La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Hasan Keyf ve Ilısu Barajı


Auteur :
Éditeur : Compte d'auteur Date & Lieu : 2001, İstanbul
Préface : Pages : 92
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 210x295 mm
Code FIKP : Liv. Tr.Thème : Général

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Hasan Keyf ve Ilısu Barajı

Hasan Keyf ve Ilısu Barajı

Kurdish Human Rights Project

Compte d'auteur


Bu rapor, Türkiye’nin güneydoğusunda yapılması planlanmış olan Ilısu Barajı bölgesinde, 9 ila 16 Ekim 2000 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş uluslararası bir olgu saptama misyonu çerçevesinde hazırlanmıştır.

Bu raporun yazarları aşağıdakilerdir:
Nicholas Hilyard, The Corner House, BK.
Antonio Tricario, “An Eye on The SACE’ Kampanyası, İtalya.
Sally Eberhardt, Kürt İnsan Hakları Projesi, ( KHRP), BK.
Heike Drillisch, Dünya Ekonomisi, Ekolojisi ve Kalkınma, Almanya.
Douglas Norlen, Pasifik Çevre Araştırma Merkezi, ABD.

Araştırma-İnceleme Heyeti, Türkiye’de yatacak yer sağlayarak, tercümanlık yaparak ve Ilısu Projesi ilgi ilgili bilgiler vererek Misyon’a yardımcı olan herkese teşekkürlerini sunmaktadır.



NEHİR DOLMA KALEM OLSAYDI...”


Ahmet Kahraman

PKK militanlarının, 15 Ağustos 1984 akşamı, Eruh ve Şemdinli kasabalarına yaptığı baskın Türkiye Cumhuriyeti (TC) nin Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel'in, Cumhuriyet tarihinde 29. Kürt isyan” diye tanımladığı kanlı olayların başlangıcı oldu.

Eylemin başlangıcı değil, ama halkın desteği karşısında, TC'ni yönetenler adeta gafil” avlanmış, şaşıp kalmışlardı. Halk desteği, yönetime kızgınlık ve kinin ifadesiydi. Bu yüzden kar topu gibi yuvarlandıkça büyüyor ve eylem geniş alanlara yayılıyor, gün geçtikçe de kontrolden çıkarak, “PKK hareketi” olmaktan çok, geniş Kürt kesimlerinin destek verdiği bir isyana dönüşüyordu.
TC, daha “ilk kurşundan itibaren, halk desteğinin nedenlerini irdeleyip, gerçekçi çözümler üretme yerine, PKK'nın halkla ilişki bağını kesmek ve yayılmayı önlemek üzere, değişik propaganda atağına geçiyor, nafileliğini görünce de baskı kurmaya başlıyordu. Ancak, devlet terörü beklenileni vermiyordu. Şiddeti çözüm olarak görenler, başarısız kaldıklarını gördükçe baskıları, daha çok artırıyor, sınır tanımaz boyutlara ulaştırıyordu.

1991 yılında, “topyekün savaş” anlamına gelen, “topyekün mücadele” stratejisini yürürlüğe koydular. Bu, insanlık tarihinin en ağır trajedilerinden birinin daha başlangıcıydı.

TC’nin resmi söyleminde, son kez adı “Doğu ve Güneydoğu” olarak değişen, evrensel söylemde ‘tarihi Kürdistan'ın kuzeyi’ diye ifade edilen topraklarında, artık cehennemi günler yaşanıyordu. Yalnız insanlar değil, doğa da “Topyekün Mücadele” stratejisinde, hedefti. Köylerin, ormanların, dağları kaplayan bitkilerin üstüne yanıcı kimyasal tozlar, sıvılar dökülüyor, kibrit çakılıyor ve yangınlar, önüne çıkan her şeyi kül ederek yürüyordu.

Bütün bir bölge, koskocaman bir coğrafyada dağlar, sıra sıra köyler, yüzlerce yıllık ormanlar, düzlüklerde, yamaçlarda tek başına kalabilmiş ağaçlar, ovaları kaplayan ekin tarlaları, otlar, çiçekler yanıyor, küllerin arasında köz olmuş silahsız, savunmasız, sivil insan bedenleri ve hayvan cendekleri beliriyordu.

1991'den 1999 yılına kadar, 4 bin Kürt köyü yakılıp yıkılarak yok edildi. Topraklarından, yurdundan koparılan 4 milyon insan üretim ve çalışma hayatından koparılarak mültecileştirildi. Kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı.

Bu süreçte, “faili meçhul cinayet” adıyla 17 bin 500 adli dosya açıldı. Cinayet failleri yakalanamadığından” dosyalar öylece kaldı.
Kin ve öfkenin hedefi olan bazı “kurban”ların cesedi de bulunmuyor, “mezarsız ölü” olarak kalıyorlardı. At, eşek ve katır yılkıları kurşuna, bombaya tutuluyor, eti yenebilen hayvanlara el konuyor, bazan hayvanlarla dolu gom ve ahırlar ateşe veriliyor, hayvanlar meleyerek, bögürüp inleyerek yanıyor, yok oluyordu.

Trajedilerin tanığı bir Kürt, reva görülen bu zulmü, önünde akan nehiri eliyle göstererek, şöyle ifade ediyordu:
"Şu nehir dolma kalem olsaydı, o kadar mürekkep bile çektiğimiz acıları kağıda dökmeye yetmezdi."”

Bir Kürt kadını da, 1993 yılında, yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:
"Günü, tarlada çalışarak geçirmiştik. Yemek yiyemeyecek kadar yorgunduk. Çok sıcak bir yaz olduğundan, uyumak için evin damına çıktık. Karanlıkta silah atışları başladı. Aşağıya inip evin içine girdik. Kapıları kilitledik. Atışlar gün doğana kadar sürdü ve bir de helikopter sesi duyduk. Askerlerin evlere kimyasal maddeler püskürttüklerini ve ateşe verdiklerini gördük. Dehşete kapılmıştık. Askerler kapıları kırıp, kimi bulursa topluyorlardı. Askerlerden biri, bir şişe kırdı. Beyaz bir duman çıktı. Hemen ardından evin etrafı alevlerle sarıldı. Kimyasal bomba mıydı, neydi? Kaçmak istedik. Bunun için dışarıya çıktık. Yedi yaşındaki kızımın, askerler tarafından toplanmış grubun içinde olduğunu gördüm. Amcamın kızı yeni doğum yapmıştı. Bir kadının bağırdığını duydum: ‘Alaaddin ile Fahreddini öldürdüler.’ (yeni doğum yapan kadının kardeşiyle kocası) Kadın öyle şaşkınlık içindeydi ki, ‘hayatımda kim varsa kaybettim, o zaman bebeği ne yapayım!’ diyerek bebeğini alevlere doğru fırlattı. Gerçekten aklını kaçırmıştı. Neyseki, kız kardeşi bebeği, alevlerin içinden alıp kurtardı. Komşu köye kaçtık, ama askerlerin elinde kalan kızımla, insanları düşünüyordum. Sonra kızım, bir kaç kişiyle birlikte gelip bize katıldı. Sabah ilk işimiz köye dönüp, ne olduğuna bakmak oldu. Köye vardığımızda bir sürü hayvan leşi gördük. Koyunlar, tavuklar, eşekler...Hepsi yanmıştı. Sekiz tane insan cesedi bulduk. Katledikten sonra yakılmışlardı. Biri, ‘askerler geliyor’ diye bağırınca yine kaçtık..."”

Kırım ve kan sesinin hedefi, temel amacı, bütün bir bölgenin “insansızlaştırılarak Kürt sorununun bu yoldan çözümü olarak yorumlanıyordu.

Bir yandan da, coğrafyanın egemen olunamayan asi topraklarının suyla doldurularak, düzleştirilmesi” çalışmaları yürütülüyor, nehirlerin yolu, ardı ardına barajlandırılıyordu. Uygarlıkları yaratıp besleyen sular, hayatların, medeniyet izleri ve kalıntılarının celladı yapılıyordu.
***

Dicle ile Fırat nehirlerinin gövdesiyle yan kolları, Kürtlerin yaşadıkları toprakları suluyor, ilk yerleşimden beri, kıyılarında yeşeren medeniyetlere hayat veriyordu. Tarih yaratan suların, günün birinde medeniyetlerin izlerini yok eden canavara dönüştürülebileceği hiç kimsenin aklına gelmiyordu.

Ama gerçektir ki, ilkin yerleşik hayata can veren, Mezopotamya kültürünü yaratan Dicle ile Fırat bentleniyor, bu medeniyetlerin celladı haline geteriliyordu. İlk çalışmalar, 1950’lerde kızışan “soğuk savaş” döneminde başladı. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)nin yardımıyla, suları bastırma, sindirip pazar konusu etme, TC'nin komşularını teslim alma silahına dönüştürme çabasıydı bu.

O yıllarda, sosyalist ve kapitalist dünya blokları arasında kıyasıya bir rekabet, yarış ve ilan edilmemiş, ama bazı bölgelerde çatışmalara da dönüşen bir “soğuk savaş” sürüyordu. Bu savaşta TC, aldığı yardımlar karşılığında ABD’nin yanındaydı. TC'nin güney komşuları Suriye ve Irak ise sosyalist blokun lideri Sovyetler Birliği (Rusya)nin safında...

ABD’ye “tabi” olmayan, boyun eğip, yanına geçmeyen devlet “"düşmanı", dolayısıyla TC'nin “hasmıydı. Düşman ya da hasımlar, ekonomik, politik ve siyasal cephelerde de sıkıştırılıyor, köşelere itiliyordu.

Anadoludan doğan Dicle ile Fırat, Suriye ve Irak’daki hayatı da sulayıp, güç kattıktan sonra denize ulaşıyordu. İki nehir önemli nitelikte olmasa bile ulaşımda da kullanılıyordu.

ABD’nin, “düşmanın can damarını kesme” amacı, TC’nin de sudan elektrik elde etme çabasıyla birleşince, daha sonra doğa ve medeniyet kalıntılarının celladı kesilecek baraj inşaatları başlıyordu.

Dicle ile Fırat üzerinde ardı ardına barajlar projelendirildi. 1970’lerde, bunların ilki olan Keban Barajı devreye sokuldu. Bunu, yenileri izledi.
***

Keban barajı, Elazığ, Bingöl, Dersim ve Malatya dörtgeninde, geniş tarım alanlarını altına alıp, sulara gömmüş, tarihe tanıklık eden, çağların ötesinden uygarlıkların izlerini taşıyan kalıntılar, bir daha ulaşılamayacak biçimde yok edilmişti.

Bu arada demografik yapı bozulmuş, tarıma dayalı büyük bir insan topluluğu açıkta kalmıştı.

Oysa devlet, topraklarını kaybedenlere yeni bir hayat vaadetmişti. Verilen sözlerin hiç biri yerine getirilmedi. Topraklarına karşılık verilmesi gereken paralar ya zamanında ödenmeyerek enflasyonla eritilmeye terk edildi, ya da hiç verilmedi. Her şeyini kaybeden insanlar, devletle mahkemelik olmak zorunda kaldılar.

Sonunda, büyük bir insan göçü başladı. Elazığ şehri, topraklarından, iş ve uğraşlarından koparılmış insanların akınına uğradı. Şehrin nüfusu, birden bire katlanarak büyüdü.

“"Yeni şehirlilerin işi, uğraşı yoktu. Atıl, bir iş gücü yoğunlaştı. Bir süre sonra, şehrin sokak ve meydanlarını, el arabalarıyla dolaşan gezgin satıcılar doldurmaya başladı. Şehir baştan başa gezgin satıcıların hücumuna uğramıştı.

Demografik yapının işsizler, umutsuz, yarınsızlarla temelinden bozulması sonucu, suç oranı arttı. Elazığ sosyal patlamaların yaşandığı bir merkez haline geldi. 1970'lerde, örgütlenen faşist birlikler, 1978 yılında Türk ırkçılığı sloganlarıyla sığınmacı durumuna düşmüş Kürtlere saldırmaya başladılar. Kanlı olaylar yaşandı. Pek çok insan hayatı söndü.

Sonuç olarak Keban Barajı, Fırat nehrinin setlendiği topraklara, kayıplardan başka hiç bir şey getirmedi.
***

Kebanı, Dicle ve Fırat'ı setleyen bir dizi baraj izledi. Atatürk barajı, bunların en büyüklerinden biriydi ve yeni insanlık yıkımlarını birlikte getirdi. Örneğin Mekadonyalı İskender, Roma ile Eyübilerden kalma tarih izleri, bir zamanların görkemli Komegen İmparatorluğu'nun görkemli merkezi Samsat kalesi dahil, bölgenin kültürel zenginlikleri sulara gömüldü.

Bozova yakınlarındaki “"Newala Çolê", tarihte bilinen en eski yerleşim merkeziydi. İnsanlığın, bu evrimsel tanığının izleri artık yok. Dünyanın gözleri önünde, suların altında kaybedildi.

Tarihin mirasını yok etmekle kalmadılar. Barajın, Harran ovasını sulamaya dönük bölümü, sosyal değişimlere neden oldu. Tarım alanlarına yerli ve yabancı büyük sermaye akını başladı. Parayı çekici bulan bir çok küçük çiftçi elindekini satarak, kendi topraklarında işçi haline geldi.
***

Dicle, Fırat, Munzur ve Zap başta olmak üzere, bütün nehirlerle ırmakların barajlarla setlenmesi hırsının altında, ekonomik amaçlar mı yatıyordu? Amaç ne olursa olsun, hiç bir neden uygarlıklara hayat veren suların, tarihin celladı yapılmasını haklı gösteremezdi.

Ayrıca, kısa zamanda berraklaşan gerçekler, ardı ardına girişilen baraj hamlelerinin politik ve stratejik amaçlı olduğunu gösteriyordu. Bir yanda, stratejik toprakların suyla doldurulması, bir yanda bölgenin insansızlaştırılması, öte yandan da komşulara karşı suyun silah olarak kullanılması çabaları beliriyordu, yatırımların gerisinde...

Amaç ekonomik olsaydı, en son dev barajlara sıra gelirdi. Doğa ve demografik dengelere özen gösteren bütün dünyada, sudan elektrik üreten barajlarının yerine başka yollar deneniyor, örneğin güneş ve rüzgar enerjisinden yararlanılıyordu.
TC 2001 yılında ekonomik kriz içindeydi. Tarım ürünlerinin gelirini de rehin ederek kapı kapı dolaşıyor, dünyada borç para arıyordu. Ekonominin tükenip dibe vurduğu, yatırımların durduğu, sıradan insanların ekmek bulamadığı ülkede, sistem Dersim dağlarını, yar ve vadilerini birleştirip, düm düz edecek yatırımlarla meşguldu.

Dersimin konumu mu bu yatırımı acilleştiriyor, öncelikler arasında alıyordu? Bilinmez ki...

Ama Dersim'in konumu farklıydı. Sarp dağları, dağları birbirinden koparan derin kanyonlarıyla Roma ve Bizans dahil, tarih boyunca “zaptı” egemenleri meşgul edip düşündüren, Osmanlı'nın bir türlü giremediği, TC'nin hakim olmakta güçlük çektiği, bu yüzden başını ağrıttığı “tabii bir kale” konumdaydı.

Munzur suyunun aktığı ve aynı adı alan efsanevi Munzur vadisi, en asi, en girilip tutunulamaz toprak parçalarından biriydi.
Derinlik ve sarplıkların sularla doldurulmasıyla Dersim, “girilir” hale, zapt edilir duruma mı getirilmek isteniyondu? Bu amaçla mı, asi yarlar, tutunulmaz kayalık ve tepeler sulara gömülme, ortalığın düm düz edilme proğramı hayata geçirilmeye başlanıyordu? Gerçek niyetler açıklanmamıştı, ama Dersimi kaplayan tarih, buldozerlerin dişlileri arasında çiğneniyor, un ufak ediliyor, geride kalanlar, sulara teslim edilmeye hazırlanıyordu.
***

Barajlarla engin toprakların sular altında bırakılmasıyla, geniş insan yığınları tarihlerinden, köklerinden, topraklarından koparılıp, savruluyorlardı. Atalarının yurdu, ölülerinin mezarları, taşınamayan tarihleri ve geçmişleri “kayıplara karıştırılıyorlardı.
Onlara hayat veren su, önüne çıkanı yok eden bir cellada, canavara dönüştürülüyordu.

Bir başka baraj projesiyle de, efsanevi Zap Vadisinin boynuna ölüm kemendi geçiriliyor, 80-90 kilometrelik vadinin sulara gömülmesi planlanıyordu.
***

Yıllar önceydi. Yanılmıyorsam, emekli generallerden Kenan Esengin, Milliyet gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Dicle ile Fırat'ın barajlanmasının askeri strateji açısından yararlarını anlatırken, “"Suriye, sahip olduğu tank sayısıyla bizden üstün" diyordu. "Herhangi bir savaşta, baraj kapaklarını açar, tanklarını hareketsiz kılarız" diye devam ediyordu.

TC, Birecik Barajı'ndan bir kaç on kilometre ötede, sınırdaki Kargamış’da bir baraj inşa ederek, Suriye'nin, “barajlar askeri strateji gereğidir” görüşüne yanıt veriyor, topraklarını susuz bırakıyor, orada bir medeniyet merkezini daha suların altına, balçığa gömüyordu.
Birecik barajı, "tarih soykırım"larından en korkuncunu gerçekleştiriyordu. Romanın en önemli şehirlerinden biri olan Zeugma (Belkis) şehri sular altında bırakıyordu. Belkis, Roma imparatorluğunun bölgedeki yönetim ve ticari merkeziydi. Buldozerlerle kazınan, tahrip edilen Zeugma şehrinin ortaya çıkan molozları arasında, insanlık tarihinin en önemli, en renkli ve görkemli mozaik tabloları ortaya çıkıyor, bunların çok azı kurtarılıyor, gerisi cellat yapılan suların önüne atılıyordu.

Halfeti ilçesiyle bağlı köylerin önemli toprakları da o arada sulara gömülüyordu.
***

Hasankeyf şehir ve medeniyeti onbin yıl önce kuruldu. Eyubi devletinin kurucusu, Haçlı ordularını yenilgiden yenilgiye uğratarak, yüz yıl egemenliklerinde kalmış kutsal Kudüs şehrini yeni baştan fethedip sahiplerine iade eden “Şêrko” (Dağ Aslanı)nun yegeni, Eyub'un oğlu, Kahireyi devletine başkant yapan Kürt Yusuf Selahaddin'in memleketiydi.

Eyub oğlu Selahaddin'in atalarının, ovalarında küheylanlar koşturup ceylanlar kovaladığı, Raman dağında geyikler avladığı Hasankeyf, insanlığın evrimsel tarihini anlatan bir bilgi deposuydu.

Şehir, tapınak, kilise, cami ve bu farklı kültür ile inançlara bağlı insan mezarlarıyla Roma, Bizans, Emevi, Abbasi, Hemdani, Mervani ve Eyubi devletlerine de tanıklık ediyordu. Taşlar, kayalar oyularak yaratılmış çöl ikliminin sınırında evleri yazın serin, kışın sıcak kalabilen ilk mağara şehirdi, Hasankeyf.

Mağara şehrinin ortasında minaresiyle doğaya direnen cami, Hz. Muhammed Peygamberin amcası Cafer-i Tayyar'ın torunu İmam Abdullah'ın kabrini de yanıbaşında barındıran kutsal bir mekandı.

Şehrin mirasçılarından önemli bir kısmı, 1970'lerin başına kadar, hala orada oturuyor, tarihi camide ibadet ediyorlardı. 1980'lere kadar, vadiye açılan iki kanatlı devasa kapısı hala yerinde duruyordu. Mağara kent, artık evsizlere barınak oluyor, kimi sahipleri serin yazlık, kışın da hayvanlara ahır olarak kullanıyordu.

Şehir, devinen eski hareketliliği hariç, her şeyiyle yerli yerindeydi. Evlerin oyma taş duvarlarını süsleyen kabartma ve süsleriyle...

Kürtlerin Romeo ve Jülyet'i olan Mem-û Zîn'in hikayesi, Hasankeyf’de geçiyordu. Edebiyatın bu ilk şehaserlerinin mekanı olması nedeniyle de ayrı bir değere sahipti şehir...

Hasankeyf şehrinin yukardan, kayalık tepelerden baktığı, bir zamanlar kıyılarındaki bahçelerinde genç kızların turna gibi şakıdığı durgun ve mahzun Dicle, şehrin cellatı olarak akıyordu. Sulara boğulmak istenen kültür ve medeniyetin paha biçilmez şehrinin sessiz çığlıklarını kimse duymuyordu.
***

Kısacası, su hayattı. Mezopotamya kültürünü yaratmış, dünyanın uygarlık beşiği bu bölgede Dicle ile Fırat'ın kıyılarında Asur, Sümer, Babil ve elam kültürleri fışkırmıştı. Kimin aklına gelebilirdi, tarihin miladı kabul edilen Peygamber İsa'nın doğumundan 2000 yıl sonra, aynı suların, bu medeniyetlerin boğazına ölüm kemendi olarak geçebileceğini?..

Sudan cellatların dalgalandığı Mezopotamya kültürü ki, ekinleri ilk hayat verendi. Aletleri kullanan ilk uygarlık...

Dicle ile Fırat. Bu kültür Hazreti İbrahim ve Eyüp başta olmak üzere nice nice peygamberler yetiştirmişti. Medeniyetler yaratan, devirler açıp kapatan Dicle, Fırat, Zap ve Munzur suları sonunda doğayı, otu, çiçeği, ağacı ve onların yeşerdiği toprağı, kısacası hayatı yok eden canavar, eski medeniyetlerin izlerini, kalıntı ve belgelerini öldüren cellat oluyordu.

Ne hüzün... Ağla ey insanı insan yapan tarih bilinci...



Teşekkürler

Bu rapor, Türkiye’nin güneydoğusunda yapılması planlanmış olan Ilısu Barajı bölgesinde, 9 ila 16 Ekim 2000 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş uluslararası bir olgu saptama misyonu çerçevesinde hazırlanmıştır.

Bu raporun yazarları aşağıdakilerdir:
Nicholas Hilyard, The Corner House, BK.
Antonio Tricario, “An Eye on The SACE’ Kampanyası, İtalya.
Sally Eberhardt, Kürt İnsan Hakları Projesi, ( KHRP), BK.
Heike Drillisch, Dünya Ekonomisi, Ekolojisi ve Kalkınma, Almanya.
Douglas Norlen, Pasifik Çevre Araştırma Merkezi, ABD.

Araştırma-İnceleme Heyeti, Türkiye’de yatacak yer sağlayarak, tercümanlık yaparak ve Ilısu Projesi ilgi ilgili bilgiler vererek Misyon’a yardımcı olan herkese teşekkürlerini sunmaktadır. Teşekkürler aralarında yerel görevliler, gazeteciler, devlet memurları, tarihçiler ve avukatlar da bulunan tek tek kişiler ile Türkiye İnsan Hakları Derneği (İHD) ve GÖÇ-DER de dahil olmak üzere yerel ve ulusal örgütlere yöneliktir. BK ve ABD’de ise Angela Barber’a, Dean Bialek’e, Harun Düzgören’e, Kate Geary’ye, Rebecca Wood’a ve Uluslararası ve Çevresel Yasa Merkezi(ne (Washington D.C.) teşekkür etmek istiyoruz. Son olarak endişelerini ve deneyimlerini bizimle paylaşan çok sayıda göçmene ve köy sakinine de özellikle teşekkür ediyoruz.

Ilısu Kampasıyla ilgili daha fazla enformasyon için bkz. www.ilisu.org.uk.
Kredi ihraç eden kuruluşlarda reform yapılmasına ilişkin uluslararası kampanya konusunda bkz.
www.eca.watch.org.

Kapaktaki ve 19, 27, 43 & 69’uncu sayfadaki resimler: Angela Barber

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues