La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Şıvan'ın Sevdası


Auteur :
Éditeur : Yekîtiya Hunermendên Kurdistan Date & Lieu : 1984,
Préface : Pages : 114
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 125x200mm
Code FIKP : Liv. Tr. 289Thème : Général

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Şıvan'ın Sevdası

Şıvan'ın Sevdası

Necmettin Büyükkaya
1943 ...

"Ölüm, anan öle...”

Harran toprağı az doğurmuştu böyle bir yiğidi, böyle bir inancı, direneni. O, Kürdistan'ın "Mem"iydi. Ferhadıydı, sevdalısıydı... Neco. yaşamını, incıncını türküsünü o sevdayla yoğurmuş o umutla beslemişti. O, 12 eylül sömürgeci-faşist Türk ordusunun filizleri, umutları hançerlediği, kopardığı, asdığı bir ortam da bile meydanı bırakmadı. Kavgasını çoklarımız gibi sürdürdü. Uzlaşmaciların, teslimiyetçilerin, korkakların yolunu, yöntemini seçmedi. O, cebinde Isveç pasaportuyla önce Diyarbakır zındanlarına düştü: işkence gördü, acı çekti. Ama sır vermedi, küçülmedi sömürgeci cellatlara karşı. Kimliğini, inancını, halkını davasını inkar etmedi. Yiğitce direndi, ölüme meydan okudu, ezraili hiçledi. Tükürdü ölümün suratına, utanmazlığına, boyun eğmedi...

Neco, iki gözüm, yüreğim... Sen Harrana sonsuza dek kavuştun. Elbet birgün yol arkadaşların, yavruların dikeceklerdir heykelini Harran Üniversitesinin girişine. Ben buna tüm yüreğimle inanıyorum, tıpkı Harranın kini, gazabı, hıncı gibi...

"Mirin, diya te bimire"
                         Mahmut Baksi


ÖNSÖZ

Çocuklukla gençlik arasιndaydım. Gün doğmadan işe gider, gün batarken dönerdik köye. Onca yorucu işe karşın uyuyamazdım geceleri. Tutmazdı uyku. Gizlice yataktan kayar, karşıda dağιn eteğinde, koyun yatağında, ateşin başında oturan çobanlarιn yamna giderdim. Onlar da benim gelişimi bekler, koyunlardan sağdıkları süt çaydanlıklarını koymazlardı ateşe. Köpekler benim gelişimi haber verince de, süt konur, yedek keçe açılırdı. Çökerdim açılan yere. Yaz günlerinin o sesiz gecelerinde otururduk ateşin çevresine. Onlar anlatır, ben dinlerdim. Bazen kurtlar basardı sürüyü. Köpekler dalar giderlerdi gecenin karanlıklarına, bizler de peşine.

Mahacır diye bir çobanımız vardı. Yaman bir çobandı. Koyunların dilini, otların adını tek tek bilirdi. Hangi otun koyuna zararlı, hangi otun faydalı olduğunu onun kadar iyi bilen bir çoban ne duydum, ne de gördüm. Mahacır kurtsuz gecelerde kavalını dudaklarına götürür gecenin sesizliğine türküler yayardı. Bir alacakoyun vardı, hiç unutmam. Mahacır çalmaya başlayınca, o koyun da uykusunu yarıda böler, sürüden ayrılır gelirdi yanımıza. İnsan gibi dinlerdi Mahacır'ı. Mahacır çalmadan yorulunca da usulca geri döner, girerdi karanlığın içine. Benim uykularım olmazdı geceleri, çobanlar yatamazdı. Ve her gece Mahacır kaval çalar, gecenin bir vaktinden sonra da halk hikayelerine gelirdi sıra. Ben ilk Siyabend û Xacê'yi Mahacır'ın ağzından dinledim. O yaz gecelerinde, koyun yatağında, ateş başında. Kaç gece sürdü bilmiyorum. Ama bitmesini hiç istemediğim bir öykü olmuştu, anımsadığım kadarıyla.

Aradan yıllar geçti. Uzun yıllar. Yurdumuzdan uzaklardan çok uzaklarda, kardeşim Mahmut Baksi'nin kitabιna önsöz yaziyorum. Almanya'da, adı zor söylenen bir maden kentinde. Ve şimdi o alacakoyunda, Siyabend û Xacê'yi dinlediğim geceler de, Mahacırın bir ayağı dizinin altında, üzgün gözlerle bana bakışı da, arasıra kırçıl sakalını hatırdatması da şu an gözlerimin önünde. Ölünceye kadar o gecelerin ve Siyabend û Xacê'nin aklımdan çıkmayacağına adım gibi inaniyorum. Nereden geliyor bu güç? Bana o geceleri unutturmayan sır ne? Oysa yaşamımdan binlerce gece geldi, geçti. Neden o geceler şu an gibi gözlerimin önünde? Bu soruları kendime çok sordum. Ve sanırım yanıtı da buldum: Bu sır, Siyabend û Xacê'nin yüce bir öykü, büyük bir destan oluşunda. Ve bir de, evet bir de Mahacır'ın anlatma biçiminde, anlatışında. Destan güzel, anlatıcı usta olduğu için unutamıyorum. Mahacır, büyük bir çoban olduğu kadar da büyük bir anlatıcıydı. Bir destan onun ağzında, onun kavalinda daha da büyüyor, daha da yüceliyordu. Bilmem ne oldu Mahacır'a? Ölmediğini biliyorum. Bir bildiğim de çok yaşlanmış olduğudur. O güzel Kürt halk destanlarını hala anlatır mı? Benim ve alacakoyun gibi dinleyicileri var mıdır hala, bilemem onları. Ama büyük Kürt halk destanları var. Ama ne kadar yaşayacaklarını söylemek zor. Çünkü artık çobanlar dağlarda ellerinde kaval yerine transistorlu radyolarla dolaşıyorlar. Radyosu olmayan yok. Çoğu köylere televizyon bile girdi. Bütün bunlar halkımızın binlerce yıl emek verip yarattığı destanlarını, türkülerini yok etmek için geldiler. Tek tek masal anlatanlar türkü söyleyenler göçüp gidiyorlar. Kürt halkı her alanda önemli bir dönem yaşamakta. Bütün değerleri yıllardan bu yana yok ediliyor, unutturulmak için her şey yapılıyor. Yurtseverlerimiz, örgütlerimiz ise hala ben doğru bilirim, ben doğruyu söylerim, sen bilmezsin havasında. Oysa halkımızın değerleri yok olup gitmede. Destanlarımız, masallarımız. Hangi örgüt bu konuda ciddi çalışmalar yapıyor? Hangi örgüt sözlü edebiyatımızı arşivliyor? Sanırım hiçbiri. Bu konuda tek tek kişi çabalarının dışında pek ciddi bir çalışma yapan yok. Oysa halkımıza gelecekte güzel günler vadediyoruz. Diyelim geldi o gün. Peki neyle güzelleştireceğiz? Halkımız için yazılacak güzel romanlara öyküler, masallar, tiyatrolar, operalar, çok sesli korolar nasıl çıkacak ortaya? Bir ulusal biçimi olmayan yanıta yapıt denir mi? Gelecekte vadettiğimiz güzel günleri et yemekle mi güzelleştireceğiz sadece! Çocuklarımız geçmişin kültürel değerlerini tanımadan, onun tadını almadan yaşamışlar neye yarar. Hele türkülerimiz. Yanarım. Türkülerimiz analık elinde yetime dönmüş. Geleni bir yumruk vuruyor, giden bir tekme. Çekiştiren çekiştirene. Parça parça edilip sömürge pazarlarında satılιyor. Biz de "Aha valla, bu da Kürtçe'den çalınmış", demekten başka ne yapıyoruz? Hem eloğlu çalmıyor ki! Göz göre göre talan ediyor. Etsin diyesim geliyor neredeyse. Ne demişler, malını yemiyenin malını yerler.

Kardeşim Baksι, bu konuda az da olsa yarayı bir yanında görmüş. Türkülerimizin yüceliğini, onun etkisini, halkımızın dilinde nasıl sevda, nasıl kurşun olduğunu görmüş. Sevindirici bir başlangıç. Şivan Perver'in sesinde ve yorumunda türkülerimizin ne yaman bir silah, ne yaman bir sevda oldu, ne yaman bir yurt sevgisi olduğunu anlatmaya çalışmış. Konuyu bilimsel bir anlatma biçimi yerine, öyküselleştirmeyi amaçlamış. Güzel de olmuş. Eline sağlık. Ben ise bu önsözde iki konuyu kısaca deşmeyi düşündüm. Birincisi, sözlü halk edebiyatımızdan bir örnek vermeyi, ikincisi Şivan Perwer'in Agιr (Ağrı, Ararat) destanını nasıl oluşturduğunu, nelerden yararlanarak yaptığınι.

Ünlü Kürt bilgini ve ozanı Ahmed Xani'nin Memê Alan halk destanından yararlanarak Mem û Zin'i yazdığı araştırmacılar tarafından idda ediliyor. Doğruluk payı büyüktür. Memê Alan'la Mem û Zin arasında ortak noktalar çoktur. Her iki yapıtta okunduğunda ve karşılaştırıldığında bu yakınlık ayan bayan görülür. Ahmedê Xanê bu büyük yapıtını Memê Alan'a borçludur. Çünkü Memê Alan Kürt halkının binlerce yıllık emeğinin ürünüdür ve yüce değerlere sahip bir aşk destanıdır. Yüzlerce varyantı olduğu söyleniyor. Bence her aşiretin bir Memê Alan'ı vardır. Bütün bunlar bu güne kadar toplanmamıştır ve de büyük bir kayıptır.

Memê Alan hakkındaki araştırma işlerini ne yazık ki hep yabancı araştırmacılar yapmıştır. Bu büyük halk hikayesini halkımızın ağzından dinlemek bu güne kadar bana nasip olmadı. Belki bir gün dinleriz, tabii anlatan kalırsa. Ben bu destanı Roger Lescut'un Yirmi Kürt dengbejinden derlediği yapıtının N. Zaza tarafından yapılmış Türkçe çevrisinde okudum. Başka bir dilden, anlatıcısız, kuru kitap sayfalarında bile destan az erişilir yücelikte. Hele bir de aslından dinlenilse! Ben size bu destanın sadece girişinden kısa bir bölüm aktarmayı ve üstüne birkaç söz söylemeyi istiyorum. Destanın girişi söyle:

"Büyük paha biçilmez bir kenttir Mığrıp kenti.
Yedi dağın üstünde,
Üç yüz altmış altı kapının,
Her kapı ki üç yüz altmış il'e ayrılır
Tümü de Eli Beyin, Emer Beyin, Elmaz Beyin'dir, üç kardeştirler.
At tavlalarının, deve kervanlarının, koyun sürülerinin sahibi.
Altın sandığın kilidi kırkbeş beygir yükü çeker. Çok değerli hazine ve defineleri vardır.
Çarşı ve pazarları."

Bir kent ve onun sahiplerinin gücü bir kaç satırla bu kadar güzel anlatılabilinir ancak. Bu kısa giriş insanı hemen öykünün içine sokuyor. Gözlerinin önünde Mığrıp kenti ve Eli beyin, Emer beyin, Elmaz beyin o koca varlığı canlanıyor. Bugün, bir çağdaş romana bile başlarken, ancak ellinci sayfadan sonra romanın içine girebiliyorsun. Oysa Meme Alan ilk tümceyle seni alıyor içine. Bu anlatış biçimi gelecekte Kürt romanına, öyküsüne temel kaynak olmalıdır. Eğer kaynak o zamana kadar kurutulmazsa. Sadece Memê Alan mı? Binlerce sözlü edebiyat anlatımı. Siya-Bend'ler, Dallal'lar. Yeni bir toplum yapısına geçişte Kürt yazarının, ozanının, kompozitörünün, ressamının tek malzemesi bu yapıtlar olacaktır. Onları yaşatmalı ve gözümüz gibi korumalı ve geliştirmeliyiz. Bu hepimizin görevidir. Elbette başta Kürt örgüt ve partilerinin.

