RUSÇADAN OSMANLİCAYA TERCÜME EDENİN ÖNSÖZÜ
Kitabın Yazarı, Rusya dışişlerinde görevli bir Rus tuğgeneralidir. Bu kitap bilgilerin siyasi ve askeri bakımdan gizli tutulması gerektiğinden, Rus hükümetince ancak özel bazı şahıslar için bastırılmıştır.
İstatistik bölümündeki bilgiler, kitabın yazıldığı tarihe ait olduğundan biraz eski sayılsa da, önemli ipuçları verdiğinden, tercüme edilmesinde fayda gördük.
Coğrafi bilgileri ihtiva eden bölüm ise askeri bakımdan çok yararlıdır. İdare ve siyasi bölümleri de idare ve dış işlerindeki memurlarımız için önemli birer belge durumundadır.
Kitabın en dikkat çekici bölümü ise, memleketimizin yıllardan beri uğradığı bunca siyasi felaketlerin nedenlerinin, resmi kaynaklara dayanılarak anlatıldığı bölümdür. Yabancıların çeşitli amaçlara yönelik olarak hakkımızda yazdıkları ciltlerce kitabın önemini, bu kitabı dikkatle okuyanlar anlayacak ve gerçeği göreceklerdir.
Genel Kurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı
Süvari Binbaşı Mehmet Sadık
Askeriye basımevi-Süleymaniye, İstanbul, 1911
Osmanlicadan Türkçeye Çevirenin ÖnsözüGerek kitabın yazarı ve gerekse mütercimi, iki düşman orduda özel olarak yetiştirilmiş iki askerdir. Kitabın, Osmanlı-Rus Savaşlarının başladığı bir dönemde basılmasının siyasi bir arkaplanının olduğunu, bu savaşlardan haberi olan herkes anlayacaktır. Çünkü Balkan Savaşlarının arefesinde ve siyasi çalkantıların en yoğun olduğu bir zamanda basılmasının tesadüfi olması kuşkuludur.
Her ne sebeple olursa olsun, kitabı, olduğu gibi Osrnanlıcadan, latin harflerine çevirmemdeki amaç; Ermenilerin dünya halklarını ayağa kaldıran haksız iddialarına ve çalışmalarına bir ders ve ibret belgesi olacağı kanaatimdir.
Bu benim ilk çevirim olduğundan birtakım eksikliklerim olabilir; bundan dolayı affınıza sığınırım.
15.8.1989.
Emekli İmam
Haydar Varlı
Yayına Hazırlayanın NotuAğabeyim Molla Haydar VARLI tarafından Osmanlıcadan latin harflerine çevrilmiş olan bu kitabı inceledikten sonra, yararlı ve zararlı bazı yönlerinin olduğunu gördüm. Fakat yararlı yönleri daha ağır bastığı kanaatına vardım. İşte bu nedenle, ağabeyimin emeğinin boşuna gitmemesi için, bu kitabın basılmasına karar verdim.
Yazar, her ne kadar asker bir diplomatsa da, bütün diplomatlar gibi bulundukları ülkede, kendi ülkelerine karşı bulunan olumsuz havayı, olumlu bir havaya çevirmek için faaliyet gösterirler. Bu zat, İstanbul'dan Trabzon'a gelişinde seyahat esnasında cereyan eden hadiseleri anlatırken, diplomatların sözkonusu vazifelerini de satır aralarında ifade ediyor.
Gerek Alman Dr. Belk, gerekse İngiliz askeri diplomat Elyont ile yaptığı geziler esnasında, yörede ezici çoğunluğu teşkil eden Kürtler hakkında verdikleri raporlarda, Kürtlerden ne kadar nefret ettiklerini açıkça ifade etmişlerdir.
Yazar, kendilerine papazlar tarafından aktarılan bilgilerle yetindiklerini ve bu bilgilerin daha sonra doğru çıktığını yazıyor. Diyelim ki böyle bir bilgi alma yöntemi, o zaman için geçerliydi — ki bu da bir-iki köy için olabilir— peki bütün bir bölge için bu yöntemle hareket etmek doğru mu? Hayır. Zaten daha sonra yapılan incelemeler de bunların yanlış olduğunu ortaya koymuştur.
