“Kız kardeşim 2-3 yaşlarındaydı. Adı Xece (Haoer). Bizi Ovacık’ta toplamış kafileler halinde Hozat üzerinden Elazığ’a götürüyorlardı. Yüzlerce belki binlerce insan. Yara bere içinde, aç susuz, perişan. Ben 13 yaşlarındaydım. Her şeyi bugün gibi hatırlıyorum. Subaylar güzel kız çocukları almak istiyorlardı. Kız kardeşim çok güzeldi. Bir subay kız kardeşimi annemden zorla almak istedi. Annem vermedi. Pertek köprüsüne geldiğimizde orada mola verildi. Aynı subay tekrar geldi ve annemden zorla aldı. Ağladı. Ne yaptıysa aldı. ‘Evlatlık alacağım. Ona bakacağım,’ dedi subay. Sadece kız kardeşim alınmadı tabii. Çok kız çocuğu alındı. Aynı zamanda amcamın kızı da alınıp götürülüyor. Amcamın kızının adı Tege idi.” Xece nin, Tege nin başına gelenler ‘münferit olay’ değil. 1957/1958 “Tunceli Harekâtı”ndan sonra çok sayıda kız çocuk ailelerinden alındı -kimisi zaten anne babasız kalmıştı. Yatılı okullara verildiler, bazıları da subaylara veya bürokratlara evlatlık olarak teslim edildi. Aslında 1926’dan 1950’ye kadar değişen yoğunluklarla süren bu uygulama, Dersim kırımının vahim cephelerinden biridir. Nezahat ve Kazım Gündoğan, yıllarca uğraşarak, sebatla, Dersim’in bu kayıp kızlarının izini sürdüler. Kendileriyle, yakınlarıyla konuştular. Bu kitapta, yüzü aşkın ‘vaka’ yer alıyor: Ailesinden, kökünden koparılmış insanların çile dolu hikâyelerinden parçalar... Annelerin çocuklarından, hatta bazen kendilerinden sakladıkları sırların hikâyeleri...
İçindekiler
Teşekkür / 11 Önsöz / 13
Dersim’in Kayıp Kızları: Tedîb ve Tenkil Harekâtı Ve “Medenileştirme” Söylemi / 23
"Tertele Çeneku” Kızların Kıyımı
1 “Ben sanki denizin içindeydim, her şeyimi unuttum...” / 47 2 Topraktım dayandım, taş olsaydım çatlardım / 54 3 “Bu bir imha hareketiydi, katliamdı... ” / 93 4 İki tutam saç / 127 5 “Hangi subay götürmüş?” / 144 6 “Benim anam biraz karaydı, bu değildir” / 159 7 “Uyandım üstümde cesetler...” / 204 8 O yaradan tanırız / 208 9 Analar çocuklarını taşımaktan yorgun / 214 10 Kayboldu gitti / 223
11 Bir araya gelemeyen dört kardeş / 227 12 “Beni aldıklarında, belki de 10-11 yaşlarında vardım” / 237 13 “Artık subay mı almış, memur mu, bilemiyorum.” / 251 14 Kapatılmış defter / 256 15 Yıllarca aradık / 259 16 “Kız yok!...” / 263 17 Bir gün bulunur mu acaba? / 267 18 “Sim Yüzbaşı tarafından götürüldüğünü öğrendik” / 272 19 “Soramadık... arayamadık... ” / 275 20 O günden buyana hiçbir haber alınamıyor / 277
21 “Bu kaybolan, babamın teyzesinin kızı...” / 279 22 Kumru / 282 23 “Görüşmek istemiyor” / 285 24 “Sen gavursun, kılıç zoruyla yapıyorsun" / 287 25 “Beni ona vermeyin” / 292 26 “Ver kızı... kurtulsun” / 299 27 Dersim evlatlığı / 312 28 “Yaşadıklarıyla ilgili bize herhangi bir şey anlatmıyor...” / 320 29 “Annem diyor "ben öksüzüm’...” / 324 30 “Bir kardaşımı eskerler götürdü, biri de bilmem onu öldürdüler mi ne yaptılar” / 333