Evet bu yapıtları şimdiden geliştirmeye başlamalıyız. Çeşitlendirmeliyiz. Bu iş ise bestecilerimize, türkü yorumcularımıza, yazarlarımıza ve sinemacılarımıza düşer. Ulusal biçimimizi sanatın her alanında bulmak için tek kaynağımız halkımızdır ve onun sanatsal değerdeki her türlü yapıtlarıdır. Bunları geliştirmek ve çağdaşlaştırmak, evrensel özünü yakalıyarak ulusal bir biçimde sunmak Kürt sanatçılarının temel görevleridir. Bunu yaparken taklitçilikten kaçιnmak gerekir. Komşu halkların yaptıklarından yararlanmak ilk işimizdir. Ama taklit etmemek kaydıyla. Türkülerimizi bozup Ruhi Su tarzı söylemek bir taklitçiliktir, böyle yapmak bizi halkımızdan uzaklaştırır, küçük burjuva aydın masalarında meze yapar. Ha, bir de süslü basında ün yapar, servet yapar. Bunu söylerken Ruhi Su'yu küçümsüyorum sanılmasın. Tersine saygım sonsuzdur. Çünkü, ben de severek dinliyorum. Ama halklarımız da aynı zevkle dinliyorlar mı Ruhi Su'yu? Sanmam. Kanιmca türkü, türkü gibi söylenmelidir, opera, opera gibi. Halkımızın binlerce yıl emek vererek yarattığı bir türküyü, bir gecede değiştirmek olmaz. Olmuyor da. Değiştirilmesin demiyorum, ama çok emek verilsin. O türkünün kaynaklarına gidilsin, zamanı, ortaya çıkışı çok iyi kavranılsın, yürekten yaşanılarak yeniden yaratılsın.

Başka ülkelerde bu daha başka yapılıyor. Örneğin, Lenin nişanı alan Azerbeycanlı Bülbül diye biri var. Bülbül operacı. Ama halk türkülerini en güzel söyleyen bir operacı. Türküyü halkının söylediği gibi söylüyor. Köroğlu operasını, Tosca operasını da bir operacı gibi. Lenin Nişanının verilmesi'de bu yüzden. Herkes türkü söyler, ama bir türküyü birisi öyle söylerki kimse öyle söyleyemez... Aslolan da budur bence.

Yalnız türkü mü? Sanatın her alanı öyle, Roman kendi biçiminde yazılmalı. Başkalarının biçimlerini ve anlatışlarını taklit ederek değil. Bu biçim ise ulusal biçimdir. Halkın anlatış biçimidir. O biçimi geliştirerek anlatmaktır aslolan. Bu biçimin kaynağı sözlü halk masalları, destanları, fıkralarıdır. Kemal Tahir'i, Cengiz Aymatov'u, Gorki'yi taklit etmeye çalışmak insanı ancak bir yere götürür..:Taklitçi olmaya. Ama onlardan yararlanılır, çok şey öğrenilir. Öğrenilmelidir de.

Gelelim ikinci konuya. Yani bizim Agır'a.. Yani ateş dağına. Agır'ın üç adı var. Kürtler Agır diyorlar. Kürtler Agır'ın eski bir volkan olduğunu biliyorlar. Kürt halkı geçmişinde. Agır'da çok şey gördü. Ateş gördü doruklarda isyan ateşi diye yanan. Agır'da acı çekti, sevda çekti. Geyik avladı Agır'da. Üstüne yüzlerce türkü yaktı. Masallar dizdi. Agır da çok şey gördü. Sevda gördü, zulüm gördü, kırımlar, acılar gördü. Agır'la kürt halkı birlikte var oldu, birlikte yaşadı her şeyi. Türk halkı ise Agır'dan tek şey görmüş. O koca dağ Ağrı olmuş. Başını ağrıtmış. Türk halkının değil de Türk devletinin. Türk halkını pek ilgilendirmemiş Agır. O koca dağa tek bir türkü söylemiş. "Ağrı dağından uç tum, çayır çimene düştüm. ''Hepsi bu kadar. Bir dağa sahip olmak, hele hele Agır gibi bir dağa sahip olmak öyle bir uyduruk türküyle olmaz. Emekle olur. Ona türküler yakarak, ona dert yakarak, onu kendine sırdaş ederek olur. O dağ da, o zaman senin acılarına ortak olur, sevdalarına sevinir, atar dumanı başından, verir güne göğsünü, gösterir çiçeğini, katar sevdana bin sevda daha. Ya da görür acını, kızar düşmana, çoşar, köpürür,fırtınalar estirir, tipiler kopartır. Hiddete gelir, kükrer aç aslandan beter. Dağ kendini seveni sever.Kürt halkı Agır'ı sevmiştir, Agır da Kürt halkını. Ta kıyamete dek.

Agır dertli, acılı bir dağdır. Ne zulumlar, ne kırımlar, ne ölümler görmüştür. Eteğinde doğan her on çocuktan üçü kendisini görmeden ölür. Yanar Agır yanar acılı gelin analar gibi. Agır'ı sevenlerin çoğu, Agır'a doymadan ölürler! Ölmeyen, öldürülür candarma kurşunuyla. Ya da ordular gönderir zulumlar üstüne. Yakar, yıkar, yok ederler sevenlerini. Agır nice kırımlar gördü, nice acılar. Bunu bir Agır bilir, bir de tarih. Bu yüzden halkına benzer Agır. Bir coşar sevda olur, bir bakarsın mavzer ağzında kurşun, bir bakarsın masaldır bulutlar arasında. Başı delmiş, çıkmıştır ak bulutları. Mavi gök yüzünde düşmana inat bir yiğitlikte durur. Sevdalı zamamdır. Yayla zamanıdır, gene durulmuştur bir Kürt kızına. Kim bilir ne türküler yakmaktadır yücelerden. Bunu bir Agır bilir, bir de Kürt halkı.

Bir bakarsın acıya bürünmüştür, küçülüp ufalmıştır. Koca dağ değil'de, oğlu candarma kurşununa gelmiş bir apodur duvar dibine büzülmüş. Ya da bütün olgunluğu üstünde, acıya kulak vermiştir, sessiz, sakin, kin dolu dinlemektedir bir aponun şikayetin.

"Ey felek,hayın felek,
Niçin bize böyle yaptın.
Evimizi yıktın,
Çoluk çocuğumuzu sahipsiz bıraktın.
Ne yaptın?

Ey felek hayınê
Bize niçin bunu yaptın?
Çadırımızı niçin çadırların arasından kaldırdın.
Evimizi yıktın.
Çoluk çocuğumuzu kimsesiz bıraktın ortada.
Dostları üzdün, düşmanları sevindirdin.
Felek yeman, hayın yeman, vefasız yeman.
Hey kardeşler! Bakacaksınız.
Ağır dağı yine nişanlı ve dumanlı, ne kadar yüksek,yüce
Kamasını kaldırmış kuşağın; sarmış,
Öfkelenmiş, bu yüce dağa sesleniyor:

Sen söyleyeceksin,
Yine kin ve öfkeyle dolmuş,
Ağrı, Ağrı!
Ağrı kan ağlıyor
Ağrı kan ağlıyor
Yeman felek, hayın felek.

Hey kardeşim!
Türk ordusu geldi, Jöntürk zalimleri geldi.

Kent ve köylere girdiler.
Zalimler yukarıdan top ve mitralyözlerle taradılar
Köy ve kentleri yerle bir ettiler.
Hey felek hayın,
Yiğitlerimizi öldürdüler,
Malımızı talan ettiler,
Çocuklarımızı öksüz koydular.
Felek sen ne hayınsın
Hey hayın felek, bu böyle olmaz
Felek hayın ve kötüdür.
Çağrımızı Kürt ellerine götüreceğiz,
Çağrımıza gelsinler diye.
Bu gün dost, düşmanın belli olduğu gündür.
Eylemsiz ve yararsız olunmaz.
Her kim ki şeref ve namus sahibidir,
gelsin çağrımıza.
Her kim ki gayretsiz ve gamsızdır, amaçsızdır ve işe yara mazdır,
kalsın karısının koynunda.
Felek hayın ve kötüdür.

Umut ve beklentimizi çoluk çocuğumuza bağlayacağιz
Belki bazıları görecek,
Belki bazıları yarını görmeyecek.
Ama umudum odur ki
Yiğit ve aslanlarımız kalkacak
Kahramanlarımιz yarın açıklanacak
Feleği buradan kovacak,
Öcümüzü alacak.
Cesur olun.
Gerek ki Kürt ve Kürdistan'ın davası yerde kalmasın.
Felek yeman, hayınê yeman,
Bêbextê yeman, felekê hayınê."

İşte apo böyle söylemiş. Sırtını vermiş top güllesiyle yıkılmış bir duvara, yüzünü çevirmiş Agır'dan yana, yüzünde yılların acısı, bin yıllιk dert ortağı Agır'a derdini böyle yanmış. Agır kan ağlamış, kan akmış gözlerinden, yüreğinden yiğitlerin kanı akıp durmuş. Kan, Murat olmuş, kin olmuş.

Apo derdini böyle dökmüş. Peki Şıvan bu sözü saza nasıl dökmüş, görelim bakalım. Şıvan "Agır" üzerine uzun bir zaman çalιştı. Agır'da olup bitenleri, onun geçmişini, acılarını, sevdalarını içinde duya duya bir yılı aşkın bir süre çalıştı "Agır" üzerine. Dilinden Agır düşmedi. Agır gecesi, gündüzü oldu. Ve büyük bir emeğin, çoşkulu bir çalışmanın ürünü olarak kendi ulusal biçiminin en iyi örneklerinden biri olarak çıktı sonunda. Boynuz kulağı geçti yani. Melodi, o çarpıcı, kahredici, iç yakıcı sözlerin gölgesinde kalmadı, onu aştı. Aşınca da büyük bir yapıt çıktı ortaya. Sözleri güzel olan çok türküler vardır. Sözünü çıkardığιm an elinde kuru ve gülünç kalan bir melodi görülür. Çünkü, melodi söze sığınmıştır. Böyle müziklere müzik denmez. Müziğin özü melodisidir, söz ise biçimdir. Bir yapıt biçimin gölgesine sığınırsa, içi boşaltılmış bir karpuza döner. Oysa aslolan karpuzun içidir. Bizde karpuzun içini insanlar, kabuğunu ise eşşekler yer.

Şıvan,"Agır" ın bu güçlü ve çarpıcı sözleri karşısında onunla bir zorlu savaşa girdi ve melodi savaşı kazandı. Kutlarım. Kutlarım, halkımıza yüce bir yapıt armağan ettiği için. Acaba Şıvan yerinde bir başkası olsaydı, Örneğin bir Ruhi Su, veya Theodorakis olsaydı bu sözleri yene bilir miydi? Sanmıyorum.

Çünkü ikisinin de Ağrı isyanını, o halkın bin yıllık acısını, sesini, düşüncesini kavraması olanaksız. Bunlardan da öte, Agır'ı Şıvan'dan çok yüreklerinde duymaları olanaksız. Böyle bir şey yapmaya kalkmak, bir Alman yazarının Güney Amerika romanı yazmaya kalkması gibi bir şey. Bu iş dışardan olmayacağına göre Şıvan'a çok iş düşüyor. İşi zor Apê Şıvan'ın. Onun sırtına aldığı yükün nice ağır olduğunun bilincinde olduğunu biliyorum. Bir gecede yapılan uydurmalardan kaçacağını, beli birkesimde ünlenmek yerine, halkının yüreği, acısı, sevdası, sesi olacağına inanıyorum. Bu inancımda yanılmak -ki bunu olanak dιşι görüyorum, bir beni yıkmaz, halkımıza indirilen bir darbe olur.

Baksi kardeşimin kitabına bir önsöz yazmaya çalıştım. Bu önsözde öyle pek çoşku, heyecan yok. Biz Memê Alan değiliz ki ilk tümcede okuyucuyu olayın içine sokalım. Bir giriş oldu sadece, Mahmut Baksi'nin kitabına bir hoşgeldin oldu. Hoşgeldin "Şıvan'ın Sevdası:"

Ömer POLAT
22.08.19 84
Gelsenkirchen




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues