La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Nar çiçekleri, çok kültürlülük üstüne


Auteur :
Éditeur : Belge Date & Lieu : 1995, İstanbul
Préface : Pages : 128
Traduction : ISBN : 975-344-102-9
Langue : TurcFormat : 135x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Uzu. Nar. N°3601Thème : Littérature

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Nar çiçekleri, çok kültürlülük üstüne

Nar çiçekleri, çok kültürlülük üstüne

Mehmed Uzun

Belge

Kürt yazarı Mehmed Uzun'un çok kültürlülük temalı denemelerini biraraya getiren “Nar Çiçekleri”, farklı kültürler arasındaki ortak miras yanında, diasporada, batı kültürü ile olan ilişkilere de değiniyor. Mehmed Uzun'un denemelerinde Kürt edebiyatı yanında Ermeni, Rum, Asuri ve klasik Yunan'dan bu yana devraldığımız tüm kültür miraslarının etkileri de görülüyor.

Demir Özlü, Mehmed Uzun'un denemelerini şöyle değerlendiriyor: “XX. yüzyılın uygarlığın geliştiği bir yüzyıl olmasının yanında, savaşlar, kıyımlar, sürgünler, göçler, faşizmler, ırkçılık, şovenizm, yabancı düşmanlığı yüzyılı olduğunu da iyi biliyor Mehmed Uzun.
Bunun temelinde yatan düşünsel yapının da “biz" ve “ötekiler” ayrımı olduğunu da hem kendi yaşamıyla, hem yüzyıldır süren Kürt entelligensia'sının yakından tanıdığı yaşamıyla en derinden duyuyor.”



Mehmed Uzun 1953 Siverek doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Siverek'te tamamladıktan sonra, Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nu bitirdi. 1977’de siyasal gerekçe'lerle yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Avrupa’da, Rizgari, Hêvî, Kurmancî ve 90-TAL adlı dergilerin redaktörlüğünü yaptı. Mehmed Uzun, İsveç Yazarlar Birliği, İsveç Pen Kulüp ve Dünya Gazeteciler Birliği üyesidir. Halen İsveç Yazarlar Birliği’nde yönetim kurulu üyesi. Eseri Tu (Sen, roman), 1985. Mirina Kalekî Rind (Yaşlı Rind’in Ölümü, roman), 1989. Siya Evine (Aşkın Gölgesi, roman. Türkçesi, Belge Yayınları’nca, ‘Yitik Bir Aşkın Gölgesinde’ adıyla yayımlandı-1995), 1989. Rojek Ji Rojên Evdalê Zeynikê (Evdalê Zeynikê’nin Günlerinden Bir Gün, roman), 1991. Destpêka Edebiyata Kurdi, 1992. Mirina Egîdekî (şiir), 1993. Hêz û Bedewiya Pênûsê, 1994. Antolojiya Edebiyata Kurdi (Kürt Edebiyat Antolojisi, 2 cilt), 1995. Bira Qederê (Kader Kuyusu, roman) 1995. Ayrıca, İsveççe “Bütün Dünya İsveç’te” adıyla, İsveç’teki yabancı yazarları kapsayan bir antoloji yayımlandı. Yazarın “Defter-i A’malım / Mehmed Salih Bedirhan'ın Anıları” adlı çalışması da “Yaşam ve Anılar Dizisi”nden yayınevimizce Basıma hazırlanmaktadır.

 


“BİZİM OLMAYAN GÖKYÜZLERİ...”(*)

