1924 Beytüşşebap İsyanı
Cemil Gündoğan,
Komal
"Beytüşşebap İsyanı; kendiliğinden gelişen yerel direnme hareketleri bir yana bırakılırsa, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki dönemde, Kürtlerin hazırladığı ilk isyan hareketidir.
Kürt hareketlerinde yaygınca görülen saldırı karşısında direnmenin değil, ileri bir mevzi elde etmek amacıyla gerçekleştirilen planlı bir saldırının ifadesi olmuştur. Azadi örgütü tarafından gerçekleştirilmiştir.
Milli mücadele yılları boyunca çeşitli gerekçelerle Kemalist Hareketin arkasına takılan Kürtlerin, bu hareketten umduklarını bulamamaları ve Cumhuriyetin ilanından sonra gelişen yeni kısıtlamalar, Kürt ulusalcılarını bir örgütte toplanmaya ve ihtilalci faaliyetlere itti. Beytüşşebap, bu faaliyetlerin ürünü olarak gerçekleşmiş, ilk planlı isyandı.
Bu hareket, aynı zamanda, başlangıç vuruşunu, düşman ordusu saflarındaki bir askeri isyan eylemiyle yapmayı deneyen, TC dönemindeki yegane Kürt hareketidir..."
Cemil Gündoğan, 1958'de, Dersim'in Nazimiye İlçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul, Ovacık ve Tunceli'deki değişik okullarda tamamladı.
1975 yılında girdiği Hacettepe Üniversitesi Kimya Mühendisliği Fakültesi'ni, politik faaliyetlerini profesyonelce yürütebilmek için 1976'da terketti. 12 Eylülden bir kaç ay sonra tutuklandı. Elazığ Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi'ndeki yargılamasında, dönemin ilk uzun siyasi savunmalarından birini yaptı. Ceza Yasasının 125. maddesine muhalefetten ömür boyu hapse mahkum edildi. 1991 yılında çıkarılan genel ceza indiriminden yararlandırılmayan az sayıdaki Kürt hükümlüden biridir. Halen Bursa Özel Tip Cezaevi'nde yatmaktadır.
12 Eylülden önce yayınlanan Kawa dergisinde başlayan yazı hayatı, Rewşen, Yeni Ülke, Toplumsal Dayanışma, Özgür Gündem ve Özgür Ülke gibi yayın organlarında devam etti.
ÖNSOZ
Tarihçi olmayan ve üstelik de cezaevinde yatan biri, acaba neden tarih, gibi çok zahmetli kaynak sorunları bulunan bir alanda kitap yazar? Özellikle de üzerine daha evvel bağımsız bir çalışma yapılmamış bir konuda?
Elinizdeki kitapla kişi olarak benim ilişkimi özetleyen bu soru, aynı zamanda toplumumuzun ve tarih yazıcılığımızın içinde bulunduğu garabetlerin de bir özetini sunar.
Ben; meslekten tarihçi olmadığım gibi, tarihle ilgim de bir aydın olarak Kürt toplumunun bugününü anlama çabasının gerektirdiği düzeyin ötesine geçmez. Bu durumda, bilinmeyen bir Kürt isyanıyla ilgili bu kitabı yazmak, ilk elde, herhalde bana düşmezdi. Gönül isterdi ki, Beytüşşebap isyanını meslekten tarihçilerimiz araştırıp yazsınlar. Böylece, hem ben destursuz bağa girmemiş olurdum, hem de muhtemelen daha iyi bir çalışma ortaya çıkardı.
Ama olmadı. Arzulananla, gerçek hayat burada da uyuşmadı. Ve bu işi yapmak, benim omuzlarımda kaldı. Ne kadar becerebildim, buna okur karar verecektir. Bu konuda söylenecek fazla birşey yok. Ama bu tekil örneğin işaret ettiği bir gerçek var ki, ona bir cümleyle de olsa değinmeden geçmek olmaz: Bizim ülkemizde, başta tarih araştırmacılığı olmak üzere, işler, henüz gerçek sahiplerininin elinde değildir. Henüz işin başlarındayız. Ve bu nedenle de meslekten tarihçi olmayan araştırmacıların da yapabileceği çok şey var. Elinizdeki kitap, bu gerçek vesilesiyle, aydınlarımıza sorumluluklarını hatırlatabilirse, kendisinden beklenenlerden birini daha yerine getirmiş olacaktır.
Burada, çok kişisel bir sorun gibi görünse bile, Beytüşşebap isyanıyla kişisel ilişkimin öyküsünü de anlatmak isterim. Çünkü kitabın doğuş öyküsünü verecektir.
1988 yılında Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan güneyli Kürt mültecilerin karşı karşıya kaldıkları insanlık dışı muameleyi protesto etmek amacıyla, bulunduğum cezaevindeki 35 arkadaşla birlikte, Başbakanlığa ve TBMM Başkanlığına dilekçeler vermiştik. Devlet, karşılık olarak kendisine hakaret ettiğimiz gerekçesiyle hakkımızda dava açtı. Açılan davanın “savunma”sının Cumhuriyet dönemi Kürt ayaklanmalarıyla ilgili bölümlerini hazırlarken, (bu “savunma”, iki arkadaşın daha ismini taşıyan ortak imzalı bir kitap olarak yayınlanmıştır) 1924 yılı Eyülüliinde, Beytüşşebap'ta gerçekleşen olaylar dikkatimi çekti. Beytüşşebap'ta, o gün okuma imkanı bulabildiğim sınırlı kaynaklarda belirtilenlerden çok farklı şeylerin yaşanmış olduğunu sezdim. Ancak sezgilerimi sınayamadım. Bulunduğumuz cezaevine kitap girişi kısıtlıydı. Sorularım kafamda asılı kaldı.
Üç yıl sonra, kaynak yönünden görece rahatlamıştık. Bu ortamda, Robert Olson'ın The Emergence of Kurdish Nationalism and Sheikh Said Rebellion, 1880-1925 adlı kitabını okuduğumda, sezgilerimde tümüyle haklı olduğumu anladım. Olay, mevcut tarih kitaplarının anlattığı gibi basit bir “askerden firar” eylemi değildi. Çok daha geniş kapsamlı bir ulusal ayaklanmanın ilk vuruşuydu.
Bunu anlamış olmak, beni konu hakkında yazmaya yetecek kadar heyecanlandırmıştı. 1991 yaz sonlarında, o zaman ulaşabildiğim kaynaklar çerçevesinde yazmaya başladım. Hedefim, hallice bir dergi makalesi çıkarabilmekti. Var olan malzeme, ondan ötesine izin vermiyordu.
Ne var ki, henüz ilk üç bölümünü yazmıştım ki, o zamanlar medyada çok gürültü koparan “Eskişehir sevki”ne çattık. Öykü biliniyor; Anap iktidarı, gider ayak siyasi tutsakları Eskişehir cezaevinde tek kişilik hücrelerde toplamak istemişti. Bizler bulunduğumuz cezaevlerinden apar topar alınarak, Eskişehir'e yollandık.
Ancak hesapları tutmadı. İktidarın Eskişehir politikası boşa çıkarıldı. Kısa bir süre sonra eski yerlerimizdeydik. Ne var ki, bu arada Beytüşşebap çalışmasından da elimde pek birşey kalmamıştı. Sevk operasyonlarının hay huyu içinde bazı bölümler ve notlar kaybolmuştu.
Her şerde bir hayır vardır derler. Tam bu dönemde Kürt tarihiyle ilgili yayınlarda patlama yaşanınca, Eskişehir sevki dolayısıyla uğradığım zaman kaybı, hayra dönüştü. Önceki dönemde ulaşamadığım bir çok kaynağı okuma imkanı buldum: Martin van Bruinessen, Zinnar Silopî, İhsan Nuri, Ekrem Cemil, Garo Sasuni, Ahmet Mesut ve diğerleri... Böylece konuyu, bazı eksiklerini daha aşmış olarak, 1992 yaz sonlarında ikinci kez kaleme aldım. Ortaya çıkan uzunca makale, Rewşen dergisinin 7. (İlon-Cotmeh 1992) ve 8. (Mijdar-Berfanbar 1992) sayılarında “1924 Beytüşşebap İsyanı ve Şeyh Sait Ayaklanmasına Etkileri" adıyla yayınlandı. (Yazık ki, dizgi hatası nedeniyle her iki bölümde de ismi yanlış çıkmıştır.)
