La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Kürt Çıkmazı


Auteur :
Éditeur : Verso Date & Lieu : 1994, Ankara
Préface : Pages : 544
Traduction : ISBN : 975 - 477 - 023 - 9
Langue : TurcFormat : 125x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Duz. Kur. 2882Thème : Général

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Kürt Çıkmazı

Kürt Çıkmazı

Koray Düzgören

Verso

1947 yılında doğdu. Dolayısıyla "anadan doğma" 68'li... Bir yandan çalıştığı halde. Ankara SBF'yi 4 yılda bitirdi. TRT Televizyonumun kurucu kadrosu içinde yer aldı. 12 Mart Darbesi'nin ertesinde TRT'den atıldı.

Yazılı basına, Ankara, Rüzgarlı Sokak'ta intisap etti. Barış ve Yenigün gazetelerinde çalıştı. Ankara kendisine dar geldiği için, 1973 yılında İstanbul'a göçtü.

Günaydın 2'yi çıkartan ekibe katıldı. Ardından Cumhuriyete girdi. YÖK kuruluncaya kadar, 7 yıl boyunca, Marmara Üniversitesi Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu'nda gazetecilik dersleri de verdi.

1986 yılında Milliyete, 1989'da Güneş'e, 1991'de de Hürriyete geçti. Araştırma, röportaj ve dizi yazılarla parladı. 1986 yılından bu yana yoğun olarak insan hakları ve Kürt sorunuyla ilgileniyor.

Bu kitabın yayına hazırlandığı sırada, Kürt sorununa ilişkin görüşlerinden ötürü Hürriyetteki işine son verildi. Hemen ardından Turkish Daily News gazetesinin yazı kadrosuna katıldı.



ÖNSÖZ


Bu kitap bir tanıklığı belgeliyor. Belli bir zaman diliminde yaşamakla, o zaman dilimine tanıklık etmek farklı şeyler... Ben, Türkiye'nin geçirdiği bu önemli zaman kesidini, yani 1990'nın başı ile 1993‘ün sonu arasındaki dilimi, hem yaşadım, hem de bir gazeteci olarak olup bitenlere tanıklık ettim.

Tanıklığım, genel olarak Türkiye'deki bütün siyasi ve sosyal olaylara, özel olarak da Kürt sorununa dönüktü. Kürt sorunu ile bir gazeteci olarak 1989'dan beri ilgileniyorum. Ama bu ilgi, İstanbul'da oturduğum yerden, masa başından duyulan bir ilgi değil... Ben, olayları bizzat, yerinde görmeyi, olayların içindeki insanlarla tanışmayı, sorunları çeşitli açılardan gözlemlemeyi, kısacası, bütün gerçek gazeteciler gibi haberin tam içinde bulunmayı yeğledim.

Son yıllarda neredeyse her 2 ayda bir, bazen daha da sık. Güneydoğu Anadolu'ya gittim. Konuyla doğrudan ilgili hemen hemen bütün ülkeleri, Suriye'yi, İran'ı. Kuzey Irak'ı Lübnan'ı ziyaret ettim. En sıcak bölgelerde bulundum. Çatışmaların olduğu yerlere uzandım. Acı çeken insanlarla konuştum. Ağlayan ya da daha kötüsü, donuk gözlere bakan çocuklar gördüm. Çaresiz ihtiyarlar gördüm. Kızgın, umutsuz gençler gördüm. Bıkkın kadınlar gördüm. Baskına uğrayan, yerle bir edilen ilçelerde, köylerde, kurşun yağmuru altında, soğukkanlılığımı yitirmemeye çalıştım. Kurşunlar, zaman zaman, kafamın üzerinden geçip hemen arkamda bir yerlere saplandı. Silahlar konuşurken, ben, en az benim kadar korkan, beti benzi atmış askerlerle, genç asteğmenlerle sohbet ettim. Terhis olur olmaz Şırnak'ı neredeyse koşarak terketmeye çalışan pırıl pınl genç erlerin, inanılmaz heyecanını yaşadım.
Görev süreleri bittiği için başka bölgelere tayini çıkan polislerin, çocuklar gibi şenleşmesine tanık oldum.