31 “Yine iyi dayandım bugüne geldim” / 347 32 Kürt kızı / 360 33 Onu sağ bırakmışlar / 369 34 Bir gün köye bir mektup geldi / 372 35 Kocası, ailesini yakan adam / 375 36 “Sonra bir daha haber alamıyor” / 377 37 “Belki biri de bizim ablamızdır” / 382 38 Akrabalarım aramamış / 386 39 Köklerinin peşinde / 387 40 “Bir de kız kardeş vardı, onu asker götürdü...” / 391
41 Gule’nin kızlan / 397 42 “Sadece adı değişse iyi...” / 404 43 “Serçe” / 407 44 “Onun bunun yanında büyüdük” / 422 45 Birisi bulunan, iki kayıp abla / 432 46 “Benim annem babam yok, başından biliyordum” / 436 47 Ölene kadar köyünü sayıkladı / 449 48 “38’de kaybolmuş, adı Türkan’mış” / 456 49 “Ben neyim, nerden geldim?” / 458 50 Ne güldü, ne konuştu / 474
51 “içinizde Ermeni varsa onlar gelsinler” / 479 52 “Teslim edeceğim, o zaman öldürmezler” / 483 53 “Yüzbaşı insanlan öldürdü, o kızı da aldı götürdü...” / 489 54 Akraba olma ihtimalinin sevinci / 493 55 Kökleriyle buluşmanın iç huzuru / 499 56 Kayıp Ermeniler / 519 57 “Çok aradım kimseyi bulamadım” / 545 58 Celal Bayar’ın evinde / 554 59 “Nerde arayam, nerde bularn, mümkün değildir...” / 557
Kısa Anlatılar / 563
Erkek Çocuklar / 593
Belgeler ve Fotoğraflar / 599
TEŞEKKÜR...
Sessiz çığlığına son vererek konuşmaya başlayan ve Dersim davasının dünyaya anlatılmasının önünü açan Dersim’in kayıp kızlarına...
Araştırma sürecinde aradığımız kişileri bulmamızda, ulaşmamızda katkısı olan, görüş ve olanaklarıyla çalışmalarımızı kolaylaştıran; Ferhunde Özbay, Ali Rıza Aslan, Şükrü Aslan, Ali Haydar Tava, Muzaffer Yallı, Ruhi Çelik,, Murat Kaya, Şahin Çiçek, Burhan Gündogan, Fethi Kıyançiçek, İffet Diler, Fidan Şahin,' İsmail Yüceer, Haşan Aslan, Ahmet Kamberoğlu, Yüksel Kaya, Figen Şakacı, Ali Kınkkaya, Halil Zengin, Haydar Koç, Ayşe Gül Altınay, Leyla Bayır, İhsan Bayır, Zuhal Konuklu Erdoğan, Meneş Kavrulmuş, Mehmet Ali Kankotan, Bektaş Sanateş, İbrahim Aktaş, Mustafa Yıldız, Hülya Uçar Güner, Yaşar Kaya, Elif Ergezen, Kahraman Yılmaz, Hüseyin Aygün, Halil Karaçalı, Pervin Yılmaz, Zeynel Esen, Şükran Yılmaz, Feryal Cengiz, Leyla Ayyıldız, Zeynep Ünlü, Ali Naki Aydın, Çayan Demirel, Metin Kahraman, Yakup Sayın, Fatma Yıldız, Mahir Turan, Badegül Göç, Kenan Göç, Ali Gündoğan, Hüseyin Irmak, Halil Öz, Ayfer Güneşer, Namık Yüksel, Cemal Taş’a...
Ayrıca; aynı evi paylaştığımız, fedakârlığıyla çalışmalarımızı kolaylaştıran ablamız Nezaket Turan, yaşamımıza yeni bir anlam ve güzellik katarak bizi güçlendiren oğlumuz Arat Güneş’e... Yürekten teşekkürler...
Önsöz
“Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.” Seneca
Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin, çıkaracakları gazetenin yazı kurulu toplantısında, yoldaşlarının “Ne yazacağız?” sorusunu şöyle yanıtlar: “Sadece gerçekleri yazacağız, çünkü gerçekler devrimcidir.” Evet, biz de gerçeklerin devrimci dönüştürücülüğüne inanan insanlar olarak yola çıktık ve onların peşine düştük... Tarihsel ve toplumsal gerçeklerin üzerini örtmeye, onları inkar edip yasaklamaya çalışanların bazı koşullarda başarılı olduklan söylenebilir. Ancak sonsuza dek bunu başarmaları olanaklı değildir.
Zira gerçekler, bir gün bir biçimde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar ve tarihi kendi çıkarları için çarpıtarak yalan üzerine tezler inşa edenlerin saltanatını yıkar. İşte tarih, bu noktadan sonra yeniden yazılmaya başlar...
Cumhuriyet Devleti’nin resmî tarih tezi de gerçeklerin çarpıtılması üzerine inşa edilmiştir. Ne yazık ki, yalan ve çarpıtma üzerine kurulu tarih yazımı toplum için sorgulanamaz resmi ideoloji olarak benimsenmiştir. Genel olarak tarih, özel olarak Cumhuriyet dönemi ve Dersim tarihi, gerçeklerin çarpıtılması üzerinden inşa edilmiştir. Tüm bu yalanlar saltanatını görüp anladıkça, tarih yazımının resmî tarihçilere bırakılmayacak kadar yaşamsal bir öneme sahip olduğunu bir kez daha gördük. Bizlerin, Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş ideolojisi ve Dersim 1937-38 Katliamı’nda uygulanan politikalar üzerine yaptığımız araştırma, resmî tarih tezinin mantığını daha da iyi görmemizi sağladı. Bir kez daha öğrendik ki, bilinmeyeni bilinir, anlaşılmayanı anlaşılır; yanlışın karşısında doğruyu, yalana rağmen gerçeği hâkim kılmanın en etkili ve doğru yolu araştırmaktır. Bunun için yollara düşerek kapsamlı bir alan çalışması yaptık...
Bu kitapta, Dersim halkına yönelik planlı bir katliamı, sürgünleri, sürgün sonrası suskunluğu ve tarihin karanlığında kanamakta olan toplumsal bir yarayı anlatmaya çalıştık; açıldıkça kanayan ve altından travma dolu yaşamların, kimsesizliğin, köksüzlüğün sessiz çığlığının duyulduğu bir yara... Yaşayanlar anlattı biz yazdık...
2005 yılından itibaren, Dersim Katliamı üzerine görüntülü “sözlü tarih” çalışması yapmaya başladığımızda, bu konu henüz dar bir çevrede biliniyor ve konuşuluyordu. Bizim de “isyan” olarak bildiğimiz tarihin bir parçasında yaşananlar bugünkü kadar net değildi. Resmî ideoloji, gerçekleri kara bir çarşaf gibi örtmüştü. Dolayısıyla 70 yıllık baskı ve yasaklar nedeniyle derin bir korku ve suskunluk egemendi. Tanıkların ve mağdurların çoğu konuşmak istemiyor ya da rahat konuşamıyorlardı. Onlara, “İsyan nasıl oldu, neler yaşadınız?” ya da “Neden isyan ettiniz?” yönlü sorular sorduğumuzda hemen herkesin sorumuza tepki göstermesi ve bazılarının, “Biz isyan etmedik, devlet geldi bizi kırdı,” söylemini dikkate değer görerek yeni sorular sormaya yöneldik.
Dersim Katliamı’m yaşamış onlarca kişiyle yapılan görüşmelerimizin bir aşamasında, o süreçte Dersim’de yaşananların bir “isyan” olmadığı sonucuna vararak sarsıldık. Açık yüreklilikle söylemek gerekirse önce bocaladık. Yalnız, toplumsal tarihimiz değil, aynı zamanda kişisel geçmişimiz ve tarihimiz olan ve henüz tanıklarının yaşadığı bu süreci neden ve nasıl yıllarca “isyan” olarak tanımlamıştık? Bu ülkenin aydınları, sanatçıları, solcuları ve sosyalistlerinin önemli bir kısmını resmî ideoloji ve resmî tarih tezinin etkisinde bırakan neydi? Böylece, bu araştırma sürecinde, düşünüş tarzımız ve bilgi referanslanmızla yeniden yüzleşmeye, resmî tarih yazımıyla yeniden hesaplaşmaya yöneldik.
Alan çalışmasına paralel olarak Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş ideolojisini ve politikalarını yeniden inceledik. 1923 Lozan Anlaşması’yla sınırlarını (Misak-ı Milli) güvenceye alan burjuva devleti, iktidarının hangi ideolojik temeller üzerinde inşa edileceği ve kurtarılan vatan toprağı üzerinde hangi etnik unsurun egemen olacağı sorularına yanıt aranıyordu. Yanıt bulunmuştu... Bu yanıt, 1924 Anayasası’yla yasal çerçevesi, 1925 Şark Islahat Planı’yla siyasal ve toplumsal hedefleri belirlenererek bizzat Başbakan İnönü’nün ağzından şöyle formüle edilmişti; “Vatan toprağı üzerinde yaşayan herkesi Türk ve Türkçü yapacağız. Türk ve Türkçülüğü kabul etmeyenleri sistemli biçimde kesip atacağız.” (İsmet İnönü, Vakit gazetesi, 27 Nisan 1925) Dili Türkçe, ırkı Türk ve dini İslam olarak belirlenen buıjuva kapitalist devlet inşasının önündeki tüm engeller temizlenmeliydi. Tek dil, tek din ve tek millete dayalı bir ulus devlet inşasına karşı çıkanlar “sistemli biçimde kesilip atılmalıydı.
Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Kürtlere ve diğer etnik kimliklere, “Türk olacaksınız ya da kesip atacağız,” diyen bir devlet anlayışının egemen olduğu bir yerde katliam yapmak için kimsenin isyan etmesine gerek yoktu. Aynı şekilde devletin dinini Sünni-lslam olarak belirlemiş bir zihniyetin, Sünni-lslam olmayanların akıbetini kestirmek zor olmasa gerek...
Gerek 1924 Anayasası ve Şark Islahat Planı, gerekse de Dersim üzerine 1926 yılından itibaren düzenli olarak hazırlanan onlarca rapor aslında çok önemli veriler sunmaktadır. 1937-38 Katliam belgeleri, o vahşeti yaşamış tanıkların anlatımları akıl ve vicdan gözüyle incelendiğinde, Dersim Katliamı’nın neden yapıldığı çok açık bir biçimde görülebilir, anlaşılabilir.
Dersim, Cumhuriyet Devleti’nin kara kutusudur. Zira devletin tüm halkları Türkleştirme ve Sünni-lslamlaştırma politikasının, yaklaşık 20 yıl (1926-1947) boyunca Dersim’de son derece planlı biçimde uygulandığını araştırma sürecinde çok net olarak gördük. 1926 yılından itibaren uygulanmaya başlanan Şark Islahat Planı, 1947, hatta yer yer 1950 yılına kadar merkezî olarak uygulanmaktadır. Bu kara kutu açılıp incelenirse, Cumhuriyet kadrolannın İttihat ve Terakki’den taşıdığı zihniyetin rafine edilmiş hali açığa çıkacak; Kürt, Kırmanç-Zaza, Ermeni, Kızılbaş-Alevi katliamlarının siyasal, ideolojik nedenleri açık ve net biçimde görülecektir. 74 yıl sonra, sınırlı da olsa açılan Dersim arşivleri bile bu kara kutuda neler gizlendiği hakkında yeterince fikir vermektedir.
Bir noktanın altın çizmekte yarar görüyoruz. Dersim sorunu, dolayısıyla Alevi sorunu salt Cumhuriyet dönemi sorunu değildir. Osmanlı’dan beri var olan ancak ulus devlet politikalarıyla etnik boyut da (Kürt, Kırmanç-Zaza, Ermeni) kazanan bir Alevi-Kızılbaş sorunudur.
İncelediğimizde gördük ki, tek tipleştirme (siyasal, ideolojik, etnik, inanç) politikası farklı ülkelerde farklı yöntemlerle aynı mantıkla uygulanmıştır. Rum kızı Tamama, Ermeni kızı Heranuş (Anneannem), Nazi Almanyası’nda Yahudi Emanet Çocuklar (kitap), Avustralya’da Aborjin kızları (Çit), Arjantin’de işkenceciler tarafından pay edilen solcuların çocukları (Ben Kimim) hangi mantıkla alındıysa ve neler yaşadıysa Dersim’in kayıp kızları ve çocukları da köklerinden koparıldı ve benzer acılar yaşadılar... Dünyanın değişik coğrafyalarında olduğu gibi Dersim’de de insanlığa karşı büyük bir suç işlenmiştir. Birleşmiş Milletler (BM) soykırım kriterleri ile Dersim Katliamı’nı karşılaştırdığımızda çarpıcı benzerlikler olduğu görülmektedir. Bu benzerliğin bütünlüklü yorumunu okura ve yapılması gereken kapsamlı araştırmaya bırakarak bir kaç not düşmek anlamlı olacaktır.
BM sözleşmesi bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden biri soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; Dersim’de, açıklanan resmî belgede 13.860 kişinin öldürüldüğü kabul edilmektedir. Gerçek rakamın bunun iki üç katı olabileceği tanık anlatımlarına dayanarak söylenebilir... b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; Dersim’de, tanıklar ve mağdurların anlatımlarıyla binlerce bedensel ve ruhsal yaralının öyküsü kayıt altına alınmıştır...
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek; Dersim’de, evlerin yıkılıp yakılmasıyla yaşam alanlarının yok edilmesi, ekinlerin yakılarak üretim alanlarının tahrip edilmesi, hayvanlara “ganimet” olarak el konulması ve 14.610 kişinin “zorunlu iskan” adı altında Türk ve Sünni köylere serpiştirilerek sürgüne gönderilmesi politikası devletin belgeleri ve tanıkların anlatımıyla açığa çıkmıştır.
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; Dersim’de, aileleri parçalamak amacıyla eşleri ayırarak farklı bölgelere sürgüne gönderilmesi, hem yeni açığa çıkan belgeler hem de pek çok tanığın anlatımlarıyla orta yerdedir... e) Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek; Dersim’de, özellikle kız çocuklarının bir politika dâhilinde ailelerinden alınarak bir kısmının yatılı okullara götürülmesi ve diğer bir kısmının da rütbeli askerlere ve bürokratlara verilmesi, İki Tutam Saç - Dersim’in Kayıp Kızlan belgesel filmi ve elinizdeki bu kitapta okuyacağınız onlarca öyküyle açığa çıkmış ve belgelenmiştir...
Dersim Katliamı’yla BM’nin insanlığa karşı işlenmiş suçlar kriterlerinin örtüşmesi ve somut karşılığının belgelerle, tanıklarla ispatlanabilir bir gerçeklik olması yeni bir tartışma süç recinin önünü açacaktır. Çeşitli disiplinlerde bilim insanlarının ve uzmanların yapacağı yeni araştırmalar bu gerçeğin daha kapsamlı biçimde açığa çıkması ve anlaşılmasını sağlayacaktır. Dersim’de kız çocukların devlet tarafından alınması sadece 1937-38 Katliam süreciyle sınırlı bir politika değildir.
1926’dan 1950 yılına kadar sistemli olarak, ama biçim değiştirerek uygulanmaktadır. 1926 yılında, Qocan (Koç Uşağı) aşiretine yönelik askerî harekâtta, 83 kadın ve kızın alınarak Kayseri’ye götürüldüğü ve orada dağıtıldığı haberi bir Amerikan gazetesinde yer almaktadır. (Ekler gazete) Bu bilgiyi doğrulayan araştırma son dönemde açılan arşivlerde de yer almaktadır. Sosyolog-yazar Müfid Yüksel’in çevirdiği Dersim belgelerine göre, Dersim’e harekat emri 1926 yılından itibaren başladı. (“Dersim Katliamı’nı 1926 yılında başlatmışlar!” Mayıs, 2012 http://www.haber10.com/haber/277550/). Keza, Dersimlilerin bazı bölgelerde “tertele çeneku” (kızların kıyımı) dediği ve kızların askerler tarafından köylerden zorla toplanarak Elazığ Kız Enstitüsü’ne götürülmeleri 1950’li yıllara kadar devam eder. Okulun müdiresi Sıdıka Avar’ın “Dağ Çiçeklerim,” dediği kızlara ve okula ilişkin anıları, aynı isimli kitapta yayınlanmıştır.
Tanıklar ve mağdurlara, “Kadınlara ne yapıldı, çocuklara ne oldu?” sorusunu sorarak katliamın hangi mantıkla yapıldığını daha iyi anlayabileceğimizi düşündük. Herhangi bir çatışma, savaş ya da zulüm sürecinde kadınlara, özellikle çocuklara yönelik uygulanan özel bir politika, olayın niteliğini tanımlamak için önemli bir kriterdir.
Bu soruya ilk başlarda net yanıtlar alamadık. Konuşan tanıkların çoğu “Onca insan katledilmişken, insanlar kendi evlatlarını öldürmek zorunda kalmışken çocukları kim düşünür?” ekseninde baktığı için sorularımızı yadırgadı. Konunun üzerinde ısrarla durmamız sonrası, “Bizim bir akrabamızı, falancanın kızını, şu adamın ablasını askerler götürmüştü, yıllar sonra gelip buldular. Falan adam ablasını arıyor,” gibi bilgiler çoğalmaya başladı. Yaptığımız bütün röportajlarda köklerinden koparılan çocuklar üzerine yoğunlaştık. Bu sorulara aldığımız yanıtlardan hareketle, askerler tarafından götürülen “kayıp kızlar’ın izini sürdük. Önce akrabalarına ulaşmak ve onlardan kayıpları hakkında bilgiler toplamak, sonra bulunmuş ise görüşmek, bulunmamış ise aramak gerekti. Günlerce, aylarca ve bazen yıllarca aradıklarımız oldu. Bulamadıklarımızın acıklı öykülerini yakınlarından dinledik. Bulduklarımızdan görüşmek istemeyenler, görüşüp de çekim yaptırmak istemeyenler, çocuklan ya da torunları tarafından görüşmelerimiz engellenenler oldu... İçlerinde tarikatlara dahil olanlar olduğu gibi, çocukları milliyetçi partilere üye olanlar da vardı... Ancak büyük bir kısmı aidiyet sorununu yaşayan bu insanların ortak çığlığı, kimsesiz, köksüz, kimliksiz ve yalnız olmaktı. Deyişleri hep aynıydı: “Kimimiz, kimsemiz olsaydı gelir bulurdu; demek ki biz kimsesiz, ne yapabiliriz ki?”
Hemen hepsinin ön plana çıkan ortak yanları susmak ve kendi gerçekliğini gizlemekti. Çocuklarından, eşlerinden bile yıllarca gizlemek... Bu insanların eski kimliklerini unutmak ve yeni kimliklerine adapte olmak için verdikleri dramatik ve yaşamsal çabayı dinlemek kolay olmadı. Alındığında 5-6 yaşlarında olan, şimdi ise 80’li yıllarını yaşayan Emoş Gülver’in geçmişini hatırlamasındaki durum çok sarsıcıydı: “Çocukluğumdan hatırladığım tek şey, abimin kan kokusudur.” 74 yıl boyunca “kan kokusu” hatırlamanın ne tür travmalara neden olduğu sorusu konunun uzmanlarınca yanıtlanabilir mi, bilemiyoruz. Ailesini öldüren subay tarafından alınan Besime’ye, subayı nasıl bu kadar sevebildiğini sorduğumuzda tepkiyle “Öyle demeyin, o olmasaydı ben yaşayabilir miydim?” yanıtı veriyordu. Bu ve benzeri yanıtlar, sadece yaşama güdüsüyle hareket eden travmalı birey ve toplumlar hakkında çok şey öğrenmemizi sağladı.
Dersim’in Kayıp Kızları araştırması, 2007’den itibaren şekillendi. O günden bu güne yüzlerce isim belirledik ve yüzlerce öykü dinledik. Tunceli Üniversitesi, 1. Uluslararası Tunceli (Dersim) Sempozyumu’na sunduğumuz bildiride bunların bir kısmına yer vermiştik. Ancak her geçen gün sayı çoğaldı ve bunların hepsine bir kitapta yer vermek olanaklı olmaktan çıktı. Öyküleri sadeleştirdik, sayıyı sınırladık. Bir kısmını ise henüz düzenleyemedik. Çoğunlukla bir kişinin öyküsünü yakınlarının anlatımlanyla desteklemeyi uygun gördük. Bulunanların yakınlarının duygu ve düşüncelerini önemsedik. Bulunamayanların öykülerini onları arayanlardan dinledik.
Dersim’den getirildiğini bilen, ancak ailesi ve kökleri hakkında hiçbir şey hatırlamayan “kayıp kızlar”ın bazılarıyla ailelerini, köklerini aramaya çıktık. Bulduklarımız, buluşturduklarımız oldu, hala aradıklarımız da var... Sadece konuyu araştırmadık, deyim, yerindeyse bir “kayıp kızları bulma bürosu” gibi çalıştık. Devamla, insani ve demokratik haklarını arayabilmeleri için hukuksal yardım ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde demokratik ve yasal haklarını aramaları için organizasyonlar yaptık. Bazen kayıp yakını olduk, ailelerinin bulunmasında ön ayak olduk. Bazen araştırmacı-gazetecilik yaparak karanlıkta kalmış konuları ve olayları gün yüzüne çıkarmaya çalıştık... Devletin ideolojik aygıtlarının yok etmek istediği bireysel ve toplumsal hafızanın yeniden diriltilmesi ve toplumsal aydınlanmaya katkı sunmayı amaçlayan bu araştırma ve belgeleme süreci devam etmektedir...
Bu kitapta, gerek katliam döneminde, gerekse de sonraki yıllarda devletin önemli kademelerinde görev yapan kişiler tarafından alman Dersim kızlannın öykülerini de öğreneceksiniz. Örneğin, dönemin başbakanı Celal Bayar, yine dönemin generallerinden, sonraki yılların Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay gibi kişilerin evlerindeki Dersim kızlarının ve Kenan Evren gibi kişilerin eşlerinin, yakınlarının öykülerini okuyacaksınız.
Sayıları çok olmamakla birlikte, annesi babası öldürülen ve sağ kalan erkek çocukların akıbetine dair birkaç örneğe yer vermeseydik çalışma eksik kalırdı. Bu, erkek ve kız çocukları için uygulanan farklı politikanın daha iyi anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır. Ve diyoruz ki; Kanamakta olan tarihsel ve toplumsal yaralar tedavi edilmeden sağlıklı bir toplumda yaşamak ve geleceği inşa etmek olanaklı değildir. Yaralı toplum ve bireyler için empati yapmak, yüzleşmek ve insanlığa karşı işlenmiş suçlarla hesaplaşmak insan aklı ve vicdanının bir gereğidir.
Bir an hep birlikte köklerimize doğru bir yolculuğa çıkalım! Annemiz, anneannemiz, babaannemiz bir yerlerden koparılarak getirilmiş olabilirler. Bununla yüzleşmekten korkmayalım... Utanmayalım... Utanılacak bir şey varsa o asla bizim utancımız değildir...
Nezahat Gündoğan Kazim Gündoğan
Dersim, Temmuz 2012
Dersim’in Kayıp Kızları: Tedib ve Tenkil Harekâtı ve “Medenileştirme” Söylemi1
Giriş
Son zamanlarda, 1937-38’lerde Dersim’e düzenlenen tedip ve tenkil2 harekatı ve sonuçları üzerinde yapılan araştırmalara ilgi arttı. Bu harekat Türkleştirme, Sünnileştirme ve hatta etnik temizlik amaçlı askerî, siyasal, sosyal, kültürel boyudan olan bir politikanın ürünüydü. Bölgede isyanı bastırma gerekçesi3 ile büyük bir katliam yaşandı. Birçok aile Anadolu’nun başka bölgelerine sürgüne gönderildi. Öldürülen ve sürgün edilenlerin tam sayısı bilinmemekle birlikte Kürkçügil, Hasan Saltık’ın arşivinden alıntılayarak, 1938 yılında 13.160 kişinin öldürüldüğünü ...
1 4-6 Ekim 2010 tarihlerinde Tunceli Üniversitesince düzenlenen 1. Uluslararası Tunceli (Dersim) Sempozyumu’na sunulan bildirinin metnidir. Bu bildiriyi sunmamızı öneren ve teşvik eden Sabit Menteşe, fikirleriyle katkıda bulunan, Nurşen Gürboga, belgesel film ve araştırmamızın tüm aşamalarında olduğu gibi bu bildiride de danışmanlık yapan Ferhunde Özbay hocalarımıza yürekten teşekkür ederiz.
2 Osmanlıca adıyla anılan harekatın Türkçe karşılığı Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı sözlükte şöyle verilmektedir: “Tedip: Uslandırma, yola getirme, terbiye etme. Tenkil: 1- Uzaklaştırma, 2- Herkese örnek olacak bir ceza verme, 3- Düşman ve zararlı kişileri topluca ortadan kaldırma.” (Türkçe Sözlük, C.2, s. 1436, s. 1453)
3 Kürkçügil, Masis (Aralık 2009) “Dersim Cumhuriyet Tarihinin En Büyük Kıyımı” NTV Tarih, s. 59. .....