Tepkiler olumluydu. Gündeme getirilen konu kadar, kullanılan metodoloji ve dönemin Kürt siyasal güçlerine ilişkin çözümlemeler de dikkat çekmişti. Eleştiri ve görüşlerini kendileri yazanlar; veya benim isteğim üzerine zahmet edip bildirenlerin büyük çoğunluğu, çalışmayı bir kitap haline getirmemi öneriyorlardı.
Bundan cesaret aldım, ancak acele etmedim. Önemli gördüğüm bazı kaynakları okumak istiyordum. Bunların bir kısmını sonradan okuyabildim. Özellikle Mehmet Bayrak'ın “Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri” başlıklı çalışmasını anmam gerekiyor.
Gerçi bu çalışmalarda, özel olarak Beytüşşebap İsyanı konusunda fazla ham bilgi yoktu. Ama gerek dönemi yeniden kurmak ve gerekse Kürt siyasal güçlerinin milli mücadele yıllarındaki kümelenişleriyle ilgili tezler başta olmak olmak üzere, çalışmada ileri sürdüğüm tüm tezleri yeniden sınamak bağlamında çok yararlı oldular.
Ulaşamadıklarım da var kuşkusuz. Örneğin; Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Özgeevren'in 1957 yılında Dünya Gazetesi’nde yayınlanan anıları ile aynı mahkeme mensuplarından Avni Doğan'ın henüz yayınlanmamış anılarını çok arzulamama rağmen elde edemedim. Keza Metin Toker'in Şeyh Sait Ayaklanmasıyla ilgili kitabıyla, Bilal N. Şimşir'in “İngiliz Belgeleriyle Türkiye'de Kürt Sorunu” başlıklı derlemesini de bütün çabalarıma rağmen bulamadım. Böyle bir çalışma açısından okunması gerekli olan başkaları da var hiç kuşkusuz. Bunları bir eksiklik olarak kaydetmek istiyorum.
Elinizdeki kitabın yukarıya özetlemeye çalıştığım öyküsünden de anlayacağınız gibi, çalışma gıdım gıdım ilerlemiştir.
Bunun temel nedeni, konuyla ilgili bilgi kıtlığı ve çalışmanın kendi alanında ilk olmasıdır. Bu nedenle eklemeliyim ki, elinizdeki çalışma, bütün ilk çalışmalarda görülen türden eksiklikler taşımaktadır. Bir kitap olarak okurun değerlendirmesine sunarken, yazarı bunların farkındadır.
Ne var ki, bir yerlerden başlamak gerekiyordu. Açığa çıkarılabildiği kadarıyla olgunun ortaya konulması, mevcut imha pratikleri karşısında bir zorunluluktu. Açığa çıkan bilgiler, büyük veya küçük denilerek bir kenara atılamazdı. Hepimiz biliyoruz ki, Kürt tarihiyle ilgili bilgi ve bulgular gıdım gıdım ilerliyor. Bu nedenle gerek konunun kendisine, gerekse kaynaklarına dikkat çekebilmek ve bundan sonraki çalışmalara bir temel hazırlayabilmek için ilk adımın atılması gerekiyordu. Destursuzca bağa girmem bundan.
Kitabın ortaya çıkışıyla ilgili bu öyküden de çıkaracağınız gibi, çalışma, esas olarak Rewşen'deki makale üzerine oturmaktadır. Ancak metin, tümüyle yeniden yazılmıştır.
Karşılaştırıldığında görüleceği üzere, temel tezler korunmuştur. Elbette yeni kapsamlarına uygun genişlikte yeniden ifade edilerek. Ancak alt tezlerin ve belirlemelerin bir kısmı, yeni bilgiler ışığında değiştirilmiştir.
Örneğin isyana çevre aşiretlerden hiç bir desteğin verilmediği yönündeki ilk belirleme, Muhsin Kızılkaya'nın Jirki'lerle ilgili yazdıklarının el verdiği çerçevede değişikliğe uğratılmıştır.
Diğerlerinde ise ilk versiyondaki gevşek ifade biçimleri, olguların destekleyebildiği oranda biraz daha netleştirilmeye çalışılmıştır.
Metinle ilgili olarak belirtmeyi gerekli gördüğüm bir diğer husus, konunun Şeyh Sait Ayaklanmasının öyküsüyle örtüşmesiyle ilgilidir. Beytüşşebap, Şeyh Sait'e giden yolda bir kilometre taşı olduğundan, onunla ilgili anlatımın ne kadarının özel olarak Beytüşşebap'a, ne kadarının Şeyh Sait'e ait olduğuna karar vermek zorlaşmakta ve çoğu kez de anlamsızlaşmaktadır. Bu nedenle okur, zaman zaman, Şeyh Sait Ayaklanmasıyla ilgili bir metinle karşı karşıya olduğu izlenimi edinebilir. Bu, tamamen, iki konunun iç içe oluşuyla ilgili bir sonuçtur. Ayrıca Beytüşşebap İsyanı'nın, Şeyh Sait Ayaklanmasına etkilerinin incelenmesinin, bizim asıl konularımızdan biri olduğu da unutulmamalıdır.
Ancak iki isyanın öyküsündeki bütün bu iç içe geçmişliğe rağmen, alanları mümkün olabildiği her adımda ayırmaya ve dikkati Beytüşşebap üzerinde yoğunlaştırmaya gayret edilmiştir.
Yine de bu durumun, işin doğası gereği, Şeyh Sait Ayaklanmasının anlatımını zenginleştirdiğini düşünüyorum. Özellikle de Beytüşşebap'ın Şeyh Sait Ayaklanması üzerindeki etkilerinin belli bir sistem dahilinde ifade edilmeye çalışıldığı bölümde. Konunun ayrı bir bölüm olarak tasarlanması da bu düşüncenin ürünüydü zaten.
Konuyla ilgili değinilmesi gereken bir diğer husus, kullanılan metodolojiyle ilgilidir. Kişisel inancım odur ki, Kürt tarih yazıcılığı, sadece geçmişimizle ilgili olguları açığa çıkarabilme düzeyi bakımından değil, metodolojik olarak da büyük bir gerilik içindedir. Esasen bu durum, sözü edilen zayıflığı besleyen kaynaklardan da birini oluşturmaktadır. Kürt tarih yazımının acilen bir metodoloji tartışmasına ihtiyacı vardır.
Hiç kuşkusuz, metodoloji tartışması yapmak, bu çalışmanın işi değildir. Ama buna rağmen, varolan metodolojik eksiklikleri eleştirmeden ilerleyebilmek de mümkün değildi. Bu nedenle çalışmada, 'sık sık, metodolojik notlara, parantezlere, göndermelere vb. başvurulmuştur. Bu yönüyle, çalışma, reaksiyoner olmayan tarih yazıcılığına bir örnek oluşturma iddiasını da taşımaktadır. Konuya katkı sağlayabileceği umuduyla, iki yıl evvel Rewşen dergisinde yayınlanan “Kürt Tarih Yazımının Metodolojik Sorunları” başlıklı makalem de kitabın sonuna ayrı bir ek olarak konulmuştur.
Çalışmaya göz atan herkes, bolca dipnot kullanıldığını ve kendi yorumlarım dışındaki bilgi, tez ve yorumların kaynağının belirtilmesine özel bir itina gösterildiğini farkedecektir. Doğrusunu isterseniz, bu biçimi kullanmaya karar verirken hayli zorlandım. Bunun nedeni, akademik çalışmalara öykündüğüm izlenimi verme ihtimalinin varlığıydı. Oysa benim davranışımın sözü edilen türden bir öykünüşle alakası yoktur. Buna herşeyden evvel kişisel formasyonum el vermez. Ancak piyasada Kürdoloji alanında yapılmış çalışmalara baktığımızda, savrukluğa, özensizliğe, ben söyledim olduculuğa dair o kadar çok örnek görüyoruz ki, buna karşı pratik bir tavır geliştirmek de zorunluluk haline geliyor. Karnından konuşmayı engellemenin başka yolu yoktur. Herkes, söylediğini nereye dayandırdığını açık biçimde belirtmelidir. Hele konu tarihse. Bu konuda pratik bir tutum geliştirilemezse, ancak ninelerimizin masallarına konu olabilecek öyküleri, tarih çalışması diye okumaya devam ederiz. İşte bu inançla, fazlaca kuru bir üsluba yol açsa da, kendi tez ve yorumlarım dışında, söylenen herşeyi kaynaklara dayandırmaya ve bunları açık biçimde belirtmeye özen gösterdim.
Ve nihayet teşekkürler.
Belirtmeye gerek yok ki, her çalışma, bir ölçüde ortak bir çabanın sonucudur. Ama bu çalışma cezaevinde yapılmışsa, çok daha fazla böyle olmak zorundadır. Bu nedenle elinizdeki çalışmaya emeği geçmiş insanlardan söz etmeden geçmek, büyük hakbilmezlik olur.
Öncelikle eşim Meral'i anmam gerekiyor. Bu çalışmanın bütüh yükünü o çekmiştir. Onun katkıları olmasaydı, böyle bir çalışma da hiç kuşkusuz olmayacaktı. Kızkardeşim Edibe başta olmak üzere, diğer yakın aile çevremin çabaları ayrı bir yere sahip. Sadece kaynak tedarikinde değil, pekçok konuda büyük yardımları oldu. Arkadaşım Zeynep Baran, İsveç'teki dostlarım Emel, Ömer ve adını anamadığım diğerleri, Doz Kitapevinin çalışanları... bunlar ve sayamadıklarım, hepsi kaynak ve malzeme temininde büyük yardımlarda bulundular. Ayrıca başta cezaevlerindekiler olmak üzere, çalışmanın Rewşen'de yayınlanan ilk versiyonunu okuyup eleştiren arkadaşlarım, hepsinden bir biçimde yararlandım. Sonsuz teşekkür ediyorum.
Umulan yararı sağlaması dileğiyle.
Cemil Gündoğan
Nisan 1994 / Gaziantep Özel Tip Cezaevi
YAYINEVİNİN NOTU
Sömürge ulusların aydınlanmalarının en önemli kriterlerinden biri, hiç kuşku yok ki, tarih bilincinin gelişmesidir.
Kürdistanlı sosyalistlerin, Kürt aydınlarının başından beri resmi ideeoloji ile beraber resmi tarihin belirlenimlerine karşı da kıyasıya bir mücadele vermeleri rastlantısal değildir.
TC’nin Kürt ulusuna yönelik resmi politikalarının arka plânı, bütünüyle yeniden kurgulanmış yasaklar ve gizlemelerle karartılmış, mayınlı bir resmi tarih söylemine dayanır. Bu resmi tarih, sömürgeci resmi ideolojinin harcıdır. Bu nedenledirki; yalnızca Türk Üniversiteleri, aydınları ve demokratları üzerinde değil; Türk Solu üzerinde de altmış yıl güçlü bir hegemonik alan yaratmış olan TC’nin resmi tarih kuşatmasıyla mücadele, resmi ideolojinin kırılmasında ve Kürt aydınlanmasının atılımında kesin bir rol oynar.
Sömürge ulusun toplumsal bilinci parçalanmıştır. Tarih bilincinin oluşması, geçmişine kavuşmak ve parçalı bilincinin tümlenmesi anlamına gelmektedir Bilinci bütünlenen yada “aklı başına gelen” ulusun, kurtuluş dinamizmi de ayağını bağlayan zincirlerden çözülmekte gecikmez. Tarih bilinci bu nedenle, aydınlanmanın temel kaynaklarından birini oluşturur.
Aydınma süreçleri bütün bunlara karşı tek başına ilerlemezler. Toplumsal gelişme ve siyasal mücadele ile birlikte; onları ektileyerek ve onlardan etkilenerek ilerler. Bu bağlamda; Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin her alanda ivmelendiği yoğun bir sömürge savaşı yaşadığımız bu koşullarda, aydınma süreçlerinin -buna rönesansımızı da ekleyelim- doğrultularından kâh saparak, kâh içiçe geçerek ilerlemekte oldukları bir gerçek.
Tarih alanında; Kürt aydınlanmasının karşı karşıya olduğu en tehlikeli sapma; Sömürgecilerin dayatmış oldukları resmi tarihe karşı bir tepkiyle, Kürt karşı-resmi tarihi yazma çabalarıdır. Resmi tarihin tüm tezlerinin bir bakıma tersine çevrilerek yeniden düzenlenmesi; nesnel bilgi ve bulguların ideolojik bir seçmecilikle ayıklanarak, savunma psikolojisi içinide sakatlanan bir tarih yazımı Kürt aydınlamasının en büyük tuzağıdır.
Bu nedenle tarihsel incelemelerde metodoloji sorunu bir kez daha öne çıkmaktadır. Tarihin bir bütün olarak bir sosyal bilim alanı olarak değil, politik bir seçmecilikle istenildiği gibi yeniden kurgulanabilen bir oyun alanı olarak belirmesi birçok çalışmayı boğazlamaktadır.
Kürt aydınlarının en büyük avantajı, Marksizm’in yalnız politik olarak değil, bir metodoloji olarak da etkime alanı içinde bulunmalarıdır. Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bu politik mirası ve saygınlığı, birçok araştırmacımız için esin kaynağı olmaya devam ediyor. Ne varki, tek başına bu etki; Kürt aydınlamasının tarih alanına olan geniş ve kapsamlı ilgisini disipline etmemektedir. Özellikle son beş yıl içerisindeki birçok tarih araştırması ve tezinin idealist-metafizik bir karşı-tarih yazımına saplandığının, bunun düzeyli bir eleştirisinin ise henüz yeterince yapılamadığının tespitini de yapmak yerinde olur.
Orta sınıf tarihçilerin yinelemekten hoşlandıkları bir tekerleme vardır: “Tarih tekerrürden ibarettir.” Öbürü cevap verir; “Ders alınsa hiç tekerrür eder miydi?”
Derin bir tarih felsefesi gibi görünen bu tekerlemenin tekabül ettiği olgu ise çok basittir: Verili koşullar üst üste düştüğünde her fenomen yinelenebilir.
Eşitsiz bir toplumsal gelişim içindeki dünyamızda, toplumların birbirine benzer veya yakın koşullarda benzer süreçleri yaşamaları mümkündür.Bu bilgi iradi -müdahale için siyasal akımlara değerli silahlar armağan eder. Söz gelimi, Kürdistanlı siyasal akımların I. Paylaşım Savaşı koşullarını çok iyi anlamaları; benzer bir yemden yapılanma geçiren Ortadoğu’da, günümüzde çözücü ipuçları yakalamamıza yardımcı olabilir.
Yine de şunu unutmamak gerekir: Tekerrür ediyormuş/yineleniyormuş gibi görünen her olgunun/her fenomenin, kendisini öncekilerden ve sonrakilerden -diğerlerinden- farklı kılan karekteristikleri mutlaka vardır. Benzerlikleri ve ayrılıkları kavramak, bilinçtir. Belki de tarihe iradi müdahalede insanoğlunun yakalayacağı ana halka bu kendine özgülüklerdir.
Modern bilimlerin öğrettiği şey; madde hareketinin uzay ve kütle ile birlikte bir üçüncü boyutunun olduğudur. Zaman.. Zaman madde hareketinin sürekliliğini ifade eder: Zaman'ın sosyal bilimlerdeki karşılığı tarihtir...
Tarihin bir orjinalitesi de; hem nesnesinin hem öznesinin aynı şey: insan oluşudur. Ve birçok doğa biliminin tersine, toplumsal olayları laboratuvarlarda oluşturma-deneme şansı yoktur. Bu yüzden tarihin bilgilerini saptırmamak, keyfi yorumlamamak bir doğa bilimciden çok daha fazla sorumluluk gerektirmektedir.
Kürdistanlıların /diğer bütün toplummarın olduğu gibi/ bilimsel bilgiye ihtiyaçları olduğu doğru ise; bu bilginin üretilmesi de ona uyarlı bir çalışma disiplinini, anlayışı zorunlu kılmaktadır.
Cemil Gündoğan’ın bu çalışması; hem Ulusal ve Toplumsal Kurtuluş Hareketinin ihtiyaçlarını çok iyi kavramış; hem de diyalektik-materyalist yöntemi içselleştirmiş politik bir unsurun, titiz bir çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tezlerin kendisi kadar, çalışma yönteminin de tartışılması gerekir.
Yeni kitaplarda tekrar buluşmak dileğiyle...
Komal Basım-Yayım-Dağıtım