Yazarın hatalarını saymakla bitecek gibi değil. Her eserin doğruluk derecesi, zıddıyla çatışmasından doğacak durumla anlaşılır.
Eskiden beri yöre halkı üzerine yazılan kitaplar, yöreden haberi olmayan —bu kitabın yazarı gibi— yabancı diplomatlar tarafından yazılmış ve yöre yazarları da farkında olmadan bunların etkisinde kalmışlardır. Oysa yörede yaşıyan halk veya halklar, öteden beri birarada yaşamışlardır. Bunları birbirinden ayırdedebilmek oldukça titiz ve dikkatli çalışmaları gerektirmektedir. Halbuki yazar dini farklılıklarla, ırki farklıkları gözetmemiştir. Bu durum mevcut gerçeklerle çelişmektedir.
Yukarıda söylediğimiz gibi, yöre yazarları da aynı hatayı işlemişlerdir. Şöyle ki: Yöredeki Hiristiyanlar arasındaki ırki farklılıkları pek dikkate almadan, hepsini bir tek ırktan gelmiş gibi göstermişlerdir. Muş yöresindeki Ermeni köyleri Kürt köyleri olarak ve Kürt köylerini de Ermeni köyleri olarak göstermek suretiyle, bir kargaşa yaratılmak istenmiştir. Halbuki ben 1710 yıllarına ait nüfus kütüklerini inceledim, yazarın kaydettiği hiçbir bilgiye rastlamadım. Bulanık köylerinde bulunan Nasturileri, sanki Ermeni imiş gibi göstermekle zaten yazım listelerinin tarafgirane bir şekilde hazırlandığını açığa çıkarıyor. Yörede yaşıyan Yezidileri de ayrı bir ırktanmış gibi gösteren yazar, eğer bugün sağ olsaydı kanımca bundan utanırdı.
Kent sakinlerine gelince... Yazarın, kent nüfuslarını ya sadece Ermeni, ya da Ermeni-Türk olarak göstermesi, onun ikiyüzlülüğünü gösterir. Çünkü benim araştırmalarıma göre, ne Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nün tapu defterlerinde, ne de yerel hükümetlerinin varidat defterlerinde, öyle geçmiyor. 1834 yılına kadar yöre hükümetleri serbestçe faaliyet gösterdikleri ve kentlerde Nasturi, Ermeni, Türk, Kürt, Yezidi ve Yakubilerin var olduğunu açık bir şekilde belirtmişlerdir.
Yukarıda geçen gerçekler gösteriyor ki yazar yörede Ermeni komitacıların faaliyet gösterdikleri dönemde Ermeni papazların sözlerine dayanarak kitabını yazmıştır. Zaten kitabın birkaç yerinde bunu açık bir şekilde itiraf etmektedir.
Bu hatalar, yöre yazarları tarafından da tekrarlanmıştır. Şöyle ki; eserlerde, Müslüman kitleyi her zaman haklı göstermek için yörede yapılan savaşların sebepleri ortaya konulmamıştır. Yöre tarihini inceleyen kitaplarda veya yörede yaşıyan ünlülerin tarih kitablarında, nümune olarak dahi yörede yaşıyan tek bir Hıristiyan kişiden bahsedilmemiştir, irken Kürt olan fakat Hıristiyan dinine mensup halkı sanki başka bir halk imiş gibi göstermişlerdir. Bu hatalar başta Kürt yazarlardan kaynaklanmış, daha sonra yöreye gelen gezginler ve yazarlar aynı hatayı sürdürmüşlerdir. Bundan sonra patlayan dünya savaşları Kürt yazarlarını parçalamış, eski dönemle bağları koparılan yazarlar, yöre ile ilgili malumatları ancak yöreye gelen diplomatların siyasi yazı ve kitablarından izleyebilmişlerdir. Bu nedenle dünya Hiristiyan devletlerin siyasi rapor ve eserlerinden hareketle yöre tarihini yazmaya başlamışlardır. Bunun neticesinde hem eski tarafgirliklerini kaybetmişler, hem de yeni yazılan sözüm ona, yöre tarihi olarak tanımlanan kitablara bakarak kendi tarihleri ile ilgili bir kaç eser vermişlerdir.
Yöre yazarları, Alevi ve Sünniler konusunda da aynı hataya düşmüşlerdir. Aleviler! ve Sünnileri ayrı iki ırk olarak algılamışlardır. Hep yabancı akımları kendilerine örnek kabul etmişlerdir. Bunca iyi örnekler varken hepsini yabancı fikirleri kendilerine kılavuz edinerek kendilerini unutmaya kalkışmışlar ve unutmuşlardır. Ortaya çıkan bu gülünç bir durumun benzerine dünyanın hiç bir ülkesinde rastlanamaz.
Dünya tarihinde; üç temel mezar taşına rastlanır. Yöre yazarları bu üç temel mezar taşlarını inkar etmişlerdir. Bu temel taşlar; a) Yönetici, b) Aydın, c) Mürşidlere aittir. Bunlardan teşekkül eden kuvvetle dünya ayakta durur. Yöre yazarları ya hep, ya hiç mantığıyla hareket ederek dünyadan nev-i şahsına münhasır bir tavır sergilemişlerdir. Tabiat kanunu o kadar acımasızdır ki kendisine muhalefet edeni yok eder. Konuştukları zaman Eflatun kesilirler, yazmaya gelince herşeyi unuturlar. Halbuki insanlar sonlu, ihtiyaçlar ise sonsuzdur. Peki bütün bu çelişkileri sen nü düzelteceksin, öyle bir gücün var mı? Doğaya karşı savaşabilir misin? Bu zıtları bir arada tutmak her babayiğitin kârı değildir. Dünya bir müze gibidir, bu müzede ihanetle suçlanan kişilerin heykeli olduğu gibi kahramanların ve meçhul kişilerin de heykelleri vardır. Kim neye layıksa, onu görür, kimi tükürük, kimi çiçek, kimine hiç iltifat edilmez. Tabiat kanunu o kadar acımasızdır ki, kahramanı zamanla hain ve haini kahraman gösterebiliyor. Böyle bir düzende yönetim hakemdir, yönetici karışmaz. Yönetici hissi hareket edebilir, amma yönetim kalıcıdır, bunun önünü keser ve düzeltir.
Evet, bu kitabın mezkür olumsuzluklarına rağmen, olumlu yönleri de vardır.
Ermenilerin yöredeki amaç ve hareketlerine % 5 oranında da olsa temas ederek ve yörenin asayişsizliği ile yörenin fakirliğini dile getirerek, zamanın yöneticilerinin bakışlarını yöreye çekmeye gayret göstermektedir. Ermenilerin dünya hiristiyanlığını, kendi milli çıkarları yolunda ayaklandırarak yandaş bulmaya çalıştıklarını ve bunun için bin bir türlü dolap hazırlandıklarını, gerek Osmanlıyı gerekse Kürtleri dünya kamuoyuna karşı mahkum etmek için çaba gösterdiklerini açık anlatmaktadır. Bu bakımdan kitap bir belge niteliğindedir adeta.
Yazar, gerek Ermeni milletinin gerekse Nasturilerin, dini hislerini yalnızca milli hislerine alet ettiklerini, bu iki milletin yanında Hıristiyanlığın sathi bir din olduğunu, bunların para için mezheb ve dinlerini değiştirdiklerini ifade etmektedir. Özellikle Ermenilerin Kürtlere karşı besledikleri kin ve nefretlerini, kendi milli davalarına da zararlı olduklarını ve bunun bedelini de çok ağır ödediklerini beyan etmektedir. Ayrıca Ermeni komitacıların hatalarını yüzlerine vurmuştur. Bunlar da kitabın olumlu yönleridir.
Yazar, isimlerini bilmediğinden, listeye almadığını ifade ettiği bazı köylerin ve birçok kaza ve nahiyenin isimlerini, kendim araştırarak, doğru olduğuna inandığım adlarını liste yaparak ekledim. V. Guine tam olan listelerini olduğu gibi aldım, tam olmayanları ise nüfus idaresince hane nüfuslarını tesbit ederek ekledim. Bunların sayısı aşağı yukarı 100-150 köy civarındadırlar.
Fakat 1710'dan sonra yörede bulunan köy ve kasabaların adları değiştirildiği de bir gerçektir. Bu nedenle sıhhatli bir isim listesini elde etmek çok zordur. Çünkü o zamanlar yörede faaliyet gösteren yerli hükümetlerin varidat ve köy tahrir defterlerini bulmak imkânsızdır, denilebilir. Ancak yörede faaliyet gösteren yabancı misyonerlerin verdikleri beyanatlarla olabilir. Bu da 1812'den sonra başlamıştır ki tam kargaşalar dönemine rastlar. Bu konuda savaşları anlatan tarih kitablarına bakabilirsiniz. Yezidilerin katliamından sonra yöreye gelen göçebe Kürtler, Ermeniler ile Nasturilerin yerleşmelerinden doğan köy adlarını kendilerine göre değiştirmişlerdir. Örneğin, Muradiye kazasının adı. Başta Kandehar idi. Bu kent bazı nedenlerle yıkıldıktan sonra, kentin kuzeyinde bulunan bir tümseğin yanındaki köye taşınırlar ki bu tümsek ve köye daha sonra Bergiri deniliyor ve 1600 yıllarının sonlarına kadar bu isimle anılıyor. 1863 yılında da Osmanlı meclisi tarafından Karkar, Karçıkan, Kavar, Reşadiye, Bafirîye ve en son Muradiye olarak adlarını değiştiriyorlar. Bunlara benzer çok örnekler vardır.
Benim kitaba geçen emeğim sadece bu önsöz ile köy adları üzerine yaptığım çalışmalardan ibarettir. Diğer bütün emek ağabeyim Molla Heyder beylere aittir. Ruhu şad olsun.
Abdullah Varlı
Bölüm
IVan-Bitlis Vilayetleri Askeri İstatistikleri
Coğrafya Kısmı
Bölgenin genel durumu
Süphan dağı tepesinden bölgenin görünüşü
Van gölünün kuzey sahilinin yaklaşık olarak ortasında, tek başına, yüksek ve hemen hemen daima karla örtülü bir tepe mevcuttur. İşte buna Süphan Dağı adı verilir. Bu dağ Anadolu'daki Alagöz, Ararat, Tendürek dağları gibi sönmüş eski bir volkandır. Bunun tepesine çıkmak güç değildir. [*] Tepeye çıkmak için en kolay yol, bu dağın güneybatı yönünde bulunan (Orungazi) Asetin köyünden çıkan yoldur.
Sonbaharın eylül ve ekim aylarında burada çoğunlukla havalar güzel geçer. Böyle günlerde bu tepeden gayet geniş ve zengin bir manzara seyredilir.
Bu tepenin etrafında görüntüye mani olacak hiçbir engel bulunmadığından ve dört bir tarafı gayet kesik ve dik olduğundan, seyreden biri için görüntü alanının genişliği hayret verici derecededir.
Bir yönden yaklaşık 190° güneydoğu tarafında büyük Van gölü, diğer yönden geniş Malazgirt ovası, hemen hemen göl seviyesindedir. Daha sonra 120-150 küsür kilometre çapında bir alanı dağ silsilesi kaplamıştır.
Bu büyük panorama Süphan dağının tepesinden seyredilince, bütün Van ve Bitlis vilayetleri görülmüş olur. Kuzeye bakınca Malazgirt'in kuzeyindeki Kutevin dağı görülür...
[*] 1893 senesi, eylülün 29'unda Alman profesörlerinden Belk ile birlikte bu dağın tepesine kadar çıkmak için dört saat yeterli olmuştur. Bu dağın zirvesine kadar hayvanla çıkılır. Dönüş için iki saat yeterlidir.