta yayınları, 2001
Tanıtım amacıyla yapılacak alıntılar dışında yayınevinin izni olmadan hiçbir şekilde çogaltılamaz

Avesta basın yayın reklam tanıtım müzik dağıtım ltd. şti.
Meşrutiyet caddesi
Özbek işhanı 136 / 4
Beyoğlu / İstanbul
Tel - fax: (0212) 251 44 80 - 251 71 39

Ekinciler caddesi
Nurlan apt. giriş katı no: 2
Ofis / Diyarbakir
Tel-Fax: (0412) 222 64 9I

ISBN: 975-7112-99-2

PDF
Destûra daxistina; vê berhêmê nîne.


Weqfa-Enstîtuya kurdî ya Parîsê © 2024
PIRTÛKXANE
Agahiyên bikêr
Agahiyên Hiqûqî
PROJE
Dîrok & agahî
Hevpar
LÎSTE
Mijar
Nivîskar
Weşan
Ziman
Kovar