Demir Özlü


Sanırım Mehmed Uzun’u 1977 yılı yaz sonuna doğru, Stockholm’de içlerinde tanınmış insanların da bulunduğu bir ev toplantısında tanıdım. O sırada İsveç’te bir iki aylığına -belki de daha az bir zaman parçası için- “geçici olarak” bulunuyordum. 12 Mart 71’den sonra başlayan “özgürlük avı” dönemlerinde bir “fikir suçlusu” sanığı olarak tutuklanmış, Diyarbakır, Mamak... gibi belli başlı cezaevlerinde yatmış, çok genç yaşta İsveç’e sığınarak siyasi mülteci olarak yaşamak zorunda kalmıştı.
Bambaşka bir yerdi burası. Sadece iklim, mevsimler, yaşam değil, bütün bütüne bambaşka bir yer. Bulunduğumuz ev kentin içinde Upplandsgaten adlı önemli bir cadde üzerindeydi. Ama gündüzleri de, geceleri de ne kadar boştu bu cadde! Evsahibi Elin Clason İsveç’in önde gelen ailelerinden birinin üyesiydi. Alt katta İsveçli bir şair oturuyor, o da yukarıya çıkıyor, buradaki toplantılara katılıyordu. Sanırım o gün misafirler arasında çok tanınmış çocuk kitapları yazarı Astrid Lindgren de vardı. Onu “İsveç’in masal anası” diye tanıtmışlardı. Yaşlı kadın, küçük bir masanın kenarında alçakgönüllü bir sessizlik içinde oturuyordu. Arka bahçe de bomboştu. Yaz sonunda güneş bu topraklar üzerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Şimdi erguvan rengine dönüşen ışıkları vuruyordu, bu boyalı apartman duvarları arasında kalan bomboş bahçelere. Orada o mevsimde kendinizi dünyadan uzaklaşmış hissedersiniz. Güneşin caddenin bitiminden battığı dönemdi. Sokakta herşeyin, kaldırımda kalmış küçücük taşların bile gölgesi o kadar uzun görünürdü ki!

Elbette Stockholm’a gelip geçici olarak uğramaya başladığım haftalarda, Türkiye’de olduğundan daha çok edebiyata doğru yolalan, bu genç mülteciyle hep görüştük. Ben, 1979 sonuna doğru Türkiye’deki toplumsal, siyasal oluşumlardan nefret edip de, Stockholm’da oturmaya başladığımda bu görüşmelerimiz sıklaştı.

Yirmi dört yaşında siyasi mülteci olmak zorunda kalmış olan, Anadolu’nun eski kültür bölgelerinden gelen genç adam, artık, sanıyorum, kendini bütün bütüne kültürle edebiyata vermişti. Ana dili olan Kürt dilinde eksikliklerini Kürtçe yazmaya da başladıktan sonra daha açıklıkla görmüş, Kürtçesini zenginleştirmiş, bu dilin eski kültür kaynaklarına da yönelmişti. İlkokuldan başlayarak öğrenmiş olduğu Türkçe’si de zaten iyiydi. İsveç dilini de hızla öğrendi. Her üç dildeki kitaplardan da yararlanıyordu.
Daha sonraki yıllarda, yazınsal metinlerini her üç dilde de yazacaktır.

Bütün o askeri rejim döneminde, sonra da onu izleyen şöyle ya da böyle demokratik olmayan dönemlerde, güzel yaz aylarında da, soğuk olan, ama insanların uygarlığın verileriyle bu soğuktan kolayca korundukları kış aylarında da, hemen hemen her pazar günü kentin à la mode bir kahvesinde buluşarak okuduklarımızdan birbirimize bahsettik, elimize geçen kitapları ortaya döktük, çeşitli dillerden dergileri getirip birbirimize sunduk. Bu pazar günleri yapılan kahve toplantılarımıza, edebiyatla ilgili başka arkadaşlar da geliyorlardı. Böylece bu toplantılar, zaman zaman bir seminer haline de dönüştü. Başta gelen konu edebiyattı. İlgilenebildiğimiz bütün dünya edebiyatları... Ama, yıllarca süren okumaların sonucu olarak, o toplantılarda, bizi burada, Stockholm’da yaşamak zorunda bırakan kendi tarihimiz de irdelenip durdu. Böylece sürgün yaşamı, insanı bir daha yüze çıkmamak üzere derinlere sürükleyen bir anafor olmaktan çıkıyor, kendi ülken, kendi tarihinle aranda doğan zorunlu uzaklık, yaratıcı dürtülerin ortaya çıkmasına olanak sağlıyordu. Sürgün, hüzünlü, zor birşeydir ama, bir yazar için de o kadar yaratıcıdır. Bunun büyük, modern bir sürgünler çağı olan XX. yüzyılda örneği o kadar çok ki!

Mehmed Uzun, daha sonraki yıllarda Paris’te ve Londra’da da kaldı. Aylarla süren bu ikâmetleri sırasında Fransızca’yı da İngilizce’yi de öğrenmeye çalıştı. Kendi çalışma alanına giren metinleri anlayabilecek kadar, bu dilleri de öğrendi. Bu arada romanlarını, denemelerini yazdı, eski Kürt edebiyat ile kültürünün yeniden derlenip toplanması çalışmalarına katıldı.
Gerçekten Stockholm ile Upsala kentleri bugün Kürt kültürünün yeniden doğduğu, eski metinlerin biraraya getirildiği, modernize edildiği, yeniden yayınlandığı yerlerdir. Kendi yurtlarında Kürt aydınlarına verilmeyen bu temel özgürlükleri İsveç, karşılık beklemeksizin yeni Kürt aydınlarına verilmiştir. Hem de elbette çok doğal bir hak olarak.

Kürt aydını, çağımızda en çok sürgünlüğü yaşayan aydın türüdür, en yoğun bir biçimde, en uzun süreli olarak. Kürt yazarı, kendi toprakları üzerinde sadece bakıcı, faşizan rejimlerin değil, silahların, bombaların -hatta biyolojik bombaların- da tehdidi altındadır.

12 Mart 71’de, henüz on sekiz yaşını doldurmadan önce Diyarbakır, sonra da Mamak tutukevlerinde birkaç yıl kalan, 1973 seçimlerinden sonra geçilen “sivil” dönemde de düşüncelerinden dolayı gene tutuklanarak Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanan bu gencecik insan, yirmi dört yaşındayken seçtiği sürgünde kendi kendini yarattı, beş roman, birçok deneme yazdı. Antolojiler hazırladı. Kürt ve dünya kültürü üzerine yoğun araştırmalar yaptı. İsveç’te de, başka Batı ülkelerinde de tanınmış bir yazar oldu. Bütün bu uzun süren arkadaşlık ve görüşme dönemlerinde derin anlamda hümanist olan, bu liberal Anadolu insanında kültürel şovenizme yönelik hiçbir eğilim görmedim. Türkiye’de en genç yaşlarında tutukevinden tutukevine sürüklenen bu insan çağdaş bir uluslararası aydın, modem bir liberal, bir hoşgörü havarisiydi.

Kürt dilinde yazmış olduğu romanlarını henüz okuyamadım. Öyle sanıyorum ki, onlar yakında Türkçe’de de, başka dillerde de yayınlanacaklardır. İlk modem roman denemesi Kürtçe adıyla Tu (Sen) kütüphanemde duruyor. Doğu anlatım olanaklarından yararlandığını da sandığım ikinci romanının tamamlanmamış Türkçe el yazısını okudum sadece. Daha sonra da yüzyılımız başındaki Kürt aydınlarının yaşamlarını ve kader çizgilerini ele alan, belgelere de yaslanan geniş oylumlu bir roman yazdığını biliyorum.

XX. yüzyılın uygarlığın geliştiği bir yüzyıl olmasının yanında, savaşlar, kıyımlar, sürgünler, göçler, faşizmler, ırkçılık, şovenizm, yabancı düşmanlığı yüzyılı olduğunu da iyi biliyor Mehmed Uzun. Bunun temelinde yatan düşünsel yapının da “biz” ve “ötekiler” ayrımı olduğunu da hem kendi yaşamıyla, hem yüzyıldır süren Kürt entelijansiya’sının yakından tanıdığı yaşamıyla en derinden duyuyor. Yaklaşan yüzyılınsa, halkların kendi kültürleri, kendi gerçek kimlikleri ile birarada yaşamayı başaramamaları durumunda yeni ve korkunç felâketlerle dolu bir yüzyıl olacağının iyice ayırdında. Söylemeye bile gerek yok, Türkiye’de hükümetlerin Kürt halkının dili, kültürel kimliği, üzerine yürütmekte olduğu ilkel politika elbette çoktan değişmeliydi. Ancak özgürlük, kültürel bağımsızlık, kimliğin serbestçe oluşturulması, hatta kimliğin seçilmesi üzerine kurulabilir demokratik bir toplum. Sadece ‘demokratik bir toplum’ demek de yetmiyor -bu demokrasi sözcüğü Türkiye'de birçok kafa için hiçbir anlam taşımıyor- iç barışı olan bir toplum, ilerleyebilen bir toplum, uygar bir toplum, İnsani bir toplum... Uzun, bunu bu kitapta yeralan denemelerinde en liberal bir biçimde anlatıyor, adeta öğretiyor, ayrıntılandırıyor.

‘Şiddet ve Kültürel Diyalog’ adlı deneme Can Yayınlarınca yayınlanan “Yine Düşünce Özgürlüğü Yine Türkiye" içinde yeralmıştı. ‘Sürgünler: Bir Hüzündür Ayrılık’ adlı XX. yüzyılda aydın ve yazar sürgünlüğünü tema olarak ele alan deneme Lettre Internatiole dergisinde birçok Avrupa dilinde yayınlanmıştı. Türkçesi de Birikim dergisinin Mayıs 1992 tarihli 37. sayısında yeralmıştı. ‘Çokkültürlü Toplum’ Almanya’da verilmiş Türkçe bir konferanstır. ‘Nar Çiçekleri’ adlı hüzünle dolu denemede, bize birçok şey öğreten, hiçbir yerde yayınlanmamış bir yazıdır.

Günümüzü kasıp kavuran milliyetçilik, şovenizm, savaş, kıyım olguları içinde, bu en güç, umutsuzluk verici koşullarda, gene yazarlar, insanlığın geleceğini, özgürlük, demokrasi, eşitlik, vatandaşlık hakkı, bireysel özgürlükler ve barış üzerine kurmasının yollarını gösteriyorlar. Çokkültürlü, çokhalklı da olsa, iç barışa, özgürlüğe, bireysel, demokratik haklara en çok yaklaşmış ülkelerin aslında ilerleyen ülkeler olduğunu, dar ve despot kafaların bir türlü anlamak istemediklerini, kültür ve insanlık sevgisiyle donanımlı gerekçeleriyle onlar ortaya koyuyorlar.

Gerçekten kaçmamak gerekir: İnsanlık bu idrâke ulaşmadıkça, XXI. yüzyıl, kuşkusuz, yaşadığımız yüzyıldan daha kanlı, daha insanlıkdışı felâketler yaşayabilir.

(*) Asturias'ın bir dizesinden.



Nar çiçekleri

I

Çocukluğum, çiçek açmış nar ağaçları ve onların büyüleyici renkleri arasında geçti. Doğduğum ve büyüdüğüm geniş aşiret evinin bahçesinde dört nar ağacı vardı. İki şeftali ağacı ve hemen bitişiklerindeki çeşitli renklerde güllerle birlikte, onlar mevsimlerin değişik giysilerinin habercisiydiler. Gözlerimi onlarla açtım; zamana, sürekli bizimle birlikte olan, bizi bir gölge gibi izleyen ama görmediğimiz zamanın o ince varlığına ve görkemli renklerine ilişkin ilk deneylerimi onlardan öğrendim.

Birbirine çok benzeyen günlerle dolu o kapalı ve tekdüze günlük yaşamımızda, nar ağaçları ve alımlı çiçeklerinin, benim için, özel bir yeri vardı; onlar yaşamın, varolmanın renkleriydiler. Bazen karlı ama genellikle yağışlı geçen kış aylarından sonra, T.S. Eliot’un “Çorak Ülke”deki dizeleriyle, köklerin dirildiği, ölü topraktan leylakların açmaya başladığı dönemlerde, iki çeşit ağaç zamanın ve renklerinin değişmekte olduğunu bize bildirirdi; badem ve nar ağaçları. Badem ağaçları yavaş yavaş, nazlı bir gelin gibi, beyazlarını kuşanmaya başlardı. Nar ağaçları da ilkin yeşillere bürünür, ardından o kırmızı, kan kırmızısı çiçeklerini açardı. Badem ve nar ağaçları bir renk cümbüşünün halaycılarıydılar. Bahçemizde badem ağacı yoktu, okuduğum ilkokulun çevresinde ve okul ile evimiz arasındaki uzun yolun kimi yerlerine yayılmışlardı. Bu nedenle badem ağaçlanyla dostluğum sınırlıydı. Ama evimizin bahçesinde, bana yetecek, onlarla candan, yürekten bir dostluk kuracak kadar nar ağacı vardı. Evimizin bahçesinde, durmadan renk değiştiren bana ait dört canlı varlıktılar onlar.

Dün gibi hatırlıyorum; ilkokulun, artık iyice bıkmaya başladığımız o son bahar aylarında, öğleden sonranın son derslerinde, kendimi kafese tıkılmış bir serçe gibi hissederdim...

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues