ÖNSÖZ
“İnsanların tek başlarına ya da toplu ve örgütlü olarak düşüncelerini, taleplerini, eleştirilerini, özlemlerini ifade edebilmeleri için demokratik ve barışçıl kanallar kapanırsa, bir toplumbilim yasası olarak, illegalite ve şiddet kaçınılmaz olur. Toplum olarak bugün barışın mı savaşın mı, militarizmin mi demokrasinin mi tercih edileceği konusunda yol ayrımındayız, ertelenemez bir stratejik karar eşiğindeyiz. İşte rejim de tam bu noktada tıkanmış durumdadır.
Bugün için yaşadığımız savaş, bir yandan, hergün Türk-Kürt onlarca insanımızın ölmesine, sakat kalmasına neden olurken, bir yandan da yoğunlaşan şiddet süreci, toplama kamplarının kurulmasına, kitlesel sürgünlere, tarla, köy, orman yakılmasına, “insansızlaştırma” denilen bir tür etnik temizlemeye kadar varmıştır. Vahşet artık o boyutlara ulaşmıştır ki, ekranlarda parçalanmış vücutlar zafer işareti olarak sergilenmektedir. Öldürülmüş kız ve erkek gerillaların çıplak vücutlarının ekranlardan teşhiri, nihayet, Kürt halkını rencide eder, onda derin bir acı ve öfke yaratır. Oysa bu, Türk halkında daha da büyük tahribatlara yol açmakta, onu aşağılamakta, onun içindeki insanı çürütmektedir. Bu korkunç gidişe karşı çıkanların ‘terörist’ olarak cezalandırılmaları ise, sorunları daha da ağırlaştırmaktan, içinden çıkılmaz hale getirmekten başka işe yaramaz.
Şoven ve militarist bir dalganın eşiğinde Türk halkı felakete sürüklenmektedir. Savaş cephesinde kurulan sağ’lı sol’lu ittifak tedhişçisi bir Türklülük ile militarist teksesliliğe, faşistlerle, düzen solcularının fikir ve eylem birliğine ulaşmıştır. Uç sağda Ecevit ve Türkeş’ten yola çıkan muhafazakarlar, liberal ve sosyal demokratları kapsayan milliyetçi, yani nasyonal sosyalizme uzanan egemen düşünce hayatı ve siyasal yelpaze de burada kendi sol ucunda kapanmakta, yani faşizm ile başlayıp faşizmle bitmektedir. Bu kısır döngü, Türk fikir ve siyaset yaşamını çoraklaştırıp zehirlemekte, halkın geleceğini karartmaktadır. Ne yazık ki, egemen düzlemde bu kısırdır ve devletin zor tehdidi altındadır. İşin vahim yanı, henüz sınıfsal karşılığını bulamamış, maddi temelden, medeni cesaretten ve yaratıcı düşünceden yoksun olsa da, sağ’da 2. Cumhuriyet fikri altında bu kısır döngüden bir çıkış arayışı vardır da, düzen içi sol’da demokratik bir açılım arayışı bir yana, tam aksine artan bir bağnazlık, Türkçülük ve saldırgan gericilik gelişmektedir. Bu cenahta kullanılan ilerici söylem ise, elbette, yaşamın inatçı gerçekleri karşısında maskenin ardındaki militarist-tedhişçi yüzü saklayamamaktadır. Oysa asıl şimdi aykırı seslere hümanist-liberal perspektiflere, sol düşünceye, demokrasiye, Komünistlere ve tabii en başta Kürt halkının özgür, korkusuz, örgütlü öz sesine ihtiyaç vardır. Bundan korkmak yerine, bu zenginliği aramak, yerleştirmek, yaşatmak zorundayız.
Önümüzde eski Yugoslavya'nın hazin örneği varken, Kürt sorununda siyasal çözüm talep etmenin, barış ve demokrasi istemenin gerçek yurtseverlik olduğunu, bağnaz milliyetçiliğin, tedhişçi Türkçülüğün ve militarizmin felaketten başka birşey getirmeyeceğini artık kavramak gerekmektedir." (Haluk Gerger. Haymana Cezaevi 3.9.1994)
Devlet Bakanı ve SHP Genel Sekreteri Fikri Sağlar ile birlikte, “düşüncenin önündeki engelleri kaldırmak" amacıyla işe koyulan SHP'nin, ilk toplantıyı Adalet Bakanı Mehmet Moğultay tarafından düzenlendiği gün biz de, Haymana Cezaevine gidip Sağlar’ın, Haluk Gerger ve Fikret Başkaya’yı ziyaretine katılmıştık.
İşte bu ziyaret sırasında Gerger’in, basına dağıtılmak üzere hazırladığı bir açıklamayı okuduğumuzda, kendi kendimize sorduğumuz soru; “Ülkesini bu kadar çok seven birisinin, ülke menfatlerini korumak adına, cezaevine kapatılması nasıl mümkün oluyor?” Ancak Türkiye'nin kuruluşundan bu yana geliştirilen resmi ideolojideki “vatanseverlik” tanımlaması hatırlandığında, elbette ki Gerger “vatansevmez" di.
Haluk Gerger’in de belirttiği gibi; sürekli olarak legal ve demokratik kanalları tıkamak, şiddet ve illegaliteyi meşru kılar ve çözümsüzlüğe doğru yönelimi zorunlu hale getirir. Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların taleplerinin ne olduğu ve bu insanlara dayatılan yaşam koşullarının ne ölçüde kabul edilebileceği konusunda, hiçbir şey belirtmeye gerek yok. Çünkü resmi rakamların verilerinden hareketle, net bir sonuca varmak mümkün:
Türkiye'nin mevcut yapısının değişmesi gerektiğini ve bu yapının ülke insanlarına yaşam şansı vermediği için seslerini yükseltenlerin kavgasında, resmi verilere göre, günde 17.4 kişi yaşamını yitiriyor, bir o kadarı yaralanıyor ve bu sayının birkaç katı insan ise, gözaltına alınarak tutuklanıyor. Sadece 1993 yılında, siyasi görüşlerinden dolayı Türkiye'de 50.000 kişi gözaltına alındı, bunlardan 25.000’i tutuklandı ve bu kişiler hakkında toplam 4.000 kamu davası açıldı.
Peki, Türkiye halkları için barış imkansız mı?
Hayır!
Türkiye’de bir yol dışında tüm yollar barışa çıkar. Türkiye’nin kuruluşunda yapılan hataların düzeltilmemesinde ısrar edenler ve hem de bunu “vatanseverlik, birlik-bütünlük” ve de barış adına yapanların savaşa hizmet ettikleri, çok açık olarak anlaşıldı, Bu anlaşılırlık hergün zihinlerde pekişmekte. Resmi ideologların, devleti yönetenlerin, mevcut düzenin devamından yana olanların, hakimlerin, savcıların, asker-polis ve sivil generallerin korkusu, bu gerçekliğin gün be gün ortaya çıkışından kaynaklanıyor.
Hergün yeni gizliliklerin ya da tarihsel bir ihanetin gün ışığına çıktığı Türkiye'de, kitap sahipleri; eski defterleri açmamak için biraz daha sertleşerek, şiddeti daha acımasız ve kuralsız olarak kullanıyor. Tıpkı, Kürt sorununun olduğunu kabul etmemek için direnenlerin; şiddeti meşrulaştırmaya ve tüm kuralsızlığıyla kullanmaya kalkışmaları sonucu akan insan kanına, “milli birlik ve beraberlik” aldatmacasında olduğu gibi... Bu aldatmaca karşısında toplum, giderek daha da tepkisiz kalmaya başladı. Türkiye’de kan akmasını toplum nazarında meşrulaştıranlar tarih bunu göstermiştir ki akıttıkları kanda boğulacaklardır. Ve ayrıca yine bunu bilim tesçil etmiştir ki; kan denizinde küçücük bir yelkenle de olsa mavi sulara açılmaya çalışanlar, akan kana karşı duranlardır.
Türkiyeli insanın, akan kanına çanak tutanlara ve bir de bunu “vatanseverlik” adına yapanlara, bir yanıt olması açısından Ahmet Altan’ın, şu yazdıkları ithaf olunur:
“Yalan
Vatanlarını ne kadar çok seviyorlar ve vatandaşlarından ne kadar çok nefret ediyorlar, vatanlarının 'birlik ve bütünlüğüne’ nasıl da düşkünler ama her birinin 'birlik ve bütünlüğü' kurşunlarla darmadağın edip, meçhul katillerce öldürülmüş vatandaşlarının kaderine ne kadar biganeler ve nasıl anlamsızca yalan söylüyorlar.
Toprağa tapıyorlar ve o toprağın üstünde yaşayan insanların kaderlerine, acılarına, ölümlerine aldırmıyorlar, bir toprak ancak o toprağın üstündeki insanlar özgürce yaşadığında kutsal olabilir, bunu bilmiyorlar, köy ağası gibi yanlızca topraklarını sevip, orada yaşayan insanların her birini önemsiz yanaşmalar gibi görüyorlar. Bir teki bile burada yaşayan insanlardan sözetmedi, 'insan' sözcüğü bile çıkmadığı ağızlarından, vıcık vıcık bir demagoji yarışmasında vatan sevgilerini yarıştırdılar geceyarılarına kadar, insanını sevmediğin bir vatanı nasıl seveceksin diye hiçbiri ötekine sormadı.
Sabaha karşı, çöp yığınlarıyla dolu bomboş sokaklardan inen beyaz gömlekli adamlar köşebaşlarından cesetler topluyordu bir zamanlar Brezilya'da, 'ölüm mangalarının’ öldürdüğü insanlardı onlar, bugün İnsan Hakları Bakanı 295 kimliği belirsiz, işkenceyle öldürülmüş insanın sokaklardan toplanıp, kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü açıkladı, hiçbiri o 295 kişiyi kim öldürdü diye sormadı, kanlı bir faşizmden geçmiş olan Brezilya’yla kendi ülkeleri arasındaki benzerliklerden hiç rahatsız olmadılar.
Hepsi vatanını çok seviyormuş, aralarında vatanlarını sevmeyen kimse yokmuş, öyle dediler, ama yazarlar, evet yazarlar vatanlarını sevmiyorlarmış, terörü yazarlar kışkırtıyormuş, bölücülüğü destekleyenler yazarlarmış, on-onbeş yıla kadar adını kimsenin hatırlamayacağını, isimlerini yazmak için bile onbeş dakika düşünen, Türkiye’deki her siyasi cinayetin altına sessiz suç ortakkklanyla imza atan o adamlar, kendi anadillerini yücelten, dünya kütüphanelerine Türkçe yazılmış kitapları armağan edenleri bir televizyon programında yargılayabiliyorlar.
Eğer düşünce özgürlüğünü engelleyen maddeler kalkarsa, bölücülüğü övenler artacakmış, onun için düşünceleri yaşamıyorlarmış, nasıl da yalan söylüyorlar düşünce özgürlüğü olursa bu terörü kim kışkırtıyor diye soracak insanlar, asıl ondan korkuyorlar. İnsanlara duydukları nefret ve iktidara.duyduk- ları kanlı ihtirasla, bu ülkeyi parçalıyorlar, kendi vatandaşlarını bizden ve onlar-dan diye ikiye ayırıyorlar ve bütün bunlar konuşulmasın diye düşünceleri yasaklıyorlar.
Vatanını seven biri, Batman'da bir yılda bin kişi nasıl oldu da kimliği belirle-nemeyen insanlarca öldürüldü diye hiç mi sormaz, cinayetlere karşı çıkmakla vatan sevgisi çatışıyor mu bu ülkede, ne menem bir memleket ki burası, burada vatan sevgisiyle cinayetler karşısında sessiz kalmak eşdeğer sayılabiliyor.
Gittikçe daha bayağılaşıp, vahşileşen bu insanlar gerçekten bu milleti mi temsil ediyor, bu ülkenin insanları ‘vatanlarını sevip, vatandaşlardan nefret eden' bu insanlar gibi mi düşünüyor, kendi kendinden nefret edip, gizli bir suçluluk duygusuyla kendini yoketmeye çalışan bir toplum olduğumuz için mi bu tuhaf insanları kendimize temsilci seçiyoruz, Türkiye'yi bu insanlar mı temsil ediyorlar ?
Bu adamlar sayesinde, sokaklardan ceset toplanan ikinci sınıf bir Brezilya olmak mı bizim amacımız?
Sabaha karşı sokaklarımızda ceset toplayan arabalar mı dolaşsın istiyorsu-nuz?
Vatanla vatandaşı birbirinden ayırıp, kendi vatandaşlarını öldüren bir vatan mı kurmaya çalışıyorsunuz, bunu biz mi istiyoruz, gizli katiller miyiz biz?
Televizyon ekranlarına çıkıp utanmazca yalanlar söyleyip, vatan sevgisini yarıştırıyorlar, bir kez bile insanlardan söz etmiyorlar, hepsinin iktidarında ci-nayetler işlendiğinde katillerin sessiz ortaklığında birleşiyorlar, işkence edip, kimsesizler mezarlığına gömülen 295 insandan sözetmiyorlar, gözaltına alındıktan sonra cesedi bulunan Haşan Ocak’tân konuşmuyorlar, vatanlarını se-viyorlar, vatandaşlarından nefret ediyorlar ve yalan söylüyorlar.
Özgürlüğe karşı ve cinayetlerden yanalar.
Siz hangisinden yanasınız?
Neden konuşmuyorsunuz?
Sabaha karşı dolaşacak arabaları mı bekliyorsunuz, eğer bekliyorsanız, uzun sürmeyecek bu bekleyişiniz, geliyorlar çünkü, gürültüleri televizyon ekranlarından duyuluyor artık.” (Ahmet Altan. Yeni Yüzyıl 24 Mayıs 1995)
Bu çalışmanın içerisinde, 2000 yılına 5 kala seslerini tüm dünyaya duyurmuş Kürtlerin, hak taleplerini dile getirme yöntemleri içerisinde legal mücadelelerini bulacaksınız. Resmi söylem yanlılarının iddiasının aksine; Kürt sorunu her ne şekilde ifade edilirse edilsin -silahlı, silahsız- karşı yaptırım hep aynı oluyor: Ölüm, ceza, işkence ve toplumdan tecrit.
PKK'nin, 1984 yılının Ağustos ayından itibaren başladığı Kürt sorununun çözümü için silahlı yöntemin, giderek taban bularak tırmanması ile birlikte, sorunun çözümü yolunda da görüşlerin sayısında artış oldu. Kimileri; “demokratik legal çözüm" derken, kimileri; Türkiye’de böyle bir sorunun olmadığını belirterek, sorunun “terör sorunu” olduğunu ve bunun da ancak silahla bastırılması gerektiğini belirtiyor. Bazıları, “PKK silahı bırakırsa ve halkın temsilcileri muhatap güç olursa; sorun, müzakere edilebilir” diyor. Hatta bu kişiler yine; Kürtler'in, dillerini özgürce kullanmaları, radyo TV, okul vs., gibi doğal haklarından yararlanmalarının ancak, PKK’nin "bitirilmesi” ile mümkün olacağını söylüyor. Bu görüş sahipleri kısaca, “önce terör bitecek sonra demokrasi gelecek" diyorlar.
Oysa PKK, 1984 yılına kadar bu denli etkin değildi. Hatta Türkiye Cumhu-riyeti Tarihi'nde Kürtler’in, silahı kullanmadıkları dönemlerin uzunluğu bir hayli fazla. Fakat, buna karşın devletin bir tek adım attığı görülmediği gibi, Kürt adını ananların her dönemde, aynı yaptırımla karşı karşıya kaldığı, tüm çalışma okunduğunda görülecektir.
Her kim, neyi savunursa savunsun; Kürt sorunu, artık ne bir devlet ne de bir bölgesel sorundur. Kürt sorunu hızlı bir teknolojik yarış ile 2000’li yıllara hazırlanan/hazırlanmış dünyada; evrensel bir sorun haline gelmiştir. Kürtler; sadace Türkiye, Iran, Irak, Suriye, Lübnan ve eski SSCB Cumhuriyetleri’nde yaşayan ve varlıkları bu ülkeleri rahatsız eden bir konumdan çıkıp, tüm Dünyada seslerini duyuran bir halk konumuna geldiler. Bu halkın sesi, artık Cizre’den, Mahabat’tan ve Halepçe’den değil; Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Parlamentosu’ndan ve AGlTten çıkıyor.
Peki bu sese kim kulak tıkıyor, bu gerçekliği kim görmüyor, bu halkın; konuşma, yazma ve iradesiyle yaşama hakkını kim ne pahasına teslim etmiyor? İşte bu üç soruya verilecek yanıtlar sorunun kaynağını da ortaya çıkarıyor:
Bu çalışma, soruların yanıtlarının bulunması amacıyla ele alınmadı. Bu çalışmada sadece; Türkiye'deki Kürtler'in, devlet ile ilişkilerinin bir bölümünü araştırmak ve tartışmaya sunmak istedik. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ku-ruluş Hamuru’nda, tüm Anadolu halkları kadar ve en az Türkler kadar söz sahibi olan Kürtlerin inkarı, bugün içsavaş çanlarını Anadolu insanı için çaldırıyor. Içsavaşın eşiğinde olan bir Anadolu ile karşı karşıya değiliz; içsavaşı gizli yaşayan Anadolu insanlarının boğazlaşması arefesindeyiz.
Binlerce Kürt, Türk, Arap, Boşnak, Ermeni, Süryani, Çerkeş, Pomak, Laz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in deyimi .ile 26 etnik kökenden gelen Türkiye insanının, bugün Kürt sorunu nedeniyle kanı akıyor ve savaşın soğuk nefesini ensesinde hissediyor. Bu akan kan kime hizmet ediyor? Barış ve birlikte eşit temellerde yaşamak varken, bu gerginlik ve kan dolu günler kimin yararına? Çok kesin ve açık ki Türkiyeli insanların yararına değil. Yarar sahiplerini ancak bu coğrafyanın dışında bulmak mümkün oluyor. Niye mi? Çünkü bu coğrafya da yaşamak, teknoloji geliştiğinden beri mümkün olmuyor da ondan. Washington, Londra, Paris, Bonn, Moskova ve Tokyo’da Ortadoğu denildiğinde; ilk akla gelen, ne Arap-lsrail anlaşmazlığı, ne Kürtler'in durumu ne de halklarının çektikleri ızdıraplar olmuyor. Tam tersine, halklarının bitirirleriyle çatışması sonucu oluşan karmaşadan yararlanarak, Ortadoğu kaynaklarını sömürme dürtüsü beyinlerde yer ediyor.
Osmanlı Imparatorluğu’nun dağıldığı dönemde, Ortadoğu'nun zenginlikleri-ne sulanan kapitalistlerin, her kalıba girdiklerini herkes çok iyi biliyor. Kürtler ve Ermenilerle Sevr’i imzalamaya çalışan ancak daha sonra Anadolu’da gelişen anti-emperyalist direnişe bir yerde yenilerek anlaşma masasına oturanlar; daha sonra, Türklerle masada imzalaştılar. Türkleri sevdikleri veya Kürt ve Ermenileri sevmedikleri için değil; çıkarlarına böyle denk düştüğü için bu yolu seçtiler.
Ama artık modern diye tanımlanan dünyada ve bilimin üstün gelmesi arzu edilen evrende, bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu karşı konulamaz değişimin rüzgarı, Kürtler’den yana esiyor. Türk insanı, buna karşı direnmemeli ve bu rüzgarı, Kürtler ile birlikte arkasına almaya çalışmalıdır. Yoksa bu rüzgardan arta kalanın, Kürtler ve Türkler’e ve de diğer Anadolu halklarına ne getireceği çok açık olarak görünmüyor.
Kısacası Anadolu’da; Türkiye Cumhuriyeti’ne sahiplik edenler/yönetenler, dillerini konuşmak istedikleri için, kendi toplumsal varlıklarını devam ettirmek istedikleri için ve gelişip dünya medeni toplumları içerisinde yerlerini almak istedikleri için Kürtler’i; yargılamamak, yok saymamalı, kurşunlanmalarına izin vermemeli, dağa çıkmasına neden olmamalı ve barışık bir Türkiye için yol açmalıdır.
Sayısı 2.000’i aşan “faali meçhul” cinayetler, yine sayısı 2.000’i aşan boşaltılmış Kürt köyleri, sayısı 2.000.000’u aşmış Kürt iç göçü, sayısı 10.000'i tamamlamış dış göçü (Kürt Federe Devleti’ne sığınan Kürtler) ve Avrupa'da mülteci olarak yaşamak zorunda kalan 1.000.000 Kürt'ün, Türkiye Cumhuriyeti’ne ne yarar getireceğini, olayın sorumlularının çıkıp, tüm Anadolu Halkları’na anlatması gerekir. Yoksa kimse bunun yararına inanmayacak!
Türkiye’nin “çıkarları için kolları sıvadıklarını" belirterek işe koyulanların, eskilere gitmesine gerek yok. 2 Mart 1994 günü DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Ardından, 16 Haziran 1994 günü DEP kapatıldı. Türkiye dışına çıkan DEP'liler, şu anda Avrupa ve Dünya da siyasi çalışmalarına devam etmek zorunda kalıyorlar. Artık bir de, kurum oluşturdular ve adına; Sürgünde Kürt Parlamentosu dediler. Şimdi şapkaları birkez daha öne koyup düşünme zamanı değil mi? Doğru ve yanlışların tasnifini yapma zamanı gelmedi mi?
Bazı zorunlu notlar:
Bu çalışmanın büyük bir çoğunluğu; Özgür Gündem ve Ulusal Basııi Ajansı'nda, muhabir olarak çalıştığım dönemde izlediğimiz haber olaylardan oluşmakta. Yaklaşık 3 yıllık bir arşiv birikimi ve 7 yıllık bir izlenim sonucu oluşan bu çalışmada, en önemli yol gösterici(ler) röportaj yaptığımız kişiler oldu. Hemen hemen tüm sorduğumuz soruları, açık yüreklilikle anlatan ve zihinlerdeki soru işaretlerine çözüm olan görüşlerini aktardıkları için bu kişilere, candan bir merhaba. Şimdi tüm çalışma boyunca, görüşlerini kullandığımız ancak, anlatılan süreç içinde değişik sıfatlarla faaliyette bulunan bu kişileri görevleri ile birlikte sizlere tanıtmak istiyoruz.
Osman Özçelik: SHP İstanbul İli Örgütü’nde yönetici, HEP İstanbul İl Başkanı, DEP ve HADEP Genel Başkan Yardımcısı.
Kemal Bilget: DEP Genel Başkan Yardımcısı ve HADEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Mahmut Kılınç: SHP, HEP ve DEP Adıyaman milletvekili, HEP Genel Başkan Yardımcısı ve Sürgündeki Kürt Parlamentosu mensubu.
İbrahim Aksoy: SHP, HEP Malatya milletvekili, HEP ve DEP Genel Sekre-teri ve DDP Genel Başkanı.
Murat Bozlak: HEP Genel Merkez Yöneticisi, DEP Genel Sekreteri, DEP Başkanvekili ve HADEP Genel Başkanı.
Kemal Okutan: HEP Adana İl Başkanı, HEP ve DEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Sedat Yurtdaş: HEP Diyarbakır İl Sekreteri, SHP, HEP ve DEP Diyarbakır milletvekili.
Orhan Doğan: SHP, HEP ve DEP Şırnak milletvekili.
Şehmus Çağro: DEP ve HADEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Şerafettin Elçi: CHP milletvekili ve Bayındırlık ve Iskan eski Bakanı.
İsmail Hakkı Önal: SHP ve HEP İstanbul milletvekili, HEP Genel Sekreteri, DİSK’e bağlı Genel-lş Sendikası Genel Başkanı.
Ayrıca kendisi ile röportaj yaptığımız, ancak daha sonra röportajını kendince nedenlerden dolayı yayınlanmasını istemeyen HEP Genel Sekreter Yardımcısı ve HEP Genel Başkanı Feridun Yazar’a da, anlattıkları için teşekkürler.
Binlerce Kürt, Türk, Arap, Boşnak, Ermeni, Süryani, Çerkeş, Pomak, Laz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyimi jle 26 etnik kökenden gelen Türkiye insanının, bugün Kürt sorunu nedeniyle kanı akıyor ve savaşın soğuk nefesini ensesinde hissediyor. Bu akan kan kime hizmet ediyor? Barış ve birlikte eşit temellerde yaşamak varken, bu gerginlik ve kan dolu günler kimin yararına? Çok kesin ve açık ki Türkiyeli insanların yararına değil. Yarar sahiplerini ancak bu coğrafyanın dışında bulmak mümkün oluyor. Niye mi? Çünkü bu coğrafya da yaşamak, teknoloji geliştiğinden beri mümkün olmuyor da ondan. VVashington, Londra, Paris, Bonn, Moskova ve Tokyo’da Ortadoğu denildiğinde; ilk akla gelen, ne Arap-lsrail anlaşmazlığı, ne Kürtler’in durumu ne de halklarının çektikleri ızdıraplar olmuyor. Tam tersine, halklarının birbirleriyle çatışması sonucu oluşan karmaşadan yararlanarak, Ortadoğu kaynaklarını sömürme dürtüsü beyinlerde yer ediyor.
Osmanlı Imparatorluğu’nun dağıldığı dönemde, Ortadoğu’nun zenginlikleri¬ne sulanan kapitalistlerin, her kalıba girdiklerini herkes çok iyi biliyor. Kürtler ve Ermenilerle Sevr’i imzalamaya çalışan ancak daha sonra Anadolu'da gelişen anti-emperyalist direnişe bir yerde yenilerek anlaşma masasına oturanlar; daha sonra, Türklerle masada imzalaştılar. Türkleri sevdikleri veya Kürt ve Ermenileri sevmedikleri için değil; çıkarlarına böyle denk düştüğü için bu yolu seçtiler.
Ama artık modern diye tanımlanan dünyada ve bilimin üstün gelmesi arzu edilen evrende, bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu karşı konulamaz değişimin rüzgarı, Kürtler’den yana esiyor. Türk insanı, buna karşı direnmemeli ve bu rüzgarı, Kürtler ile birlikte arkasına almaya çalışmalıdır. Yoksa bu rüzgardan arta kalanın, Kürtler ve Türkler’e ve de diğer Anadolu halklarına ne getireceği çok açık olarak görünmüyor.
Kısacası Anadolu’da; Türkiye Cumhuriyetime sahiplik edenler-yönetenler, dillerini konuşmak istedikleri için, kendi toplumsal varlıklarını devam ettirmek istedikleri için ve gelişip dünya medeni toplumları içerisinde yerlerini almak istedikleri için Kürtler'i; yargılamamak, yok saymamalı, kurşunlanmalarına izin vermemeli, dağa çıkmasına neden olmamalı ve barışık bir Türkiye için yol açmalıdır.
Sayısı 2.000'i aşan “faali meçhul” cinayetler, yine sayısı 2.000'i aşan boşaltılmış Kürt köyleri, sayısı 2.000.000’u aşmış Kürt iç göçü, sayısı 10.000'i tamamlamış dış göçü. (Kürt Federe Devleti'ne sığınan Kürtler) ve Avrupa'da mülteci olarak yaşamak zorunda kalan 1.000.000 Kürt’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ne ne yarar getireceğini, olayın sorumlulannın çıkıp, tüm Anadolu Halklarıma anlatması gerekir. Yoksa kimse bunun yararına inanmayacak!
Türkiye'nin “çıkarları için kolları sıvadıklarını” belirterek işe koyulanların, eskilere gitmesine gerek yok. 2 Mart 1994 günü DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı. Ardından, 16 Haziran 1994 günü DEP kapatıldı. Türkiye dışına çıkan DEP'liler, şu anda Avrupa ve Dünya da siyasi çalışmalarına devam etmek zorunda kalıyorlar. Artık bir de, kurum oluşturdular ve adına; Sürgünde Kürt Parlamentosu dediler. Şimdi şapkaları birkez daha öne koyup düşünme zamanı değil mi? Doğru ve yanlışların tasnifini yapma zamanı gelmedi mi?
Bazı zorunlu notlar:
Bu çalışmanın büyük bir çoğunluğu; Özgür Gündem ve Ulusal Basın Ajansı'nda, muhabir olarak çalıştığım-dönemde izlediğimiz haber-olaylardan oluşmakta. Yaklaşık 3 yıllık bir arşiv birikimi ve 7 yıllık bir izlenim sonucu oluşan bu çalışmada, en önemli yol gösterici(ler) röportaj yaptığımız kişiler oldu. Hemen hemen tüm sorduğumuz soruları, açık yüreklilikle anlatan ve zihinlerdeki soru işaretlerine çözüm olan görüşlerini aktardıkları için bu kişilere, candan bir merhaba. Şimdi tüm çalışma boyunca, görüşlerini kullandığımız ancak, anlatılan süreç içinde değişik sıfatlarla faaliyette bulunan bu kişileri görevleri ile birlikte sizlere tanıtmak istiyoruz.
Osman Özçelik: SHP İstanbul İli Örgütü’nde yönetici, HEP İstanbul İl Başkanı, DEP ve HADEP Genel Başkan Yardımcısı.
Kemal Bilget: DEP Genel Başkan Yardımcısı ve HADEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Mahmut Kılınç: SHP, HEP ve DEP Adıyaman milletvekili, HEP Genel Başkan Yardımcısı ve Sürgündeki Kürt Parlamentosu mensubu.
İbrahim Aksoy: SHP, HEP Malatya milletvekili, HEP ve DEP Genel Sekre-teri ve DDP Genel Başkanı.
Murat Bozlak: HEP Genel Merkez Yöneticisi, DEP Genel Sekreteri, DEP Başkanvekili ve HADEP Genel Başkanı.
Kemal Okutan: HEP Adana İl Başkanı, HEP ve DEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Sedat Yurtdaş: HEP Diyarbakır İl Sekreteri, SHP, HEP ve DEP Diyarbakır milletvekili.
Orhan Doğan: SHP, HEP ve DEP Şırnak milletvekili.
Şehmus Çağro: DEP ve HADEP Genel Sekreter Yardımcısı.
Şerafettin Elçi: CHP milletvekili ve Bayındırlık ve Iskan eski Bakanı.
İsmail Hakkı Önal: SHP ve HEP İstanbul milletvekili, HEP Genel Sekreteri, DİSK'e bağlı Genel-lş Sendikası Genel Başkanı.
Ayrıca kendisi ile röportaj yaptığımız, ancak daha sonra röportajını kendince nedenlerden dolayı yayınlanmasını istemeyen HEP Genel Sekreter Yardımcısı ve HEP Genel Başkanı Feridun Yazar’a da, anlattıkları için teşekkürler.
HEP sürecinin bir yerde yaratıcılarından olan ve partinin bir dönemine damgasını vuran HEP’in ilk genel Başkanı.Fehmi Işıklar, röportaj yapma isteğimizi “bazı kişilerle adımın aynı kitapta yer almasını istemiyorum” gerekçesi ile kabul etmedi. Işıklar, eğer bizimle konuşsaydı, bazı konuların daha da aydınlığa kavuşmasını sağlayacaktı.
Belki bir tesadüf; HEP’te ardarda Genel Başkanlık yapmış isimlerin sonuncusu Ahmet Türk de, röportaj isteğimizi geri “çevirdi". Aslında bu konu biraz belirsiz. Türk'e, dokunulmazlığı kaldırılarak ve cezaevine konduktan sonra, röportaj yapma isteğimizi bildirdik. Türk, “Sorularınızı yazılı olarak gönderin, ben size cevaplarını yazayım” dedi. Ancak daha sonra kendisine, yazdığımız halde yanıt alamadık. Sanıyoruz ki Türk, yazmak istediyse de, bize ulaştıramadı. Bu açıdan Türk'ün bazı olaylar hakkındaki görüşlerini de, ancak Ankara DGM’de yaptığı savunmasından alabildik.
Bu çalışma hakkındaki belgelerin temin edilmesinde, DEP Merkez Basın Bürosu Arşivi’ni ve görüşlerini esirgemeyen DEP Basın müşavirliğine bazı röportaj kasetlerinin çözümlenmesinde yardımcı olan tüm arkadaşlara, en içten teşekkürlerimizi sunmak istiyoruz.
Ve bu çalışmanın başından sonuna kadar, benimle “örtük” bir ortaklık yürüten; pek çok röportajı yapan-çözen, çoğu bölümün yazılmasına büyük katkıları olan; eleştiren-uyaran; defalarca konu hakkında tartıştığım; kitaba isim veren; kapak fotoğrafını seçen; Önsöz’de ki Ahmet Altan yazısını öneren; kısacası adı kapakta yer alması gereken; bu nedenle çalışmanın çoğu bölümünde “ben ve bana" yerine “bize" şeklinde, birlikteliği ifade eden kelimenin yer almasını sağlayan şahsın adını, burada da belirtmediğim için beni anlayacağına inanıyorum ve de eklemek zorundayım; çok yakın bir gelecekte; her şeyi, birlikte yazma umudunu içimde taşıyorum.
A.Osman Ölmez
27 Mayıs 1995
Bölüm I
Giriş
“Tarih tekerrürden ibarettir”
Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra (1919) ABD Başkanı Wilson'un, “Wilson Prensipleri” adı altında yayınladığı 14 maddelik ilkeler, bütün dünyayı olduğu gibi Osmanlı Imparatorluğu’nu da derinden etkiledi. Amavutlar, Suplar, Rumlar ve Ermeniler gibi Osmanlı tebaası olan diğer uluslarla birlikte Kürtler de, legal zeminde uzlaşma mücadelesine girdiler. Tarihe göz gezdirdiğimizde Cumhuriyet döneminde toplam 29 ayaklanma gerçekleştiren Kürtlerin, taleplerini demokratik yollardan ifade etme süreçlerinde çıkışları, çelişkileri ve siyaset sahnesinden silinme yöntemlerinin hep aynı olduğunu görüyoruz.
Kürt Halkının taleplerini partileşme ile birlikte ifade edebilmesi sürecinden (HEP, ÖZEP, ÖZDEP, DEP ve HADEP) önce de dernek bazında ortaya çıkan oluşumlarının, günümüzdekine benzer yöntemlerle kurulma, halk içinde taban bulma ve kısa sürede kapatılma tekrarını yaşadığı ortaya çıkıyor. Bu nedenle 1. Dünya Savaşı’nın devam ettiği süreç içinde kurulan, asıl ismi “Kürdistan Teali Cemiyeti” olan, fakat resmi tarihe “Zararlı Cemiyetler” başlığı altında, “Kürt Teali Cemiyeti” olarak geçen, oluşumu inceledik. Kürdistan Teali Cemiyeti’nden, HEP ve HADEP’e uzanan EP’ler sürecini kavramak açısından, bu incelemeyi gözler önüne sermeyi gerekli gördük. Kürdistan Teali Cemiyeti, dikkatlice okunduğunda, Kürtlerin kendilerini legal zeminde ve siyasi kanallar vasıtasıyla ifade etmesinin zorlukları sanırız ki iyi anlaşılacak.
Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kuruluşu, izlediği politika ve devletin cemiyete yaklaşımları okunduğunda, Kürtler için çoğu olayın tekerrür ettiği maalesef görülecektir.
Çok zorlu ve kanlı, inişli-çıkışlı ve acı olaylarla dolu olan Kürtlerin haklarını elde etmesi kavgasını anlamak için, Kürdistan Teali Cemiyeti Reisi Seyyit Abdulkadir’in, yargılandığı Şark İstiklal Mahkemesi’nde idama mahkum edilmesinin ardından (27 Mayıs 1925) darağacında söylediği şu sözler, iyi bir örnek olacaktın “Zaten sîzler, yakma ve harp etme konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burasını da Kerbela’ya ...