Hesenê Metê bir sürgün yazarıdır. Sürgünlüğü henüz çocukken başlamıştır. Ve yazdıklarına bakınca da, bu sürgünlüğün bütün izlerini, darbelerini, acılarını, kederlerini görmek mümkün. Fakat sürgünlüğü bir tür keder olarak yaşamıyor. Sürgünlüğün bütün kederini, bütün ızdıraplarını, bütün sancılarını, çok ince bir mizahın altına gizliyor. Mizahı bir tür keder gibi kullanıyor. Mizah diline vuruyor, öylesine ki, an geliyor, o kahramanların haline sadece gülüyorsunuz. Aslında bu müthiş bir ironidir. Dalga geçmiyor, komikleştirmiyor, sizin de onlarla dalga geçmemize izin vermiyor, onları tanıdıkça bıyık altından gülüyoruz, yüzümüze tatlı bir tebessüm yayılıyor.
Hesenê Mete, sürgünün ruh halini, bir isyana dönüştürmedi, o hayat içinde bile insanın erdemlerine, zaman zaman direnişine, zaman zaman teslim oluşuna, bazen zaaflarına, çoğu zaman sakat yanlarına, sürgünün o kahramanların ruh hali üzerindeki etkilerine yöneldi. Buradan bir üslup bulmaya çalıştı. Çoğu zaman mevcut durumun sadece fotoğrafını çekti, o fotoğrafın arabında, aslında kendi suretini gördü, arkadaşlarının çehresini fark etti. Saldırganlaşmadı, öfkesini tutumlu kullandı, tek atımlık barutu olmadığını ispatladı.
Muhsin Kızılkaya
İçindekiler
Sürgün bir edebiyat olarak Kürt edebiyatıyla tanışmam ve Hesenê Metê / 7
Hikayeler Sancı / 25 Yazarlık / 75 Hızır aleyhisselam / 83 Monsieur et Madame N. / 91 Smirnoff / 99 Geç kalmış bir aşk / 109 Panorama / 123
SÜRGÜN BİR EDEBİYAT OLARAK KÜRT EDEBİYATIYLA TANIŞMAM VE HESENÊ METE!
Muhsin Kızılkaya
1983 yılında Hakkari'de liseyi bitirip, üniversitede okumak üzere Istanbul'a geldiğimde, vurgun yemiş gibiydim. Tarumar olmuştuk. Arkadaşlarımızın büyük bir bölümü dağlara vurmuş, bir kısmı İran, Irak ve Suriye'ye kaçmış, bir kısmı da, askeri cemselere bindirilerek Diyarbakır Cezaevi'ne götürülmüştü. Lisede birtakım temel bilgileri öğrendiysem, dünyanın nasıl döndüğünü ortaokul yıllarımda öğrendim diyebilirim. Herkes gibi ben de, daha ortaokuldayken politik faaliyetlerin içine girmiştim. Düş kuruyorduk, "devrim güzel bir ihtimaldi" bizim için.
Türk edebiyatının köy romanlarından başlamıştım okumaya, çok geçmeden de Marksist klasiklere terfi ettim. Suyun yüz derecede kaynamasının anlamı, toplumun dönüşmesinin objektif işaretiydi benim için. Doğa olaylarını, toplumsal hadiselerle kıyaslayarak akıl yürütüyordum, okuduğum kitaplar böyle emrediyordu çünkü. Ülkemin içinde bulunduğu koşullar, dönüşüm ve yeni bir toplumsal düzendi hayallerimi büyüten. Başka ülkelerde olup bitenleri daha çok merak ediyor, oralarda olup bitenlerle ilgili okuduklarımı, kendi ülkemin koşullarına dönüştürmeye çalışıyordum. Kısacası ortaokul, benim için bir Marksist okul oldu. Militandım, koltuğunun altındaki kitapları silah gibi gören bir militan.
İşte İstanbul'a böyle bir bilinçle geldim. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde, İktisat Tarihi dersiydi girdiğim ilk ders. Hoca bir sürü şey anlattı. Anlattığı şeylerin içinde hiç'de yabancısı olmadığım şeyler vardı. Sanki birçok şeyi biliyordum gibi geliyordu bana. Sınav günü geldiğinde, tek soru sordu hoca: "Rusya'da devrimin koşullarını anlatın!" Tam da beklediğim, cevabını çok iyi bildiğimi sandığım bir soruydu bu soru. Başladım yazmaya. Bir kağıt yetmedi, ikinci kağıdı istedim. Objektif şartlardan başladım, subjektif şartlardan çıktım. Lenin ve arkadaşlarının mücadelesini anlattım. Sınav daha iyi geçemezdi!
Sınav sonuçları açıklandı, yüz üzerinden otuz almıştım. Nasıl olmuştu, neyi eksik bırakmıştım? Bu sorularla gittim hocanın odasına, nerde hata yaptığımı sordum. Kağıdımı çıkardı, bir göz attı, bıyık altından güldü bana. Bütün bunları nereden bildiğimi sordu. Ben de anlattım. Tekrar gülümsedi ve "Şimdiye kadar öğrendiğin her şeyi unut", dedi. "Bunlar palavra, yazdığın her şey ajitasyon, ezberlenmiş bilgiler. Size sorduğum sorunun cevabı tek cümledir," dedi. "Onu yazsaydın, yüz üzerinden yüz alırdın" diye de ekledi. Ve o günden itibaren, hayatıma nüfuz eden o sihirli cümleyi söyledi bana: "Rusya'da devrimi entelektüel birikim yaptırdı!"
Sonra bana biraz Dostoyeveki'den, Gogol'dan, Puşkin'den, Tolstoy'dan, Çaykovsi'den, Gorki'den bahsetti. Rusya bu büyük yazarları, bu büyük şairleri, bu büyük müzisyenleri yetiştirmeseydi eğer, Lenin kolay kolay başarılı olamazdı, dedi. Teşekkür edip çıktım odasından ve o günden sonra hocanın bana söylediklerini düşürmeye başladım.
Biz nerede hata yapmıştık? Bizde de, hocamın yukarıda saydığı yaratıcılara benzer yaratıcılar yetişmiş olsaydı eğer, durum çok mu farklı olurdu? Oysa ben o güne kadar Türk edebiyatının hemen hemen bütün büyük yazarlarını hatmetmiştim. Yaşar Kemal'le Çukurova'yı dolaşmış, Ince Memed'le zalimlere karşı yumruklarımı sıkmış, Fakir Baykurt'un kahramanlarıyla ağalara karşı öfkelenmiş, Sait Faik'le küçük adamlarla kol kola gezmiş, Aziz Nesin'le her şeye ağız dolusu kahkahalar atmış, Yılmaz Güney'le yoksulluğa karşı boynumu bükmemeye çalışmış, Orhan Kemal'le fabrikaları tanımış, Kemal Tahir'le köylülerin kurnazlıklarına şahit olmuştum; böylece de taşın sert olduğunu, siyah ile beyazın birbirinden çok farklı renkler olduğunu öğrenmiştim.
Meğerse o zamana kadar bilmediğim bir şey varmış. Ben, anadilinden sürgün edilmiş bir çocuktum. Okula gidinceye kadar Türkçe ile tanışmamış, o zamana kadar bütün hayatımı Kürtçe yaşamış, okulda da bana yeni bir dünyanın kapılarını açacak, başka kelimelerin dünyasına götürecek yeni bir dille karşılaşmıştım. O dilden okuduklarımdan hareket ederek, o dilin kelimeleriyle, kendi anadilimin kurtuluş mücadelesinin tam ortasında bulmuştum kendimi. Biçimlenmekte olduğum bu yeni yabancı dille, yasaklanmış bir dilin üstündeki tozları silmeye çalışıyordum, bunun hiç farkında olmadan. Bir mücadelenin içindeydim, ama o mücadelenin sonuçlarının nereye varacağı konusunda kafam net değil, kısacası ondan bihaberdim. Okuduğum kitaplar, bana haksızlıkları anlatıyordu, düzen denilen hepimizi mahfeden şeyin değişmesini öğütlüyordu bana. Oysa kafamın içinde derinden derine kendini hissettiren şey, bu dilin dünyasından meğerse ne kadar uzakmış... O kitaplar, benim içinde bulunduğum yoksulluktan bahsediyordu bahsetmesine de, benim köklerimden tek kelimeyle bile olsa bahsetmiyordu. Arada bir bazı sayfalarda karşılaştığım "Kürt" kelimesi, -ki bu kelime çoğu zaman bir ismin başına gelen bir sıfat gibi kullanılıyordu- beni aniden oturduğum yerde mıhlıyor, ister istemez elime kalemi alıp altını çiziyordum.
Edebiyatı seviyordum. O büyük yaratıcıların yarattığı atmosferde yaşıyordum. Roman dünyası ve gerçeği benim gerçeğimin ta kendisiydi. Ama benim dilimle konuşan hiçbir roman kahramanı yoktu yanımda yöremde. Hiçbir hikayede kimse benim gibi konuşmuyordu. Hemen hemen herkes benim baktığım pencereden bakıyordu dünyaya, ama hiçbiri benim acılarımı hafifletmeye, yüreğime su serpmeye kalkışmıyordu. Kitapların kahramanlarıyla tanıştım, onları kendi akrabalarım saydım, ama hiçbiri beni kendi akrabası olarak görmüyordu. Aslında suçu onları yazanlarda bulmuyordum, nihayetinde onların benim gibi dersleri yoktu, kendi dilleriyle kendi meramlarını anlatıyorlardı, o kadar. Ama bir yerlerde, benim derdimi, kendi derdi sayıp, kendi meramı gibi anlatan birileri olmalıydı... Arayışım uzun sürdü, sadece bir tek romanla karşılaştım birkaç yıl sonra.
O da, Erebe Şemo adında, o zamanki Sovyetler Birliği'nde yaşayan bir yazarın Kürtçe kaleme aldığı "Şivanê Kurd" (Kürt Çoban) dı. Aç kalmış bir çocuk emziğe nasıl saldırırsa öyle saldırdım kitaba. Annem konuşuyordu, babam dile geliyordu, dengbêj ağabeyim bana efsaneler anlatıyordu o kitabın sayfaları arasında...
Fakat heyhat, tek kitapla bahar gelmiyordu. Bundan sonra arayışım hep sürdü. Kendi anadilime karşı duyduğum okuma açlığını, belli fraksiyonların, kendi siyasi görüşlerini yaymak için kullandıkları politik dergilerin, belli birkaç sayfasını Kürtçeye ayırdıkları kültür-sanat bölümlerinde gidermeye başladım. O sayfalarda da dişe dokunur hiçbir şey yoktu, birkaç fıkra, kısa bir sözlük, bir iki türkü dizesinden başka bir şey girmiyordu o sayfalara. Elzem olan devrimdi, elzem olan kısır tartışmalardı, elzem olan reformizm, goşizm, oportünizm, sosyal faşizm, sosyal şovenizm gibi politik ifadelerdi, böylesi koşullarda edebiyat da neyin nesiydi? Galiba hiç kimsenin roman yazmaya, hikaye kurmaya vakti yoktu. Belki bir zamanlar binleri bunlar için de vakit bulmuştur, ama onlar bana kadar ulaşmıyordu.
Birçok şeyin farkına varabilmem için, yılların geçmesi gerekiyormuş meğer. Kendi ülkemde, kendi toprağımda habersiz olduğum dilimin edebiyatıyla tanışmam için, meğerse İstanbul'a gelmem gerekiyormuş. Aydınlanma faaliyetlerinin merkezi olan İstanbul'a.... O İstanbul ki, yüzyılın başında, Kürt aydınlanmasının her türlü faaliyetine mekan olmuş bir şehirdir. Bu şehre geliş, kendi anadilimin dünyasıyla tanışma anlamına geliyormuş meğer.
Yüzyılın başında, Osmanlı devletinin "Kürt emirliklerini" ortadan kaldırmasıyla birlikte, yurtlarından kopartılarak İstanbul'a getirilen mir ve hanedan ailelerine mensup çocukların buradaki mekteplerde okuduğu, kısa bir süre içinde bu şehrin Kürt aydınları için bir buluşma mekanı olduğu, böylece bu aydınların burada Kürdistan Azmi Kavi Cemiyeti, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürt Talebe Hêvi Cemiyeti, Kürt Tamim-i Maarif Cemiyeti ve Kürdistan Teali Cemiyeti gibi cemiyetler kurduğu, bu cemiyetlerin Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Rojî Kurd (Kürt Günü), Hetawî Kurd (Kürt Güneşi) ve Jîn (Hayat) gibi önemli Kürtçe gazete ve dergiler yayımladıkları, o dergilerde kendi anadillerinin sorunlarını tartıştıklannı, piyes, hikaye ve şiirler yazdıklarını öğrenmiş olmamın tarihi çok kısa bir tarihtir; doksanlı yılların başına rastlar. Olsun, bunu da kendi eksikliğim kabul ediyor ve sizi biraz bu tarihin sonuçlarına götürmek istiyorum.
Kürt edebiyatının gelişim seyri konusunda söz almak veya bu tarihin ne menem bir tarih olduğunu öğrenmek isteyen her araştırmacının, her meraklı insanın karşısına, ister istemez, bu kitapta da okuyacağınız ilk öykünün kahramanı Darînê Daryo'nun da kendi meramını anlattığı Mir Celadet Bedirhan adı çıkacaktır karşısına.
İstanbul'dan sürgündür Celadet Bedirhan. Galatasaray Lisesi'nde tedris görmüş, Almanya'da hukuk ve felsefe okumuş, Cumhuriyet kurulduktan sonra Şam'a gitmiş, orada Kürt edebiyatı açısından bütün zamanların en önemli dergisi olan "Hawar"ı (Yakarış) yayımlamaya başlamıştır 1932 yılında. Celadet Bedirhan'ın önemi sadece bu dergiyi yayımlamış olmasından gelmiyor, aynı zamanda ilk Kürtçe alfabeyi yazmış, Kürtçenin bugünkü standart kurallarını ilk olarak yazdığı gramer kitabıyla o sağlamıştır. Hawar, bir çığlıktır, yok olmakta olan bir kültüre, ölmekte olan bir dile bir soluktur. Daha birinci sayısında Celadet Bedirhan şu şiarla yola çıktı:
"Kürtçenin Latin alfabesine geçmesi... Kürtlerin yaşadığı her yerde, dil birliğinin kurulması... Edebiyat alanında bir rönesans hareketinin başlatılması... Kürtçenin bir eğitim dili haline gelmesi için çaba gösterilmesi... Klasik Kürt edebiyatına ait önemli ürünlerin yayımlanarak günışığına çıkartılması... Batı edebiyatından Kürtçeye çevirilerin yapılması... Kendini Kürtçe ifade eden bir yazar ekolünün oluşturulması..."
Böylece bu derginin etrafında bir araya gelen Celadet Ali Bedirhan, Kamuran Ali Bedirhan, Ahmet Nami, Kadri Cemil-paşa, Qedrican, Osman Sebri, Nureddin Zaza, Cegerxwin, gibi aydın, yazar ve şairler, modern Kürt edebiyatının en büyük akımını, tarihe "Hawar ekolü" olarak geçen akımın oluşmasına önayak oldular.
Biz, 1970'li yıllarda, Lenin ve Stalin'in teorilerini ezberlerken, birtakım Bulgar partizanlarının baştan savma yazdıkları gerilla anılarını roman diye okurken, bazı arşivlerde Hawar dergisi çoktan tozlanmaya yüz tutmuştu bile. Sdece Cegerxwin'in soluğu duyuluyordu, o da daha çok Şivan Perwer'in sesi aracılığıyla. Şivan'ın bestelediği Cegerxwin'in şiirleri bizi coşturuyordu, ama ruhlarımızı arındıracak, büyülü dili aracılığıyla insan ruhunun karanlıklarını anlatacak, vicdanımızın sesi olacak bir edebiyatın ayak sesleri bile duyulmuyordu bir yerlerde. Kısır tartışmalar, politik bir söylem, her şeyin üstüne öylesine kalın bir örtü çekmişti ki, edebiyat adına yazılan her şey de ister istemez bu örtünün kalınlaşmasından başka bir işlev görmüyordu. Edebiyat, politikanın hizmetinde bir araçtı. O politikaya hizmet etmeyen her şey burjuva duyarlılıkları, egemenlere hizmet eden, halkı pasifize eden aydın lakırdısından başka bir şey değildi. Bu dönemin şiarı "kalemin silah, silahın kalem olduğu" bir şiardı. Keskin kalemler, bize bu hayatı reva görenlerin karınlarını deşen bir hançer olmalıdır! Herkes hançerini bilemiş, karşısına çıkacak düşmanın karnını yarmaya çalışıyordu. Onun için de, bugün bile okunacak, zamana karşı direnebilecek bir edebiyat oluşmadı o yıllarda.
Bunları söylerken, o kuşağa haksızlık yapmak istemiyorum. Hiç olmazsa, o dönemde kötü Bulgar ve Vietnam romanlarını bile olsa insanlar okuyordu, hiç olmazsa kalemlerini kılıç olarak görseler bile, o kılıçların kınlarında paslanmalarına izin vermiyorlardı. Öte yandan, Kürtçenin imkanlarını, üstündeki yasakları, Kürtçe bir kitap bulundurmanın vatana ihanetle eş-değer tutulmasının önlerine çıkardığı engelleri saymıyorum bile. Demek istediğim, edebiyatta politikanın iç içe geçmiş olmasıydı. Yani sapla samanın karıştırılması... Hocamın sınav sonrasında bana verdiği ders gibi, edebiyatın birikim aracı olduğu, dönüştürme gibi bir işlevi olmadığı, sadece vicdanlara seslendiği, o vicdanları rahatsız ettiği ve bu rahatsızlıkların insanları daha derin düşünmeye ittiği gibi bugün evrensel kabul görmüş işlevinin gözardı edilmiş olmasıdır.
Peki bu yapıldı da ne oldu?
Zaman kaybedildi. Ama her şeyin ilacı olan zaman, bunu da zaman içinde telafi etti. Kendi ırmağında akan dil, zaman içinde etrafına çekilen bentleri yıktı, ırmak yön değiştirdi, kendi yurdundan çıktı, başka başka yerlerde, kendine yeni yataklar buldu, oralarda akmaya başladı ve etrafında bir sürü yeni yazar sürgün vermeye başladı.
12 Eylül darbesi, o dönemin Kürt hareketini bastırdı, fakat Kürtçeyi canlandırdı. İnsanlara işkence yaptılar, işkencede çoğu insan öldü, ama dil işkenceye direndi. Darbe, dile bir iyilik yaptı. O dili bilenleri, kendi toprağından kopardı, özgürlük rüzgarlarının hiçbir engel tanımadan estiği İsveç gibi ülkelere sürgün etti.
Avrupa toprağı, bu kez tıpkı yüzyılın başında İstanbul'un gördüğü işleve benzer bir işlev görmeye başladı. Yüzyılın başında İstanbul'a sürgün edilen büyük ailelerin çocukları bir aydınlanma hareketine girişmişti, bu kez Avrupa'ya zorunlu nedenlerden dolayı göç edenlerin bizzat kendileri iş başı yaptı. Yüzyılın başında İstanbul'a gidenlerin büyük bir kısmı medrese kökenli, şeyh ve seyit çocuklanydı. Seksenli yılların başında Avrupa'ya gidenler ise, Marksist-Leninist bir gelenek-ten gelen, büyük çoğunluğu yoksul ailelerin, köylü çocuklanydı. Örgütçüydüler, örgütlüydüler, dünyaları dardı, ufukları gelişmemişti henüz.
Dolayısıyla kendi alışkanlıklarını da beraberlerinde götürdüler. Hayallerindeki devrim, bir "ihtimaldi" hâlâ. Partilerini götürdüler, ülkede çıkardıkları dergilerini götürdüler, fraksiyonlarını götürdüler, aykırı fikirlerini götürdüler, Stalinist eğitimlerini götürdüler ve ilk yıllarda her şeye sıfırdan başladılar. Ülkelerindeyken yapamadıkları devrimi, yurtlarından beş bin kilometre uzakta yapmaya çalıştılar. Gazete çıkardılar, dergi çıkardılar, kaset yaptılar, gece düzenlediler, miting yaptılar, şarkı söylediler, ağıt yaktılar, birbirlerine girdiler, kavga ettiler, küstüler, kızdılar, birbirlerini suçladılar, düşmanlık beslediler ve ardı ardına kitaplar yazdılar. Şiir, hikaye, roman, makale, deneme, masal, destan, türkü, yani yaratıcılık namına ne varsa, her şey hâlâ devrimin hizmetinde bir silahtı onlar için. Ama bu kez bu silah, dil değiştirmişti. Kendi ülkelerindeyken, Türkçe ile yağladıkları bu silahın namlusuna bu kez Kürtçe kelimeler sürmüşlerdi. Geldiğimiz yerde, bu silah hâlâ istedikleri dönüşümü sağlamış değil, ama Kürtçenin yeniden dirilip ayakları üstüne oturmasını sağladı hiç olmazsa. Ve en önemlisi, İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında dağılmış olan, o zamana kadar birbirlerini anlamakta güçlük çeken Kürt aydınları, burada birbirleriyle tanıştılar. Aralarındaki lehçe farklılığının getirdiği dil problemini aşmakla başladılar işe. Toplantılar yaptılar, dil üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdılar ve Kürtçenin her parçada yaşayan her bireyin birbirinin anlayabilecek bir standarda kavuşmasına önayak oldular.
Bu hengameden, eserleri başka dile çevrildiği zaman da bir anlamı olacak, yani başka dillerde de okunduğu zaman bir tat bırakacak kaç yazar yetişti diyeceksiniz tabiatıyla; bir elin parmağını geçmeyecek kadar birkaç yazar diye cevap vereceğim size. Hesenê Metê, Fawaz Husên, Firat Cewerî, Mehmed Uzun, Rojen Barnas, Şahînê B. Soreklî gibi yazar, romanı, şair ve öykücüler hepsinin içinde sivrilip, modern Kürt edebiyatının en sağlam direkleri oldular. Zaten kimse, henüz bir mektup bile yazmanın çok güç olduğu yasaklı bir dilden, dünya edebiyatının başyapıtlarını üretmelerini bekleyemezdi kuşkusuz bu yazarlardan. Bu tabur tabur yazar adayı arasında bir elin beş parmağını geçmeyecek bir sayının çıkmış olmasını bile, Kürtçe adına bir kazanç, bir başarı saymak gerekir.
Düşünün, tarihi boyunca yasaklı kalmış bir dildir Kürtçe. Üç lehçesi var, bu lehçeler kendi aralarında onlarca ağza bölünüyor, bütün bu karmaşanın içinde bir ştandart dil bulmak, bulunan bu dille de modern bir edebiyat yaratmak keçiboynuzu yemeye benzemez mi? Ama bazıları ısrarla keçiboynuzu yemeye devam ettiler. Ağızlarında kalacak şeker tadına ulaşmak için tükettikleri keçiboynuzu tonları bulmuştur herhalde. Ve o cevhere ulaşanlar da, gelecekte oluşacak bir edebiyat kanonunun ilk üyeleri oldular. Bundandır, şu anda Kürtler için bir milli edebiyattan bahsetmek zordur. Çünkü milli edebiyat birkaç roman ve birkaç hikaye - şiirle oluşmaz. Kürtçede, başka dillere çevrildiği zaman da, o dilde edebi bir tat bırakacak yirmiden fazla kitap yazıldığı zaman, işte o zaman bir edebiyat kanonundan söz etmek mümkün olacak. Şu anda Kürtçe daha yolun çok başında.
Elinizdeki kitabın yazarı Hesenê Metê, işte bu hengameden çıkmış, ilerde oluşacak bir edebiyat kanonunun ilk üyesi olabilecek bir yazardır. Sürgünde boy vermiş, ülkesinden çok uzakta sürgün vermiş bir yazar.
Hesenê Metê, 1957 yılında, Diyarbakır'ın Ergani ilçesinin bir köyünde dünyaya gelmiş. Henüz 11 yaşında bir çocukken ayrılmış köyünden. Üç yıl Diyarbakır'da, birkaç yıl da Nusaybin'de, yedi yıl da Tarsus-Mersin'de yaşamış. Birkaç kez tutuklanmış ve yarım yılını hapishanede geçirmiş. 1980 yılında Türkiye'yi terk etmiş, üç yıl kadar İran, Irak ve Suriye'de yaşamış. Daha sonra ver elini İsveç demiş ve yirmi yıldan beridir bu ülkede yaşıyor.
Yazı serüveni 1980'lerde başlıyor. Yazdığı hikayeleri çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlamış. Daha sonra bu hikayelerini 1991 yılında "Smirnoff" adlı bir kitapta toplamış.
Şu ana kadar "Ardu" ve "Tufan" hariç, yayımlanmış 5 kitabından, "Epilog", "Smirnoff' gibi hikaye kitaplarıyla, "Labîrenta Cinan" [Ecinni Labirenti ] adlı kendisinin "novel", yayıncısının roman dediği kitapları Türkiye'de Avesta yayınları arasında da çıkmış. Puşkin, Çehov, Dostoyevski ve Göran Tunström'ün birer kitabını Kürtçeye çevirip yayımlamış.
Hesenê Metê'nin yukarıda verdiğim kısa hayat hikayesine bakınca, onun yurdundayken de bir sürgün olduğunu görüyoruz. Sürgünlüğü henüz çocukken başlamıştır. Ve bugün yazdıklarına bakınca da, bu sürgünlüğün bütün izlerini, darbelerini, acılarını, kederlerini görmek mümkün. Fakat Hesen Metê'yi, diğer sürgün yazarlardan ayıran en önemli özelliğini başta kaydetmek gerekiyor. Verdiği ürünlerde, sürgünlüğü bir tür keder olarak yaşamıyor. Sürgünlüğün bütün kederini, bütün ızdıraplarını, bütün sancılarını, çok ince bir mizahın altına gizliyor. Mizahı bir tür keder gibi kullanıyor. Mizah diline vuruyor, öylesine ki, an geliyor, o kahramanların haline sadece gülüyorsunuz. Aslında bu müthiş bir ironidir. Dalga geçmiyor, komikleştirmiyor, sizin de onlarla dalga geçmemize izin vermiyor, onları tanıdıkça bıyık altından gülüyoruz, yüzümüze tatlı bir tebessüm yayılıyor. Kahramanlarını çok seviyor Metê, hepsine aşkla bağılılığını gösteriyor, onları bizim de sevmemizi sağlıyor. Onları anlatırken, kendi deyişiyle "bizim evin dilini" kullanıyor. Sahidirler onlar, gerçektirler, hem de okadar gerçek ki, sürgün mezarlığına dönüşmüş bütün o mekanlarda dolaşırsanız eğer, her yerde onun kahramanlarına rastlarsınız. Bunlar otobüs şoförleridir Isveç'in işlek caddelerinde, bilet satıcısıdır tren garlarında, pizzacıdır getto benzeri yabancı mahallelerinde, hepsinin yüreklerinin bir tarafı, memleketlerinin yaylalarında kalmıştır. Oralarda esen ılgıt ılgıt rüzgarları özlerler, göçer çadırlarının altında geçirilen gökyüzünün yıldız tarlasına dönüştüğü geceleri hayal ederler, dağlarının pınarlarında akan şarıl şarıl buz gibi sular ancak susuzluklarını giderebilir onların, hayal kırıklıklarıyla büyümüşler, hepsinin başına memleketten getirdikleri bir akraba kızı musallat olmuştur, buna rağmen bekar olanları bile hep akranları gibi bir akraba kızını bulmayı hayal ederler, memlekette olup bitenleri sadece telefondan öğrenirler, onun için kızgındırlar, öfkelidirler, kendilerini bu hale getiren koşullara isyan duygusuyla doludur yürekleri, öfkelerini kolay ve basit yollarla dışa vurmaya çalışırlar, gelmeden önce kendi memleketlerinde hepsi kendini birer önemli şahsiyet olarak görmüştür, buraya geldiklerinde ise, bu önemlerinin beş para etmediğinin farkına varmışlar.
Siz bakmayın Dante'nin, "Güneş ve yıldızların ışığı her yerde görünür" demesine; bu sözü sürgünler için söylemiştir üstat. Burada eksik olan "aynı" kelimesidir. Çünkü, güneş ve yıldızların ışığı her yerde "aynı" görünmez. Dünyanın en güzel güneşini, en parlak yıldızlarını getirsen bile, ne sürgün ülkesini ısıtmaya, ne de onun göklerini parlatmaya yeter. Hatta sürgün ülkesinde güneş ısıtmaz bile, ruhlar hep zemheri soğuklarda tir tir titrer, arkadaşlıklar bozulur, çevrenizde gördüğünüz şeyler yetmez olur size, etraf ıssızdır, gölgeler gölgeye benzemez, içtiğiniz su değildir sanki, kursağınızda geçen yemeğin tadında hep annenizin yemeklerini ararsınız, onun için öfkelenirsiniz, bu öfke de sizi saldırgan kılar. Bir süre sonra bakarsınız ki, etrafınızda kimse kalmamıştır, yalnızlık kene olur yapışır ruhunuza, içten içe kemirildiğinizin farkına varırsınız.
Yaratıcılar, bu ruh haliyle baş edebildikleri zaman büyük eserler verebilirler ancak. Çünkü sürgün sizî teslim almaya hazırdır, kendinizi koyverdiğiniz andan itibaren alıp sizi girdaplarına kaptırır, bir daha kurtulamazsınız. Sürgün edebiyatının handikapları da buradan gelir zaten. Bir keder, bir isyan gibi yaşamaya başladığınız andan itibaren sürgün hayatını, eseriniz bu isyana yenik düşebilir, didaktikleşir, basitleşir, okutamazsınız kimseye.
Bana göre Hesenê Metê, çıkışı burada buldu. Sürgünün ruh halini, bir isyana dönüştürmedi, o hayat içinde bile insanın erdemlerine, zaman zaman direnişine, zaman zaman teslim oluşuna, bazen zaaflarına, çoğu zaman sakat yanlarına, sürgünün o kahramanların ruh hali üzerindeki etkilerin yöneldi. Buradan bir üslup bulmaya çalıştı. Çoğu zaman mevcut durumun sadece fotoğrafını çekti, o fotoğrafın arabında, aslında kendi suretini gördü, arkadaşlarının çehresini fark etti. Saldırganlaşmadı, öfkesini tutumlu kullandı, tek atımlık barutu olmadığını ispatladı.
Bu durum da onu, anlattığı delileriyle, bozguna uğramış kahramanlarıyla biraz Gogol'a yaklaştırdı, üzerlerinde atamadıkları memur zihniyetleriyle biraz Çehov'a, benimsediği sade ve basit dille de Türk edebiyatında Sait Faik'e... Diline bulaşmış olan ironi ve bu ironiyle zaman zaman kahkahalar attıran mizaha gelince... Her şeye rağmen, yaşadıkları her şeye rağmen, Kürtler Orta Doğu'da yaşayan halklar arasında, hâlâ gülmeyi becerebilen ender halklardan biridir. İşte Hesenê Metê'nin özgün mizahının köklerini, o geleneksel Kürt mizahının içinde aramak gerekir. Çok kendine has bir mizahtır bu, sanki bir dengbj meclisi kurulmuş ve içlerinden en şakacı olanı bize durmadan şakalar yapıyor. Her gece meclisinde var bunlardan ve hangi meclise giderseniz, duyacağınız en gür ses onların sesi olacak.
Kahramanları için seçtiği isimlere gelince... Hemen hemen bütün isimler uydurmadır, türetilmiş isimlerdir. Fakat hepsi pür Kürtçedir ve hepsinin kendi dilinde, o kahramanın karakterine uygun bir anlamı vardır. Sıradan, her gün her yerde rastladığımız Arapça kökenli isimlere rastlanmaz onun hikayelerinde. Uydurulmuş isimler çoğu zaman o kadar yakışıklı, o kadar denk düşer ki, üzerine düşünüldüğü zaman, bir sıfat cenneti olan Kürtçenin zenginliğine parmak ısırtacak cinsten.
Sadece bu durum bile, yazarın diline karşı ne kadar özenli, o dile karşı ne kadar kıskanç olduğunu göstermeye yeter.
Bu kitabın özel bir serüveni var benim için. Bir yayınevinden gelen talep üzerine, "Modern kürt edebiyatında seçme hikayeler" gibi proje vardı kafamda. İşe Hesenê Metê'nin, bu kitapta yer alan ilk öyküsüyle başladım. Sonra diğer hikayelerini de okuyunca, Avesta yayınları arasında Türkiye'de çıkmış "Epilog" ve "Smirnoff" adlı hikaye kitaplarında, bir kitap oluşturabilecek kadar sadece "yazı yazmak", "sürgünde yazar olmak" teması üzerine hikaye yazdığını gördüm. İlk projemi biraz erteledim ve sevdiğim diğer hikayelerini de çevirmeye başladını. Bu kitapta, yazarın yazı yazmak, yazar olmak, edebiyatın politikaya bulaşmış insanlar için ne ifade ettiğiyle ilgili dört hikayesi var... Bunlara bir şeyler daha eklemek istedim ve hâlâ "Sovyetik eğilimleri"nden vazgeçmemiş bir kahramanın "sosyalist votka" ile ilişkisini anlatan bir öyküsü ile, kuzeyin soğuk bir ülkesinde on altı yıldan beridir yurdundan uzak kalmış bir adamın, bu hasretini annesiyle yaptığı telefon konuşmasıyla gidermeye çalışan, annesinin sesini teybe alan ve onu uzun bir şarkı gibi dinleyen bir sürgünün ruh halini anlatan bir başka öyküsüne, bir de geç kalmış bir aşkı anlatan bir öyküsünü daha ekledim ve böylece bu kitap çıktı ortaya.
Kitabın adına gelince... "Tanrı oku dedi, yaz demedi" sözü bir yerlerde kalmıştı aklımda. Bu söz, Hesenê Metê'nin elinizdeki bu hikayeler seçkisine cuk diye oturuyordu. Sonra biraz daha düşündüm ve bu cümlenin, Yılmaz Erdoğan'ın bir yazısından aklımda kaldığını fark ettim. Yılmaz'ın da onayını alarak, bu kitaba isim olarak koydum, sanırım bundan daha güzel bir isim bulamazdım.
Bu yazının başındaki kişisel girizgah, belki birçoğunuz için fazla uzun, fazla sıkıcı gelmiş olabilir. Türk edebiyatında, bir dönem yazılmış olan hemen hemen bütün roman ve hikayeleri hatmetmiş Hakkarili bir Kürt çocuk olarak, geldiğim yerde, kendi anadilimde yazılmış ürünlerle karşılaşmanın bir özetini yapmaktı amacım. Bundan önce Mehmed Uzun'un beş romanını Kürtçeden Türkçeye çevirmiş biri olarak, Türkçe okuru yeni bir Kürt yazarıyla tanıştırma şansının, yazının girişinde kişisel tarihinden biraz bahsettiğim o çocuğa düşmüş olması, onu mutlu ediyor sadece. Bir de şu notu düşmekte fayda görüyorum; sağda solda bir "Türkiye edebiyatı" lafı dolaşır ve zaman zaman hepimizin karşısına çıkar. Kürt olup da Türkçe ürünler veren yazarları nereye koymayı bilemediğimizdendir bu kavrama başvurmamız. Kürt edebiyatının önemli eserleri şimdi Türkçe ile buluşuyor, eğer gün gelir de, Türk edebiyatının önemli eserleri de Kürtçe ile buluşursa, Türkçe okurun Kürtçeden yapılmış çevirilene gösterdiği ilginin bir benzerini, Türkçeden Kürtçeye çevrilmiş Türk edebiyatının ürünlerine Kürtler de benzer bir ilgiyi gösterirlerse, yani iki dil arasında yıkılmış olan uzak ve yakın köprülerin tümü yeniden kurulursa eğer, işte o zaman "Türkiye edebiyatı"ndan söz edebiliriz ancak. O gün gelmeyinceye kadar Türkçe yazılan her ürün Türk edebiyatının, Kürtçe yazılmış her ürün de Kürt edebiyatının ürünü sayılacak.
Şimdi bu kitapla, Kürt edebiyatının en önemli yazarlarından biri daha Türkçe okurun karşısına çıkıyor.
Takdir sizin olacak.
Cihangir, Mart 2003
Hikayeler
Sancı
"Keşke şimdi bu sözlerim yazılsaydı. Keşke bir kitapta kaydolunsaydı! Demir kalemle ve kurşunla Daimi olsun diye kayaya kazılsaydır!"
(Eski Ahit, Hz. Eyub XIX:23- 24)
Prolog
O, bu hikaye yazılabilsin diye kalburlar dolusu tütün tüketmedi, küpler dolusu yıllanmış şaraplardan içmedi, köy köy dolaşıp malzeme toplamadı ve üzerinde onlarca yıl çalışıp incelemeye almadı, müritler gibi gözlerini kapatıp şeyhlere kulak kesilmedi, aşiret meclislerinde oturup parmaklarımın arasında tespih oynatıp dengbêjler gibi yanık türküler söylemedi. Başka bir deyişle Darinê Daryo ki bu hikayenin kahramandır, bu hikayeyi hiç yazmadı.
O gece, gecenin ilk piposunu tütünle doldurup, yakıp içine derince bir nefes çekip, ilk dumanın havaya savurduğu sırada yanında, işte tam o sırada onunla birlikte olmasaydım eğer, size iki bin iki kere yemin ederim ki, şu anda okuduğunuz hikaye de olmayacaktı.
Yine de, ama yine de biliyorum, hiç kimse bu söylediklerime inanmayacak... lakin dediğim gibi, o sırada onun yanında ses yoktu, ışık yoktu, zaman yoktu, Tanrı yoktu, dünya kendi ekseni etrafında dönmüyordu.
Ve o, eve geldi.
.....
Hesenê Metê Tanrı oku dedi yaz demedi
Avesta
avesta | Doğu Rüzgarı: 144 | 8 Tanrı oku dedi yaz demedi (Seçme hikayeler) Hesenê Metê Kürtçeden Çeviren: Muhsin Kızılkaya
Editör: Abdullah Keskin Kapak: Ahmet Naci Fırat Tashih ve mizanpaj: Avesta Birinci baskı: 2003, İstanbul Baskı: Berdan matbaacılık
Avesta basın yayın reklam tanıtım müzik dağıtım ltd. şti. Meşrutiyet caddesi Özbek işhanı 136 / 4 Beyoğlu / İstanbul Tel: (0212) 251 44 80 - 251 71 39
Ekinciler caddesi Nurlan apt. giriş katı no: 2 Ofis / Diyarbakır Tel - fax: (0412) 222 64 91
ISBN: 975-8637-47-9
Hesenê Metê - 1957, Diyarbakır-Ergani doğumlu. Henüz 11 yaşındayken ayrıldı köyünden. Üç yıl Diyarbakır'da, birkaç yıl da Nusaybin'de, yedi yıl da Tarsus-Mersin'de yaşadı. Birkaç kez tutuklandı ve bir süre hapishanede kaldı. 1980 yılında Türkiye'yi terk etti, üç yıl kadar İran, Irak ve Suriye'de yaşadı. Daha sonra İsveç'e yerleşti, yirmi yıldan beridir bu ülkede yaşıyor. 80'li yıllarda yazmaya. başladı. Hikayeleri çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Daha sonra hikayelerini 1991 yılında "Smirnoff' adlı bir kitapta topladı. Şu ana kadar "Ardu" (geleneksel hikayeler, 1991), "Labîrenta Cinan" [Ecinni Labirenti] (roman, 1994), "Epilog" (hikayeler, 1998), "Tofan" [Tufan] (roman, 2000) adlı kitapları yayımlandı. Puşkin, Çehov, Dostoyevski ve Göran Tunström'ün birer kitabını Kürtçeye çevirdi.