Ben yıllardır bunları görüyorum: Gözaltına alınan oğlundan 25 gündür haber alamayan Cizreli. yaşlı bir babanın bir avukata yalvarışına; çatışmanın içinde duvar dibine yatırılan 13-14 yaşlarında bir kız çocuğunun askerlere, "Ne olur öldürmeyin beni abiler!" diye haykırışına; kendi can güvenliklerini sağlamaktan bile aciz kalan polislerin, kendi çocuklarını, her gece, yatakların altına yatırdıklarını söylerken dile getirdikleri çaresizliğe ve köyü yarım saat önce yakılmış bir aile reisinin, ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeksizin, çoluğunu çocuğunu ve elinde kalan birkaç pılı pırtıyı traktöre yükleyip ağlaya ağlaya yola dökülüşüne tanık oluyorum.

Ve tanık olduğum birşey daha var: Bütün bunlar ve daha nice acı, korkunç olaylar olup biterken, Güneydoğu'da ve kısmen Doğu'da, nice ocaklar söner, nice insanların hayatı tamamen kararırken; kimi bürokratlar, kimi politikacılar ve kimi gazeteciler, rahat rahat oturdukları yerlerden açıklamalar ya da yorumlar yapıyorlar. Yıkılan köy olmadığını, varsa bile, o insanların bunu hakettiğini söylüyorlar. Terörle mücadelede başarıyı, öldürülen insan sayısına endeksliyorlar. Olmuş olayların olmadığını iddia ediyorlar. Devletin hiç yanlış yapmadığını söylüyorlar. Bütün bu acı dolu süreci, neredeyse tümüyle, yaşanmamış farzediyorlar. Onlar, kol kırılsa bile yen içinde kalsın, gerçekler su yüzüne çıkmasın ve hiçbir şey tartışılmasın istiyorlar.

Ve diğerleri.. İş adamları, sanayiciler, turizmciler, esnaf, aydınlar, bilim adamları, öğretim üyeleri yazarlar, sanatçılar, kentliler, köylüler: onlar da sanki Türkiye'nin üçte birinden daha geniş olan bu bölgede, hiçbir şey olmuyormuş ya da olup biten şeyler, kendilerini hiç mi hiç ilgilendirmezmiş gibi kayıtsızlar... Yalnızca çocukları ya da yakınları askere gidiyorsa şöyle bir kıpırdanıyor, ama asıl yangını, cenazeler geri geldiğinde hissediyorlar. Gerçeklerden öyle uzaklar ki, o zaman bile tepkileri çoğunlukla yanlış yerlere yöneliyor.

Zaten sorun bu: Bu ülkede, özellikle de Doğu'da ve Güneydoğuda en zor ulaşılan şey, gerçek!.. Gerçeği yakalamak için çok ciddi bir uğraş vermek gerekiyor. Bölge'de ve Bölgeyle ilgili olarak, her gün, çok sayıda olay gelişiyor. Bunlar 3 değişik kaynak tarafından kamuoyuna aktarılıyor: Devlet yetkilileri, PKK ve halk... Birkaç iyi niyetli kamu görevlisi dışmda Devletin yetkili ağızları, şu ya da bu gerekçeyle, olaylan genellikle, tek yanlı bir bakış açısıyla ve çarpıtarak aktarmayı yeğliyorlar. Aynı yaklaşım PKKda da var. PKK kaynaklan da. aynı olayları, kendi tek yanlı bakış açılarıyla ve yine çarpıtarak veriyorlar. İki taraf da, hemen hemen her olayı kendi propagandası için malzeme olarak değerlendiriyor. Tabii bu arada olay, halk içinde ağızdan ağıza aktanlmaya başlıyor. Ve işin içine söylentiler, abartmalar, dedikodular da karışıyor. Ama yine de, olayın gerçeğini yakalamak açısından en sağlam kaynak, halk oluyor. Abartılar, dedikodular, şunlar bunlar ayıklandığında, olaym özü ortaya çıkıyor. Bu nedenle, halkın içinde, sözgelimi, çatışmalar sırasında PKK militanlarmm yanı-sıra sivillerden de çok ölen olduğu yolunda bir söylenti duyulursa, bunu mutlaka, kaynağma inerek araştırmak gerekiyor. Söylentiler, işin içine biraz abartı karışmış olsa da doğru çıkabiliyor.

Tabii tek zorluk bu da değil. Çoğu durumda olaya ulaşmak, olay yerine gitmek, ilgili insanlarla görüşmek bile, çeşitli engellemeler yüzünden, fiilen mümkün olamıyor. Bazı durumlarda engellemeyi yapan. Devletin, yetkili ya da yetkisiz birimleri oluyor. Bir köye, bir ilçeye, hatta bir ile giriş-çıkış yasaklanabiliyor. Ya da gazetecilerin girmesi engelleniyor. Bazen de gazeteciler, polis eşliğinde dolaştırılıyor; ancak belli kişilerle görüşmelerine, belli yerlerde fotoğraf çekmelerine izin veriliyor. Bazı durumlarda ise, engellemenin kaynağı PKK oluyor. Kimi yerlere de, PKK'nin tehditleri yüzünden gidilemiyor. Bunun en somut örneği, geçtiğimiz yılın sonbaharında PKK tarafından basına ve basın faaliyetlerine toplu halde getirilen yasaklama oldu PKK, gazetecilerin Bölge de çalışmasını ve gazetelerin dağıtılmasını yasakladı.

Yasaktan sonra olup bitenleri, burada, bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum. Yasak kararı, basında büyük bir kargaşaya yol açtı. Gazeteler, Bölge bürolarındaki gazetecilerden, isteyenleri hemen geri çektiler. Yine Bölge bürolarında çalışan kimi gazeteci emekliye ayrıldı. Sabah ve Cumhuriyet gazeteleri Diyarbakır bürolarını kapattılar ve bir daha da açmadılar. Diğerleri ise çalışmalarını geçici olarak durdurdular. Yalnızca 3 büro açık kaldı... Diyarbakır Söz, Zaman ve Türkiye. Yanlış hatırlamıyorsam Diyarbakır Söz de sonradan çalışmalanna ara verdi Bölge'den bu nedenle ayrılan ya da emekli olan gazetecileri eleştirmeye kimsenin hakkı yok. Tehdit, Bölge bürolarında çalışan gazetecilerin, yalnızca kendi kişiliklerine değil, ailelerine, çoluk çocuğuna da yönelikti. Ve, kimsenin umurunda değildi ama, son birkaç yıl içinde, bu bölgede 20'ye yakın gazeteci, faili meçhul cinayetlere kurban gitmişti.

PKK'nın yasaklama kararı üzerine, politikacılar, her zamanki gibi konuyla ilgili ilginç açıklamalar yaptılar. Devlet Bakanı Necmettin Cevheri, "Gazeteler, Bölge'yi savaş alanı olarak değerlendirip, oraya savaş muhabirleri göndersinler!" dedi Devlet Bakanı Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna, gazetecilerden "Cesur davranmalarını ve tehditlere kulak asmamalarını," istedi ve Devletin güçlü olduğunu, gazetecileri de koruyacağını tekrarladı.

PKK'nm yasak kararı açıklandığında, ben İstanbul'daydım. Aklı erdiğinden beri her tür yasaklamaya karşı çıkan bir insan ve bir gazeteci olarak, böyle bir yasaklamaya da katlanamayacağıma karar verdim ve ilk Diyarbakır uçağında yer ayırttım. Foto muhabiri arkadaşım Hayrettin Karateke de benimle birlikte geliyordu. Biz hazırlığımızı yaparken, çeşitli basın kuruluşları, birbiri ardınca, basına getirilen bu kısıtlamayı kınayan bildiriler yayınlamaya başladılar. Hatta daha da ileri gittiler: Ertesi gün bir uçağa doluşup Diyarbakır'a uçarak, hep birlikte PKKya haddini bildirmeyi ve Bölge gazetecilerine destek vermeyi kararlaştırdılar. Kısa bir süre önce. Devletin güvenlik güçleri, Şımak'a, Cizre'ye giriş-çıkışı yasakladığında tepki göstermemişlerdi: bırakın kalkıp gitmeyi, bildiri bile yayımlamamışlardı ama, yasaklama kararı PKK dan gelince, kendilerini tutamadılar.

Bu sefere, 150 kadar gazeteci katıldı. Ertesi gün, Diyarbakır’a ulaştıklarında. Bölge gazetecilerinden pek yüz bulamadılar. Ama onlar yılmadılar. Polis koruması altmda kenti dolaştılar. Destek vermek için geldikleri Bölge gazetecilerinden çoğu yanlarında olmadığı halde, kapalı olan Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti lokalinin bahçesinde, basın toplantısı düzenlediler. PKK'ya esip savurdular. Yine polis koruması altmda Bölge Valisi Ünal Erkan'ı ziyaret ettiler. Sonra da görevini yapmış insanların huzuru içinde, geldikleri uçağa binip geri döndüler! Geride, yazılı basından yalnızca Hayrettin'le ben kaldık. Birkaç da televizyoncu genç.
Hayrettin’i ve gençleri bilmiyorum, ama benim amacım kahraman olmak değildi. Ben gazeteciyim.

27 yıldır bu işi yapıyorum. Gerçi bugünlerde pek belli olmuyor ama. gazetecilik, masa başında oturarak yüksek politika (!) üretme mesleği değildir. Gazeteci, kendi adına da değil, kamuoyu adına haber toplayan ya da "bağımsız" kaynaklardan gelen haberleri yıllar boyunca olayların içinde yaşayarak, araştırarak, öğrenerek. görerek, tanıklık ederek edindiği deneyim, görgü ve bilgi sayesinde değerlendiren ve yorumlayan insandır. İşi budur. Gazeteci nereden gelirse gelsin yasaklamalara, kısıtlamalara karşı koymak zorundadır. Aksi takdirde işini yapamaz. Aksi takdirde ona "gazeteci de denemez. Nereden gelirse gelsin yasaklamalara ve kısıtlamalara boyun eğen kişi olayları, o yasaklamalar ve kısıtlamalar çerçevesinde değerlendirerek "dezinformasyon" yapan, bilgi akışını "istediği" ya da "istendiği" gibi saptıran biridir. Öyle biri gazeteci olamaz. Öyle biri ancak, politikacı ya da devlet memuru ya da bir örgütün, bir kuruluşun basın sözcüsü olabilir!

Güneydoğu'ya son yıllarda ünlü-ünsüz birçok gazeteci gitti geldi. Ne yazık ki çoğu, havaalanında uçaktan inip dosdoğru Bölge Valisini ziyaret etti Sonra da Bölge'yi Devlet güvenlik güçlerinin ya helikopterlerine ya da diğer araçlarına binerek, eskort eşliğinde gezdi. Devlet, kendilerine neyi göstermek istiyorsa onu gördü; kiminle konuşmalarını istiyorsa onlarla konuştu. Bunların bir kısmı, daha sonra. Genelkurmay Başkanindan "mehmetçik gazeteci" ödülü de aldı. Bir kısım gazeteciler ise Bölge'de tıpkı, Hindistan'ı ziyaret eden İngiliz sömürge müfettişi edasıyla dolaştı. Bir kısmı hiç dolaşamadı, Diyarbakır’dan geri döndü. Oralara gitmeyi çok istediği halde gidemeyenler de oldu. Hatta birini hatırlıyorum; bana telefon ederek "Bölge'ye gitmek için PKK'dan izin almak mı gerekiyor?" diye sordu.

Ben, devlet memurları, Şırnak'a ya da Cizre'ye ya da Lice'ye giriş-çıkışı yasakladıklarında da itiraz ediyorum. Yasağa, kısıtlamaya rağmen Şımak'a, Cizre'ye, Lice'ye girmek için uğraşıyorum. O tür yasakları, o tür kısıtlamaları delmek de benim görevim. Çünkü biliyorum ki, devlet memurları da yanlış yapar. Ben, gazeteci olarak, olayları olduğu gibi, yanlışıyla ve doğrusuyla, kamuoyuna yansıtmakla görevliyim Neyin nasıl yapıldığını kamuoyu ancak böyle öğrenebilir. Ve kamuoyu, neyin nasıl yapıldığını öğrenmelidir! Çünkü, neyin yanlış, neyin doğru olduğuna birkaç devlet memuru, birkaç politikacı, birkaç gazeteci ya da birkaç örgüt sorumlusu değil yine kamuoyu karar vermelidir! Çünkü aslında, ister devlet tarafından olsun ister şu ya da bu örgüt ve kuruluş, yapılan her şey, "kamuoyu adına" yapılıyor.

Gazeteci olaylara. Devletin gözlüğüyle bakamaz. Geçmişi ne olursa olsun bugün artık "devlet', yalnızca, toplumsal ve toplumlararası ilişkilerin sağlıklı işlemesi amacıyla yapılandırılması gereken bir kurum.. Her kurum gibi devlet de, asıl amacından saparak, yalnızca kendi varlığını sürdürme, kendi varlığını olduğu gibi muhafaza etme eğilimi gösterebilir. Oysa bireyler değişiyor. Bireyler değiştikçe yavaş yavaş toplumlar da değişiyor. Ve toplumlar değişince, ku-rumların da, bu değişiklikler doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerekiyor. Sonuç olarak, "devlet" kurumunun sağlıklı kalabilmesi, toplumla uyum gösterebilmesi için denetim şart! Ve kamuoyu adına yapılacak olan bu denetimin tek aracı da, yazılı ya da görsel basın... Eğer gazeteci olaylara, toplumun değil de Devletin gözlüğüyle bakarsa, bu, sağlıksız bir yapıyı katmerlendirmekten başka bir işe yaramaz.

Bir doktor, bir hastayı tedavi ederken, uygulanması gereken bilimsel yol yerine. Devlet öyle istiyor diye, başka bir yolu deneyebilir mi? Bir teknisyen, bir uçak imal ederken. Devlet öyle uygun görüyor diye, kanadının birinden vazgeçmeye yeltenebilir mi? Tıpkı bir doktor, bir teknisyen, bir bilim adamı gibi gazeteci de Devlet istiyor. Devlet öyle uygun görüyor diye, gerçekleri kamuoyundan saklayamaz. Olaylara Devletin gözlüğüyle bakamaz. Bakamaz ama, bu ülkede pek çok gazeteci bunu yapıyor. Hatta bazıları, bunun dışında her türlü davranışı "vatan hainliği" olarak niteliyor. Ve sorunlar, biraz da bu yüzden, bir türlü çözülemtyor.

Evet, Türkiye’de kamuoyu olaylara ilgisiz.. Türkiye'de insanlar pek gazete okumuyor. Tirajlar, yıllardır artmıyor. Ama acaba bu ilgisizliğin gerekçesi, hep söylenegeldiği gibi insanların cehaleti mi? Yoksa ilgisizliğin sorumlusu, tıpkı Devlet gibi. Devletin paralelinde, kamuoyuna sırtını dönmüş olan basın mı? Kamuoyu, Ankara'da ve İstanbul'da, fildişi kulelerde yaşayan ve birbirlerinin ne dediğinden başka birşeyle ilgilenmeyen bir avuç insandan ibaret değil ki! Kamunun bir bölüm oyunu da, Güneydoğu'da, Doğuda yaşayan insanlar ve onların büyük kentlere göçeden ve birbiri üstüne, varoşlara yığılan yakınları oluşturuyor. Kamunun bir bölüm oyunu da askerden kaçan o 300 bin delikanlı ve aileleri oluşturuyor. Kamunun bir bölüm oyunu da, savaşa giderken, yolda mola sırasında öldürüldüğü için, Emekli Sandığı tarafından şehit kabul edilmeyen askerlerin aileleri oluşturuyor. Ve kamuoyunu yalnızca merkez sağdaki ya da merkez soldaki partilere oy veren ortalama insandan ibaret de kabul edemezsiniz. Kamunun bir bölüm oyunu da sözgelimi Refah Partistne oy veren insanlar oluşturuyor. Hatta dahası da var: Marjinaller... Kamunun bir bölüm oyunu da marjinaller oluşturuyor. Bunları ve daha bir sürü şeyi görmezden gelmek, neden vatanseverlik sayılsın ki? Kafamızı devekuşu gibi kumlara gömmeye kalksak da, bugünkü dünyada kamuoyuyla ilgili gerçek, bu!
İşte, PKK'nin koyduğu yasaktan sonra, ötekiler geldikleri gibi giderken, Diyarbakır'da kalmamın ve çalışmaya devam etmemin gerekçesi bunlardı. Kahramanlık filan değil... Korkmuyor muydum? Korkuyordum. Gerçi Aktuna, Devletin gazetecileri koruyacağını söylemişti ama kimsenin beni koruduğu yoktu. Zaten bu tür koruma da bir anlamda kısıtlama demek olduğundan, korunmayı istediğim de yoktu.

Bu arada, olup bilenler yurtdışında da duyulmuştu. Beni, Almanya'dan. Ingiltere'den. İsveç'ten arıyor ve buluyorlardı. Ama, orada kaldığım yaklaşık bir hafta boyunca. Türkiye’den, sevgili gazeteci dostum Melanet Mercan dışında, tek bir kişi bile aramadı. Ne gazeteciler, ne basın kuruluşlarının yöneticileri, ne politikacılar ne aydınlar ve ne de dostlar!.. Orada kıyametler kopsa aldırmayanlar, ben oradayım, tehlike içindeyim diye mi zahmete gireceklerdi! Girmediler! Yine de sağolsunlar!
Güneydoğu olayları, bir insan olarak herkes gibi beni de etkiliyor. Ülkemin koskoca bir bölgesinde, gencecik insanlar, anlamsız bir kör döğüşü neticesi ölüp gitmekte... Binlerce aile göçe zorianmakta... Bu göç neticesi, kentlerde akılalmaz birikimler ve bu birikimler sonucu akılalmaz çatışma tohumları oluşmakta... Yıllardır sürüp giden savaşa, inanılmayacak ölçüde büyük paralar harcanmakta... Yatırıma yöneltilse, ülkeyi refah düzeyine sıçratacak ölçüde büyük paralar... Enflasyon artmakta... Ülkem, dünya kamuoyu nezdinde "bir insan hakları suçlusu" alarak muamele görmekte... Dışişleri Bakanlığı'nın ima etmeye çalıştığı gibi PKK'ya karşı sürdürülen mücadeleden ötürü değil hayır; o ağlayan çocuklar, o yerinden yurdundan edilen insanlar, o mutsuz kadınlar, o ağlamaklı aile babaları var ya, işte onlar yüzünden... Bu ülkenin yönetimi, dünya kamuoyunca, neredeyse Sırplarla ya da Güney Afrika'nın, artık geçmişte kalan ırkçı beyaz yönetimiyle bir tutulmakta... Bu yüzden ambargolarla, en azından ambargo tehditleriyle kuşatılmakta... Komşularıyla ilişkileri sürekli gergin kalmakta... Bir insan olarak, bütün bunlardan etkilenmemek mümkün mü?

İnsan olarak böyle bir ortamda yaşarken, gazeteci olarak olaylara tanıklık etmenin, gerçeği bulup çıkarmanın. kamuoyunu bilgilendirmenin daha da büyük bir önem kazandığını ve kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Devlet'in yetkili ağızları, bugünlerde, 'Terörü bitirdik, bitiriyoruz." diyorlar. Aslında onlar bunu yıllardır söylüyorlar. Ama terör bitmiyor. Terör bitmiyor çünkü, oradaki sorunun çözülmesi için hiçbir şey yapılmıyor. Bırakın sorunu çözmek için birşeyler yapmayı, sorunun tartışılması düşüncesine bile tahammül edilemiyor. Terör, orada, çözülmesi gereken bir sorun olduğu için; bu sorun, teröre uygun bir ortam yarattığı için var. Havagazı açık unutulmuş; yangın çıkmış. Gazı kesmek yerine, alevlere su sıkıyorlar. Daha çok su sıkıyorlar, daha çok su sıkıyorlar. Belki biraz daha çok sıkarlarsa yangın söner. Ama orada o gaz kaçağı olduğu sürece, tek bir kibrit alevi bile yangını yeniden başlatır. Başlatıyor.

Bu kitabı bu nedenle tasarladım. Tanıklığımı belgeleyebilmek için... Kamuoyunu, gerçekler konusunda aydınlatmak, belgelerle; belgelere ve tanıklığa dayanan yorumlarla bilgilendirebilmek için... Bir gazeteci olarak, görevimi yapıyorum. Şunun ya da bunun gözlüğünü takmadan, kamuoyunu, gerçekler konusunda bilgilendirmeye çalışıyorum.

Bir insan olarak da, kamuoyunun artık ilgisizliğinden sıyrılmasını, olaya sahip çıkmasını, Devlet'i denetlemesini, yanlışları saptamasını, yanlış yapanları da cezalandırarak görevden uzaklaştırmasını istiyorum. Bir insan olarak, oğlum, "PKK'ya mı katılacak ya da askere mi gidecek," diye dertlenmeyeyim istiyorum. Bir insan olarak, dünya kamuoyu nezdinde insan haklarını ihlal eden bir ülkenin vatandaşı olmaktan duyduğum sıkıntımın giderilmesini istiyorum. Bir insan olarak, artık biraz huzur, biraz refah istiyorum.

Kitabı tasarlarken, kendi yazılarımı artarda sıralamakla yetinmek yerine, olayın kronolojik dökümünü de yapmayı gerekli gördüm. Gerekli gördüm, çünkü, olayın boyutlarının, ancak bu yapıldığında tam olarak anlaşılabileceği inancındayım. Şu son 4 yıl içinde neler oldu, kaç kişi öldü, kimler ne yaptı, kimler ne dedi, sonra ne dedi: bütün bunların hatırlanması, bütün bunların belgelenmesi gerekiyor. Olayı bir bütün olarak görmek, kavramak gerekiyor.

Kitabın kronoloji bölümlerinde yeralan haberleri büyük gazetelerden derledim. Birbirlerinden pek farklı değiller. Çoğu. Devlet in yetkili birimlerinden alınan "duyumlara ve resmi açıklamalara dayanıyor: Haber haline getirilmemiş, "öykü" olarak işlenmemiş... Bir yetkili bir açıklama yapmış; bu açıklama, çoğunlukla hiç araştırılmadan, doğru mu yanlış mı bakılmadan, aynen yayınlanmış. Amaç, kamuoyunu gerçek doğrultusunda aydınlatmak değil kamuoyunu. Devletin uygun gördüğü biçimde yönlendirmek olmuş. Resmi polis bültenleri gibi...

Bu nedenle, kronolojide yeralan haberleri, elimden geldiğince sadeleştirmeye çalıştım. Haberlerin dehşetengiz manşetlerini. Devletin gözlüğünü takmış yorumları ayıklamaya: özü ortaya çıkartmaya uğraştım. Yine de kitabı okurken, bu haberlerin çoğunlukla. gazeteciler tarafından doğruluğu kanıtlanmamış "duyumlardan ve resmi açıklamalardan ibaret olduğunu hatırlamak gerekiyor.

Ne olursa olsun, olaylar böyle artarda sıralanınca ortaya ister istemez bir bütünlük çıkıyor ve gerçek, daha kolay ulaşılır bir hale geliyor. Dahası. bir gazeteci olarak benim yaptığım yorumlar da, ancak bu bütünlük içinde değer kazanıyor. Yorumları yaparken niyetimin, politika üretmek değil, gerçeğe ulaşmak olduğunun, ancak bu bütünlük sayesinde anlaşılacağını da umuyorum.

Karay Düzgören
3 Haziran 1994, İstanbul



Ocak 1990
Kronoloji

13.01.1990
- Atatürk Barajı'nın kapakları kapandı. Irak, suyun tutulmasını bahane ederek boru hattından petrol sevkıyatını durdurdu.

28.01.1990
- Irak sınırında tampon bölge... Sınırdan 600 metre İçeriye kadar olan bölgedeki tüm köy ve mahalleler boşaltılacak. Amaç, PKK'nın "Bahar Taarruzu" esnasında sınırdan sızmaları önlemek.

Şubat 1990
Kronoloji
1502.1990
- Devlet Bakanı Işın Çelebi Bağdat ta... Irak, su sorunun çözülmesini istiyor ama PKK'nın Kuzey Irak' ta "sıcak takip" ile yakalanmasına olumsuz görüş veriyor.

2402.1990
- Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayrettin Kozakçıoğlu, 1990 yılının PKK için önemli bir yıl olduğunu söyledi. Vali, bugüne kadar propaganda çalışmalarıyla köylüyü ikna etmeye çalışan PKK'nın, bu girişimlerinin sonuçsuz kalması nedeniyle, yıldırma amaçlı ve yoğun silahlı eylem hazırlığı içine girdiğini söyledi. Vali'ye göre, yurtiçi desteği sınırlı olan örgüt, silahlı eylemlerini, yurtdışından, sınırı gizlice geçerek gelecek militanlarla gerçekleştirecek.

27.02.1990
- PKK, Mardin'in Silopi İlçesinde bir evi bastı. Bir aileden 6 ölü... Sonradan çıkan çatışmada 1 er öldü.

.....




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues