La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Lozan Barış Konferansı, Takım I Cilt 1 Kitap 1


Auteur :
Éditeur : SBF Yayınları Date & Lieu : 1972-01-01, Ankara
Préface : Pages : 394
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 185x265 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Mer. Loz. I. 1. 1 4913Thème : Général

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Lozan Barış Konferansı, Takım I Cilt 1 Kitap 1


Lozan Barış Konferansı, Takım I Cilt 1 Kitap 1

AÜSBF

SBF Yayınları


Yeni Türkiye’nin, bağımsız ve ulusal çağdaş bir Devlet olarak uluslararası alanda kendisini kabul ettirmesinin ana belgesi olan Lozan And- laşmasının Türkçe metni Düstur'da yayınlanmıştır.1 Ancak, Kurtuluş Savaşından sonra, Barış Konferansındaki çetin diplomatik savaşmaların sonucu olan bu Andlaşmanın yalnız metniyle yetinilirse, ne Andlaşma hükümlerini gereği gibi anlamak, ne de bunları gerçekleştirmek için en zor koşullar altında harcanmış çabaları hakkıyla değerlendirmek mümkün olur. Bunun için, Konferansın tutanaklarına başvurmak zorunludur.
Oysa, Konferans tutanaklarının resmî metni Fransızcadır.1 2 Ingiliz Hükümeti, Konferansın ilk dönemine ilişkin tutanakların İngilizce çevirisini 1923 de yayınlamıştır.3 Konferans tutanakları, Türkçeye, bir kurulca ...



ÖNSÖZ


Lozan Muahedesi imparatorluğun tasfiye edildiği muahededir. I nci Cihan Harbini, beraber muharebe ettiğimiz müttefiklerle, kaybettik. Yenilgi kesin idi ve galipler sulh masalarına tam hâkimiyetle oturdular. Müttefiklerimiz olan imparatorluklar, sadece, aldıkları muahede projelerini görmek ve imzalayacaklarını veya imzalamayacaklarım söylemek hakkı ile konferansa girdiler.

Türkiye’nin durumu hepsinden daha güç olmuştu. Türkiye, herkesin 1918 de bitirdiği muharebeye, daha dört sene devam etti. Memleketi işgal altında idi. Her taraftan istilâ ve fiilî hâkimiyet silâhla devam ediyordu.

1922 de, birden bire, askerî vaziyet, galiplerin hiç ihtimal vermedikleri kesin bir netice ile, yani Türk zaferi ile, yeni bir safhaya girdi. Büyük galip devletler, yardım ettikleri küçük ortaklarıyla, muharebeyi devam ettirmişler, ve dört sene içinde, bizi, içeriden Padişah Hükümeti, karışıldıklar ve sona kadar Yunan ordusuyla amana düşüreceklerini zannetmişler, muvaffak olamamışlar, 1918 galibiyetinden farklı bir vaziyete düşerek, bizi sulh masasına çağırmışlardır.
Biz, Büyük Millet Meclisi Türkiyesi, o haleti ruhiyede idik ki, imparatorluk mağlup olmuştu ve zaten imparatorluk, memleket içinde de, düşmüş ve lâğvedilmişti. Biz, 1918 mağlubiyetini üzerimize almıyorduk. Galip devletler, 1918 galipleri durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar altında Konferans toplandı.

Sırası geldikçe ben, Baş Murahhas olarak, Mudanya Mütarekesinden buraya geldiğimi söylerdim. Lord Curzon ise, bana, Mondros Mütarekesini hatırlatmağa çalışırdı. Mesele, aramızda hallolunamadan, ihtilâflı kalırdı.

Müzakereye başladığımız zaman, eşit şartlarla müzakere edeceğimiz nazarî olarak kararlaştırılmıştı. 1918 galipleri bu şartı nazarî olarak kabul ederler ve tatbikatta ağırlıklarını başka istikametlere yöneltmeğe çalışırlardı. İlk günden itibaren, Konferansın eşit şartları, milletlerin istiklâli havası ve hakkının münakaşasını, her vesile ile yenilerdik.
Müzakere başlamadan evvel, İsviçre Reisicumhurunun açma merasiminin nasıl yapılacağını bize haber verdiler, ilk haber, Reisicumhur Konferansı açacak ve ondan sonra çekilecek, Konferans toplanacaktı. Biraz sonra, ikinci bir haber geldi: Reisicumhur Konferansı açacak, Müttefiklerden söz alacak, konuşacak ve tören kapanacaktı. Bunu bize söyler söylemez, «Müttefiklerden biri konuşursa, bizim de, bir taraf olarak, konuşacağımızı» haber verdim.

Bunun üzerine, Fransız Başvekili M. Poincare ile görüşmemiz oldu. M. Poincare, benim ne konuşacağımı öğrenmek istiyordu. Kendisine, hazırlamış olduğumuz bir açış konuşması bulunduğunu söyledim. Müttefiklerden İngiliz Hariciye Nâzırınm, Konferans namına, yalnız teşekkür edeceğini, başka bir şey yapmayacağını söyledi. «Ben de yalnız teşekkür ederim» dedim. M. Poincarö merak etti, konuşmamın ne olduğunu görmek istedi. Çıkardım, gösterdim. İçinde bir çok şikâyetler vardı. Memleketimizin gördüğü tecavüzleri, haksızlıkları anlatıyordum. İlk anda böyle bir çatışmaya varılmaması için M. Poincare çok ısrar etti. Nihayet bir iki kelime kabul, başka bir şey değiştirmemekte ısrar ettim. Ayrıldık.

Üçüncü haber, tekrar, Reisicumhurdan sonra kimse konuşmayacak, şeklinde geldi. «Kimse konuşmazsa, ben de konuşmayacağım; bir kişi konuşursa, mutlaka ben de konuşacağım» dedim.

Tören açıldı. Reisicumhurdan sonra, Lord Curzon’a söz verildi. Lord Curzon, teşekkürlerle birlikte, sulh arzularıyla geldiğini söyledi; sulhun lüzumunu bütün milletler için göstererek ve temenni ederek, haklı ve iyi niyetli bir eda ile konuşma yaptı.

Lord Curzon yerine otururken, törende toplanmış olanlar beni, hayretle, kürsüde gördüler. Reisicumhura hitap ettikten sonra, konuşmama başladım. Sulh arzularıyla geldiğimizi, çok haksızlık gördüğümüzü söyledim; sulh arzularının bütün Konferansa hâkim olması, adalet içinde bir sulh yapılması dileği ile sözü bitirdim. Oturdum.

Herkes, garip bir vaziyette, nihayet benim diplomat usullerini bilmeyen bir asker olduğuma hareketimi vererek, aramızda sataşmalar ve usul münakaşalarıyla, törendeki müdahalemi hazmedip geçtiler.

Konferansın ilk toplantısında İçtüzüğünü konuşurken, eşitlik şartlarına titizlikle dikkat ettik. Meselâ Konferansın dili İngilizce ve Fransızca olacak deniyordu. Ben, «bir de Türkçe olacak» diye ilâve ettim. Komisyon başkanlıkları İngiltere, Fransa ve İtalya arasında taksim olunuyordu. Bizim de bir komisyon başkanlığına hakkımız olduğunu tartıştım. Nihayet Konferansın İçtüzüğü kabul edildi ve içinde bizim kabul etmediğimiz noktalardan bir çoğu gösterildi.

Bunları söylemekten maksadım, eşitliğin şartlarını dikkatle takip ediyoruz; tabiî, ehemmiyetsiz usulde, selâmda sabahta bile, fark gözetirlerse, o farkları gösteriyoruz, fakat bu yüzden Konferansın inkitaa gitmesini istemiyoruz; Konferansın yapılmasını istiyoruz. Konferansa hangi haleti ruhiye ile gittiğimiz, şimdiye kadar anlaşılmıştır zannederim.
Biz, Millî Mücadele esnasında, hep İngilizlerle hasım durumunda bulunduk. İstanbul Hükümeti, bizimle mücadele ederken, başlıca İngi- lizlere istinat ediyordu. Fransızlarla fiilen muharebe etmiş olduğumuz halde, nihayette, Ankara İtilâfnamesiyle Fransızlarla yarı sulh olmuş gibiydi ve aramızda yakınlık vardı. İtalyanlarla aramızda hiç muharebe geçmemişti ve onların Yunan istilâsına taraftar olmadıklarını zannediyorduk. Japonya ve diğer Balkan devletleriyle kolay anlaşacağımızı tahmin ediyorduk.

Bu hulâsa ile, Konferansda biz, İngilizlerin bize karşı olan düşmanlığından zarar görmemek için, diğer bütün Müttefiklerle beraber hareket etme usulünü takip etmek istedik.

Lord Curzon bunun farkına vardı. İlk aylarda hiç bir İngiliz meselesinden dolayı Konferansı tehlikeye düşürecek kesin bir vaziyet almıyordu. Ve diğer büyük küçük bütün Müttefiklerin, en ünemli ve en önemsiz her isteklerini ve her sözlerini bütün kuvvetiyle destekliyordu. Özel bir görüşmemizde, bana, benim çok manevraya alışkın olduğumu, ama düşündüklerimi tatbik ettirmeyeceğini, yarı şaka bir eda ile söylemişti. İngilizden başka olan bütün Müttefikler, benimle ayrı ayrı her pazarlığı yapmağa istidatlı idiler, ümit veriyorlardı. Fakat, İngilizlerle ihtilâf içinde bir meseleyi öne sürünce, onu İngilizlerle halledeceğimi, kendilerinin hiç bir şey yapamayacağını bildiriyorlardı.

Lord Curzon, büyük meselelerden hiç birini, daha evvel bütün müttefiklerini toplayıp bir karara bağlamadan, açık müzakereye getirmiyordu. Bu usulle Konferansda bir neticeye varamayacağımız anlaşılmıştı. îngiliz- den başka olan Müttefiklerin arzularını tatmin etmek imkân haricinde idi. Bütün Türkiye’yi versek, kâfi gelmiyordu. Ve buna bedel de, sona kalacak Ingiliz meseleleri için, hiç birisi, Ingiltere’den ayrılacağını söyleyemiyordu. O halde, evvelâ, taktiği değiştirdik. Birinci devrenin sonuna doğru, sul- hün ingilizlerin elinde bulunduğu kesin kanaatına vardım. Onların kopma meselesi yapabilecekleri konulara teşhis koyarak, oralarda bir neticeye varmayı öne aldım.

Konferansın büyük meseleleri şunlardı:
İlk önce arazi meseleleri. Bunlar, muharebe meydanlarında fiilen bir neticeye varmış; Ankara itilâfıyla Fransa ile hudut meselesi halledilmiş; fiilen işgal etmediğimiz halde almak istediğimiz Trakya, Mudanya Mütarekesi ile harbin hemen sirayet çevresi olmak itibariyle, daha evvel, Konferans kararlaştırılırken şarta bağlanmıştı. İstanbul’un ve Boğazların kayıtsız şartsız boşaltılması, Konferansda, baştan sona kadar, bizim başlıca kaygımız olmuştur. Konferansda çıkacak yeni arazi meseleleri üzerinde, fiilen işgal etmedikçe, yeni bir adım atmak ihtimali görülmüyordu.

Konferansın büyük meselelerinden biri, Boğazlar meselesi olmuştur. Boğazların açık olmasında başlıca Ingilizler ısrar ediyorlardı; bütün Müttefikler Ingiltere etrafında toplanmışlardı. Bu meselelerde bir kopmaya gitmemek, sulh için çaresiz görünüyordu.

Konferansda, Kapitülasyonlar büyük dâva olmuştur. Bunda bütün Müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardır. Biz de bu meseleyi hayatî dâvalarımızdan biri sayıyorduk.

Konferansda azınlıklar (ekalliyetler) yüzünden, tarihten gelen alışkanlıkla, büyük ihtilâf çıkacağı beklenebilirdi. Azınlıklar meselesi, Konferansa gitmeden evvel, fiilen halledilmiş durumda idi. Bu yüzden, Türkiye’yi zorlamak mümkün olamazdı. Zaten, kapitülasyon içinde bulunmayan her memleketin kabul ettiğini biz de kabul ediyorduk.

Konferansın büyük bir meselesi, Düyunu Umumiye meselesi, yani Osmanlı imparatorluğu borçlarının altın ödeme mecbutiyeti, ve Osnıanlı imparatorluğunda alışılan imtiyaz ve İktisadî nüfuz sahaları usulünün kaldırılması çabası olmuştur. Bunda îngilizler nisbetle daha az alâka gösterdiler. Diğer Müttefikler son derece hırslı ve haşin idiler.
Bu büyük meseleler, hesapsız başka meselelerle beraber konuşuldu. Bir konferansı neticeye vardırmak için tarafların ciddî olan uzlaşma arzusu esaslı rolü oynar. Biz, hayatî bir mani olmadıkça, sulh yapmak mecburiyetindeydik. Müttefikler, kendileri için kopma meselesi sayılabilecek konular dışında, Türkiye ile sulh yapmayı ve yeni memleketlerde sulh içinde yerleşmeyi tercih ediyorlardı.

Müttefikler, arzu ettikleri muahedeyi bize kabul ettirmek için, yalnız müzakerelerde hukukî çekişmelerle kalmamışlar, Şubatta büyük baskı ve gösteri ile, Konferansı kesintiye uğratmağa kadar, kararlı olarak gitmişlerdir. Zannediyorlardı ki, bu kadar şiddetli bir baskı karşısında, hallolunamayan meselelerde, Türkler boyun eğeceklerdir. Şubat teşebbüsünü reddedip, ayrılmayı göze aldığımızı gösterdikten sonra, daha Ankara’ya gelmeden, daha İsviçre’de iken, ileri vardıklarını ve Türklerin, hayatî gördükleri meseleleri her halde elde etmek için, tehlikeleri göze alabileceklerini, şiddete, zora baş eğmeyeceklerini anlamışlardı. Buraya kadar, tecrübe etmeden, bunu kabul etmiyorlardı.

Lord Curzon’un İsviçre’den ayrıldığı 4 Şubatın ertesi günü bu, teşhisi ufukta gördüm. Konferansın kesilme yapmadığını, erteleme yaptığını söylemekte acele ettiler; ve ben, Ankara’ya gelinceye kadar, Lord Curzon’dan yolda dostane mesajlar aldım. Havayı ümitli olarak muhafazaya ehemmiyet veriyordu. Onun için, ben Ankara’ya geldiğim zaman, ve Hükümete vaziyeti etrafıyla ve bütün güçlükleriyle anlatırken, «Sulh ihtimali vardır, bunu elde edebiliriz» kanaatimi Müettefikler başka bir şeye de güveniyorlardı: Yeni Türkiye, yeni bir devletin büyük reformları içinde idi. Bu reformları Türkiye bünyesinin ne kadar hazmedeceği meçhul idi ve onlar için, Konferansda kaybettiklerini yeniden elde etme fırsatım verebilecek bir ihtimal idi. Bu sebeple, bir takım vâdelere bağlanmış kararlarla yetinmekte mahzur görmediler. Vâdeler gelinceye kadar olacak hâdiselerden ümitli idiler.

Müttefiklerin âti için bir ümitleri de, yorulmuş, fakir düşmüş bir milletin, harap olmuş memleketini tamir etmek için mutlaka yardıma muhtaç olacağı, bunun için kendilerine müracaat edildiği vakit, harpte ve Lozan’da kaybedilmiş olan eski alıştıkları usullerin ve muamelelerin tekrar konabileceği idi.

Lozan Muahedesinin tasdiki de bir yıl geç oldu. Ümitleri bu Muahedenin tatbik edilemeyeceğinde idi. Bu ümitleri hiç gerçekleşmedi.

Kabul edilen muahedenin eksik ve ileriye bağlanmış noktalarını bu şekilde anlamak lâzımdır, ilk ticaret muahedesi, beş sene için, Lozan’da kararlaştırıldı. Adlî idare beyannamesi, böyle bir ümitle, beş seneye bağlandı. Sağlık işleri beyannamesi için de böyle yapıldı.

Şimdi, bu anlattıklarımdan sonra kavranacaktır ki, ticaret muahedesi beş seneyi bitirdikten sonra, Türkiye, haklarına aykırı hükümlerle yenî bir ticaret muahedesi yapmayacak durumda idi. Adlî idare beyannamesi kolaylıkla vâdesini bitirdi. Çünkü, bu beyannamenin müddeti dolduğu zaman, yabancı müşavirlerin ümit edebilecekleri İslâhattan çok ilerisi, Türkiye’de fiilen tatbik olunmuştur. Sağlık işleri beyannamesi de bu tarzda kolaylıkla bitmiştir. Lozan Muahedesinin bu eksikleri böyle tamam oldu.

Boğazlar muahedesinin açığının kapanması, 1936 da Montreux ile mümkün oldu. Boğazların Türkiye elinde her suretle müdafaa edilmesi hakkının, uluslararası emniyet için de lâzım olduğunu, yeni Türkiye kabul ettirdi.
Müttefiklerin İktisadî nüfuz sahaları ve Türkiye’ye yardımın anormal istifadeler karşılığında yapılması alışkanlığı hiç bir zaman gevşemedi ve II nci Cihan Harbine kadar ilk safhası devam etti. II nci Cihan Harbinde müttefik olduktan sonra, bu vaziyet, ittifakın şartları ve ittifak münasebetleri içinde, bir dereceye kadar düzelmiştir. İktisadî şartların millî menfaate göre ve siyaseten ve iktisaden kuvvetli memleketlerin usulleriyle işlemesi meselesi hâlâ halledilecek bir mesele olarak devam etmektedir.

Lozan Muahedesinin bünyesi ve tamamlanması hikâyesi budur.

Son fasıl olarak, Lozan Muahedesinin özelliğini anlatacağım. I nci Cihan Harbinden kalan muahedelerin hiç birisi yaşamaz. Yalnız Lozan Muahedesi ayaktadır. II nci Cihan Harbinden sonra yeni muahedeler dünyaya yeni meseleler ve yeni ihtilâflar çıkarmıştır. Lozan Muahedesi Türkiye için esaslı değerini ve uluslararası münasebetlerde kılavuz olacak ilkeleri taşımakta devam etmektedir. Denilebilir ki, Lozan Muahedesi, imzasından 46 sene sonra, tazeliğini muhafaza etmektedir.

30 Eylül 1969
İsmet İnönü



Sunuş

Yeni Türkiye’nin, bağımsız ve ulusal çağdaş bir Devlet olarak uluslararası alanda kendisini kabul ettirmesinin ana belgesi olan Lozan And- laşmasının Türkçe metni Düstur'da yayınlanmıştır.1 Ancak, Kurtuluş Savaşından sonra, Barış Konferansındaki çetin diplomatik savaşmaların sonucu olan bu Andlaşmanın yalnız metniyle yetinilirse, ne Andlaşma hükümlerini gereği gibi anlamak, ne de bunları gerçekleştirmek için en zor koşullar altında harcanmış çabaları hakkıyla değerlendirmek mümkün olur. Bunun için, Konferansın tutanaklarına başvurmak zorunludur.

Oysa, Konferans tutanaklarının resmî metni Fransızcadır.1 2 Ingiliz Hükümeti, Konferansın ilk dönemine ilişkin tutanakların İngilizce çevirisini 1923 de yayınlamıştır.3 Konferans tutanakları, Türkçeye, bir kurulca çevrilmiş ve 1924 de yayınlanmıştır.4 Şu var ki, eski yazı ile basılmış olan bu çevirinin dili, değil gelecek kuşakların, değil bugünkü genç kuşağın, orta yaşa varmış olanların bile anlamakta güçlük çekeceği -birçok yerlerini de anlayamayacağı- ölçüde ağır ve eskidir.

Dört yıl sonra, 1973 de, Lozan Andlaşmasmm 50 nci yıl dönümü kutlanacaktır. Devletimizin, uluslararası alanda bugün de temel direği olan bu Andlaşmanın 50 nci yılı yaklaşırken, Konferans tutanaklarının eski yazıda ve eski dilde kalmasına, bugünkü yazımız ve dilimizle bir metinden yoksun bulunmasına gönlüm razı olmadı.

Tutanakları ve belgeleri Türkçeye yeniden çevirirken, başta Fransızca resmî metni göz önünde tuttum. Bununla birlikte, hem 1924 Türkçe çevirisinden, hem de -özellikle İngilizce yapılmış konuşmalar için- İngilizce çeviriden yararlandım; karşılaştırmalar yaptım.

.....




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues