La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Hatıralarım


Auteur :
Éditeur : Avesta Date & Lieu : 2000, İstanbul
Préface : | Pages : 400
Traduction : ISBN : 975-7112-73-9
Langue : TurcFormat : 135x210 mm
Code FIKP : Liv. Tur. 2133Thème : Mémoire

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Hatıralarım

KÜRTLERİN DE BİR ŞANSI OLSUN: MUSA ANTER

Herkes söze bir yerden başlar, ben de öyle yaptım. Musa Anter bu sefer köyünden gelip İstanbul'a yerleşmeden önce, içimde hep şöyle bir duygu/arzu vardı: Birisi çıkıp da Musa Ağabey'in hayat hikayesini yazmalı... Bir de kendime göre bir isim uydurdum "Musa ölmeden."

Adını ne koyarsa koysun bu işi becerdi. Bu, O'nun en uzun ömrüdür. Bediüzzaman Said-i Kürdi'nin resimlerine dikkatle bakanınız var mi bilemiyorum. Ben çok dikkatle baktım her resmine; bir gözü büyük, biri küçük. Sayın Anter'in de öyle, benim oğlumun da. İnsan bazen densiz gözlemler yapıyor, elimde değil. Kim bilir, belki de insan, kendi insanlarında olağanüstü olanı arayıp buluyor ve ona öykünüyor. Ben içimden geleni yazacaktım. Sözümde duruyorum. O'nun kendisine özgü bir stili var, bu da benim biçemim.

O, bazen Anter'dir, bazen Musa Ağabey, bazen Musa. En yakın arkadaşları "Musa" dedikleri zaman hep irkildim, duyduğum saygıdan dolayı.

Ben Musa Ağabey'i 1958'de tanıdım. Ben yirmi yaşında, o kırk yaşlarında idi. Sonra Harbiye'deki hücreler, Soğukkuyu Cezaevi, Zırhlı Birlikler Okulu, Mamak, Sultanahmet, Balmumcu, Orhaniye Cezaevi derken uzun sûre beraber olduk. Son otuz yıllık yaşamının en yakın tanığıyım diyebilirim. Benim tanıdığım yıllarda, terzisi Kevork'a yaptırdığı kostümler, ısmarlama ayakkabılar, şık kıyafetleri ile Mardinli bir Kürtten ziyade bir Batı Avrupalı yaşam rahatlığı vardı. Çin porselenleri, nadide halılar, antik ve telkari gümüş işleri, sedef kakmalı sehpalar, etajerler, ünlü tablolar, el işlemesi simli örtüler, kehribar, akik, gümüş işlemeli ağızlıklar, klasik çok değerli mobilyalar benim dünyama O'nun evinde girdi. Ailesinden gelen klasik Kürt kültürü ile Batı'dan aldığı kültürün bir kompozisyonu muydu, onu bilemiyorum. Yine o yıllarda Bedesten'in başta gelen müşterileri arasında yer alıyordu. Dr. Adnan Adıvar'ın bastonundan tutun da daha paha biçilmez kitaplara, Japon Konsolosluğu'ndan alınmış el oyası gibi vitrin dolaptan, çok değerli hançerlere kadar değerli bir koleksiyona sahipti. Eski (antik) eşyadan bir parça anlayabilme zevk ve duygusunu O'ndan aldım.

Biz hep baba-oğul, ağabey-kardeş, dost-arkadaş bağını sürdürdük.

Suadiye'deki güzelim evini anlatacak değilim; benim neslim dahil, on beş yirmi nesil o evi ve o sofrayı bilir, onun için geçiyorum.

0, bana göre herşeyden önce bir fıkra yazarıydı. Dicle Kaynağı, Şark Postası, Ileri Yurt, Deng, Banş Dünyası ve daha başka yerlerde yazdığı bütün yazılar siyasi mizahın şaheserleridir, hep öyle kalsın isterim. Nerede uzun bir yazı yazsa, o sınır tanımaz zekası ile o yazının örgüsünü yapar, ama siz her paragrafı bölüp bir siyasi fıkra yapabilirsiniz. Doyumsuz bir lezzeti var siyasi fıkralarının.

Söz burada bitmiyor, tabi ne zaman düşünsem üzülürüm ama derdimi hiçbir zaman sığdıramam kitaplara der ya Ahmed Arif, ben de öyle.

Harbiye'deki 38 no'lu hücrede yazdığı "Hücre Hayatımız" adlı elliye yakın fıkra ile iki ayrı kitap olabilecek yazıları 1970'li yılların 12 Mart'ında alındı ve gitti gider. Onun için her gördüğümde sanki baştan aşağı testere ile üçe bölmüşler, üçte ikisi gitmiş, üçte biri kalmış gibi gelir bana Musa Ağabey.

Sonsuz bir şefkati ve yüreği vardır; vermeyi bir ibadet sayar, bizim toplumumuzun yetiştirdiği "en büyük derviş"tir, bu konuda O'nun gibisine rastlanmaz. Bir fıkrasında aynen şöyle der: "Ben dün Tanrı ile konuştum. Bana dedi ki 'Sevginizi bir çatı altında inhisar etmeyiniz" Evet, O'nun sevgisi evrenseldir. Ibn'ül Emin, Mahmut Kemal, Ebu'lula Mardinlerin, Mükremin Halil Yınançların, Ragıp Sarıcaların öğrencisi olduğu her halinden bellidir. Safiye Ayla ve Klasik Türk Musikisi tutkunudur.

Musa Anter, Meşrutiyet dönemi Kürt aydınları ile 1960 sonrası Kürt aydınları arasında uzunca bir köprüdür. Kendi bildiğinden başka bir doğru tanımaz, ama çabucak pişman olur, genç kuşaklara çok değer verir, elli yıllık solcudur ama kendi milli çizgisini çok iyi muhafaza etmiştir. Çok uzun ve ince bir yolda iğne ucuyla granit kayalar oyan bir hazret tavrıyla bugünlere gelmiştir. Kendi kuşağı içinde bugün hayatta kalan tek adamdır. Şimdilerde emeği geçtiği kimselerin kitaplarını, araştırmaların, şiirlerini okumakta, eserlerini seyretmekte, politikadaki başarılarını alkışlayarak mutlu yaşamaktadır.

Her türlü hapishane ve hücrede kendine bir dünya yaratır. Çok rahat yatar, iyi bir hapishanecidir. Cezaevine giderken ilk aldığı eşya satranç takımıdır. Gandi gibi bazan günlerce aç yatar, bunu ustalıkla becerir. Anaç bir kuş gibi kendi gençleri üstüne titrer.

Mahkemelerde kimi zaman savcılarla kavga eder kimi zaman da anlattığı fıkralarla onları güldürür ve siyasi fıkra yazar gibi savunma yapar; hakimler onun bu engin zekasını, esprisini zevkle dinlerler.
Bunlardan bir tanesini anlatmadan geçemem:

Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nde 49'ların müdafaa safhasına geldik. Söz sırası Anter'de, mahkeme heyetinin Musa Anter acaba ne söyleyecek diye merakla beklediği her halinden belli. Bizim iddianamede bütün Kürt hareketinin geçmişine çok geniş yer verilmiş. Aşağı yukarı Cumhuriyet'ten bugüne kadar.
Ayağa kalktı, "Sayın mahkeme heyeti, Isa'dan bugüne kadar Kürtler ne yapmışlarsa savcı hepsini Musa'ya yüklemiş, hele o ondan vazgeçsin, sonrası kolay. Ben uzun konuşmasını bilmem. Müdafaama bir Fransız fıkrası ile başlayacağım. Bir Fransız genci bir kapının önünde beklerken, kiraz dudaklı, elma yanaklı, şuh ve güzel bir Fransız dilberi geçer önünden. Genç de dayanamayıp, `Şu kiraz dudaklarınızdan bana bir öpücük verseniz ne olur?' diye laf atar. Kız, kızgınlıkla ayağının topuğunu göstererek, `şimdi topuğumla kafana bir görürsün gününü' der gibi topuğunu işaret eder. Fakat yüzsüz genç laf atmaya devam eder, `Hanımefendi ben çok yukarıdan istedim, siz de çok aşağıyı gösterdiniz, gelin bunun orta yerinde anlaşalım' der."

"Sayın hakim, 30 yıldır ben bu davalardan yargılanırım. Savcılar hep idamımızı isterler, biz de suçsuz olduğumuzu söyleriz. Sizin gibi namuslu insanlar araya girer, biz de beraat ederiz. On yıldır karşılıklı olarak konuşuyoruz, siz de bir kanaate vardınız. Benim söyleyeceklerim bu kadar" dedi.
Ve aşağı yukarı on yıl süren 49'lar davasında müdafaaya böyle başladı ve bitirdi.

Kendi yaşam çizgisi bütünüyle elinizde. Zevkle okuyacağınızı umuyorum. O'na onurlu ve savaşım dolu hayatında uzun ömür dilerken, kendi hatıralarını topladığı bu kitaba birkaç sözle bir sunuş yazmak ağır yükünü ve onurunu bana verdi. Omuzlarım bu yükü ne derece kaldırabildi bilemem ama bundan büyük bir onur duydum.

Yaşar Kaya


ÖNSÖZ

Recaizade Ercüment Ekrem Talu, yaşantısını anlatırken doğum yeri ve baba ocağını şöyle tanıtır: "Marmara Bölgesi Türkiye'nin en uygar bölgesidir; İstanbul, Marmara'nın en güzel şehridir; Boğaziçi, İstanbul'un en latif semtidir. Sarıyer, İstanbul'un en şirin kazasıdır; Yeni Mahalle Sarıyer'in en üstün mahallesidir ve Recaizadelerin köşkü Yeni mahallenin en harika köşküdür... Işte ben burada doğdum." Tabii, 0, Recaizade Ekrem'in oğlu idi.

Şimdi bir de bana bakalım: Kürdistan, Türkiye'nin en geri bölgesidir; Mardin, Kürdistan'ın en geri ilidir; Nusaybin, Mardin'in en dertli ilçesidir; Stilîlê (Akarsu), Nusaybin'in en fakir nahiyesidir; Zivingê (Eski mağara), Stililê'nin en geri kalmış köyüdür ve işte ben, bu köyün, nüfus kütüğüne göre, 2 numaralı mağarasında doğmuşum.

Denilebilir ki, "Peki birader, bu kadar ilkel ve silik hayatın neye yarayacak ve neye ışık tutacak?" Ama bence bu soru yerinde değildir. Günümüzde tıp aleminde bir farenin veya bir tavşanın üzerinde yapılan tecrübeler sayesinde birçok insanın hayatı kurtarılmıştır. lnsanlığa bu hayvanların faydası; onların arslan, kaplan veya fil gibi oluşlarından değildir elbette. Işte benim hayatım da bu hayvanların cisimleri ayarında basittir. Fakat elli seneye yakındır, tıpkı bir laboratuvardaki tavşanlar ve fareler gibi, çeşitli iktidarlar üzerimde tecrübelerde bulundular. Burada benim yapacağım şey, bu hoş, nahoş tecrübelerimi bir rapor gibi sunmaktır. Inanıyorum ki, bu raporlar okurlarım için faydalı olacak. Zira ben, Kürdistan'dan alınmış bir parça sayılırım. Bu şekilde üzerimde çalışıldı. Bu tecrübeler yapılırken cidden çok sıkıntı çektim; dayaklar yedim; aylarca mezar büyüklüğündeki hücrelerde bit, fare ve pislik içinde kaldım; hapislerde yattım; sürgün edildim. Ticaret hayatım kasten bozduruldu ve iflas ettim. Ben tutukluyken ve karım hastahanede yatarken, güpegündüz İstanbul'daki evimin önüne kamyonet çekilerek profesyonel hırsızlarca evim talan edildi. Bütün bunlar için kimseden ne bir mükafat ve ne de bir mücazat istiyorum. Aslına bakılırsa, her ikisini de almışımdır. Mücazatımı (cezalandırılmamı), eğer bana yapılanlara haklı denirse fazlasıyla çektim. Mükafatımı da almış bulunuyorum. Zira bir yazar için dediği şeyler yirmi otuz sene sonra aynen gerçekleşirse, bu bir anlamda en büyük mükafattır. Tutuklanmalarıma neden olan tüm yazılarım bugünkü Türkiye'nin keşmekeş durumunun adeta bir tablosudur. Ikinci mükafatım da, yukarıda tasvir ettiğim baba ocağım olan mağaradan çıkıp bugün sizlere bu satırları yazabilmemdir sanıyorum.

Adettir, hatıra yazarları derler ki, "benim hayatım memleketin hayatından ayrılmaz bir parçadır" veya "hatıralarımda memleketin ve insanlığın tarihini bulacaksınız." Ama ben bu kadar büyük konuşmayacağım. Öyle ya, biz Napolyon veya Hitler değiliz ki hatıralarımz bir harp tarihini veya tüm insanlığın tarihini içersin. Küçük hatıralarımız da ancak küçük şeyleri kapsar.

Bazı hastalıkların tedavisi için insanlardan bir parça alırlar. İşte bizim gibiler de ancak memleketin gövdesinden alınmış küçük bir kesiti andırır. Genellikle bu parça üzerinde çalışarak bir rapor verilir ve ona göre bir karara varılır. Ama benim üzerimde çalışan acemiler, beni sözde kanserli bir vücuttan peşin kararla aldılar ve ancak kırk sene sonra habis bir kanser uru olmadığıma karar verdiler. Bu karar verilinceye kadar da vücudum delik deşik edildi.

Işte, benim hatıralarımın birer incelenmesi mahiyetinde olacak dediğim raporlar, bu yanlış raporlardır.

Bu hatıralar, Kürtçe düşünülüp yazıldı. Fakat zamanın faşist idaresinin faşist kanunları anadilimizle konuşup yazmayı yasak ettiği için, benim için yabancı bir dil olan Türkçe ïle bu hatıratı yazmak mecburiyetinde kaldım.

Gerek fikrimi iade tarzım ve gerekse güzel bir Türkçe ile yazamayışım, bundan dolayıdır. Okuyucularımın bunu gözönüne alarak kusuruma bakmamalarını rica ediyorum.

Inşaallah sağlığımda, Türkiye uygar bir ülke olursa, bu sefer kitabın aynısı inanıyorum ki çok daha manalı ve güzel olarak Kürtçenin Kurmanci lehçesiyle çıkacaktır. 0 vakit, Türkçe ve Kürtçeyi mukayese edecek olan okurlarım benim bu hususta ne kadar haklı ve üzgün olduğumu anlayacaklardır.

Kıymetli hatıraların saiki güzel ve namuslu hatıralardır. Senelerden beri hayat hikayemi yazmak istiyordum, ama yaşımın ilerlemesi ve benimle hatıralarımın arasına yetmiş yılın girmesi bu çalışmayı imkansız hale sokmuştu.

Ama hatıralarıma giren iki genç ışık, Bahoz Şavata ve Mehmet Selim Okçuoğlu bana kuvvet verdiler. Öyle ki, mantıki sualleriyle hatıralarımı bana hatırlattılar.

Ben, ailem ve bu hatıralardan yararlanacak tüm halkım ve insanlar adına bu iki gencimize ne kadar teşekkür etsem azdır. Ikisinin de sevgi ile gözlerinden öpüyorum.

Musa Anter
Mart 1990, Dragos




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues