La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Zehir Yüklü Bulutlar


Auteur :
Éditeur : Bilgi Date & Lieu : 1989, Ankara
Préface : Pages : 176
Traduction : ISBN : 975-494-064-9
Langue : TurcFormat : 130x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Tus. Zeh. N°1295Thème : Général

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Zehir Yüklü Bulutlar


Zehir Yüklü Bulutlar

Erbil Tuşalp

Bilgi


Yüzlerce Iraklı Kürt, çoluk çocuk “Zehir Yüklü Bulutlar”dan, ölümden kaçıp bir ülkenin sınırını aştılar. Yağmur yerine, zehir döken bulutlardan kurtulabilenler, yitiklerinin acılarına bile yanamadan Halepçe’den Hakkâri’ye yol aldılar.

Erbil Tuşalp, konakladıkları yerde yüzlerinden korku silinmemişken onlarla konuştu. Saçlarında başlarında zehrin izini taşıyan ürkek çocuklar, acılı kadınlar, susmayı yeğleyen yaşlılar, genç Peşmergeler dillerinin döndüğünce anlattılar olanı biteni Tuşalp’a... Iraklı Kürtlerin tarihlerini, önderlerini, savaşla geçen yaşamlarını, uluslararası antlaşmaları. İrdelediler Tuşalp’a, sorularını yanıtladılar.

Zehir Yüklü Bulutlar, Erbil Tuşalp’ın Halepçe’den Hakkâri’ye sığınan Iraklı Kürtlerle ilgili gözlemlerine, belgelere dayanarak oluşturduğu bir yapıt.



YOK EDİLMEKLE, VAR OLMAK ARASINDA...


Yaşamak için çırpınan on binlerce insanın çığlığı, Çığlı köyünden Berarej Dağlarının doruklarına yükselirken, gün yeni ışıyordu.
Karanlıktaki Üzümlü Karakolunu geride bırakalı çok oldu. Sina Köprüsü ve beton koruganırun geceyle kucaklaşması uzun zaman önceydi. Son kez sola kıvrılırken yüzünü gösteren Zap, yorgun sularında yine dolunay taşıyordu Irak’a, Iraklı Kürtlere.

Huzursuz ve huysuz bir pazartesiydi. Bilinmeyen bir işe gitmenin verdiği gerginlik, sinsi bir diş ağrısı gibiydi. Sınırı geçerek
Türkiye’ye sığınan Kürtler için ülkenin en doğu ucuna gidiliyordu. Binlerce, on binlerce, Kürdün sığındığı söyleniyordu.
Sınırın güneydoğudaki en uç noktasından 2 Ağustosta, Hacıbey Suyunu geçerek Koruklu Köyüne gelenlerden tam 27 gün sonra yollara düşmüştük. Acımasızca geçip giden zamanı, belki en uygun yerinde yakalamıştık, ama yine de çok geç kalmıştık.
Koca koca damlalarıyla büyük bir sağnağın arkasından başlıyor yolculuk; Van’dan Otuziki Virajlara kadar durmuyor. Hoşap Kalesi göle batmış gibi. Başkale, yüksekte olmanın keyfini yaşıyor. Yüksekova yol ayrımında gökyüzü karanlığın her rengiyle hoş geldin diyor.

Derinliklerin arasında koşturan Zap, yeni bir sağnak gibi üstümüze yükleniyor. Harıl hani akan, korku veren bir uğultuyla akıp gidiyor. Dağlar yükseldikçe yükseliyor, yollar daraldıkça daralıyor. Değişmeyen tek şey Zap’ın korkusu.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra; 1967’den 21, 1979’dan 9 yıl sonra yeniden yüz yüzeydik Sümbül Dağıyla, Hakkâri’nin Baykalesi’yle. Kentin girişindeki barikat, geride kalan yılların ne denli yıkıcı ve acımasız geçtiğini anlatmaya yetiyordu.
İlk büyük kimlik yoklaması ve sorgudan sonra, buralarda 27 günlük gecikmenin artık pek önemli olmadığı anlaşılıyordu.
Kent karanlığa gömülmüştü. Evler ve sokaklar karanlıktı. Anacaddenin ortasındaki «Ne Mutlu Türküm Diyene» yazısının sarı ışıkları belki kentin tek süsüydü.

Kentin tek otelinde birkaç gazeteci Iraklı Kürtlere gitmek için, 27 gün sonra hâlâ, sabahı bekliyorlardı. Yola çıkmamamız öneriliyordu.
Karanlık, tüm insanlarıyla bir kenti her gece yeniden tutsak ediyordu.
Her gece yeniden, her gün bir daha tutsak olmanın yükünü düşündük. Arabaya doluşup, geceyle kucak kucağa Çukurca yoluna düştük.

Üzümlü’de ve Nayman’da gecenin içinden kurşun sesi gibi kopup gelen bir haykırış yolumuzu kesti.
«Farları söndür!. Yürü!. Yaklaş!. Dur!. Yere in!. Eller enseye!. Zap’a dön!. Dur!.»
Üzerimize çevrili silahların ay ışığını yansıtan namlularına asılı kaldık. Zap’a dönüp duruncaya, kimliklerimize uzanıncaya dek sanki bir asır geçti.

Bitip tükenmez bir «Nereden gelip nereye gidiyorsun?» sorgulamasından sonra sabahı beklemenin zorunlu olduğu açıklanıyordu. Uzun ve akıl almaz bir «gideriz, gidemezsiniz» pazarkğı başladı sonra. Telsizler, telefonlar çalıştı, haberciler gidip geldi. İnadından dönen olmadı. Bir tek sorunun, verilemeyen yanıtı çözdü hayır diyenlerin inadını. «Bölgeye gazetecilerin girmesi yasaklandıysa... Çukurca dünyaya kapatıldıysa...» sorusu uzun süre yanıtsız kaldı. Telsizler, telefonlar yeniden çalışmaya başladı. «Yasaklandı, kapatıldı» diyemedikleri için yol açıldı. Nayman Köprüsünün nöbetçilerinin nedenleri arkada kaldı.
Büyük bir coşku içinde gecenin içinde kaybolduk. «Buralarda heyecan bir işe yaramaz» diye bağırdı bir görevli arkamızdan. Korkunun bir yararı yoktu oysa.

Yeni bir haykırışın nereden ve ne zaman geleceğini kestirememenin gerilimi içinde, hiç durmadan konuşuyorduk. Karanlığın bizi körleştirmediğini, gece koyulaştıkça, dillerimiz çözüldükçe daha iyi anladık. Az da olsa korku izleri vardı gevezeliğimizin yoğunluğunda. Gece sokağa çıkma yasağını bir bardak rakıya değişen kent insanının, bir köşeyi dönerken bekçi ile karşılaşmasındaki duygu korkuysa, korkuyorduk.

Gece sokağa çıkma yasağı sanki tüm doğa içindi. O korkusuz sanıları Zap bile yasağa uymuş, sola kıvrılıp ortadan yok olmuştu. Arabanın farlarına takılan tek bir canlı bile görmeden Çukurca Çeşmesine ulaştık. Yıllar öncesinin araba farları ile çıkılan tavşan ve tilki avları vardı. Onlar gibi, doğadaki tüm canlılar da yasaklara uyuyordu anlaşılan.
Batıda Uludere, ortada Çukurca, doğuda Şemdinli ve Uzundere çizgisinde üç gündür olanca acımazsızlığıyla bir yaşama savaşı sürüyordu.

Çukurca Çeşmesinden oldukça uzakta ve yüksekteydi Çukurca. Mecit’in, Nasrullah’ın ve Tekin’in sesleri birer birer kesildi. «Zorlu bir yol» dedi Tekin gecenin içine bakarak. «Bilirim» diye bir tek sözcükle yanıtladı Nasrullah. Mecit hiçbir şey söylemedi. Benimse, bir başına dağlarda olmanın acısı düştü içime, konuşmadım.
Iraklı Kürtlerin yapabileceği çok şey vardı. Bildiklerim geldi usuma, anımsayabildiklerim:
1985 Eylülüydü: Süleymaniye’de 12-14 yaşları arasında 900 çocuk, Kürt direnişçisi oldukları gerekçesiyle tutuklanmışlardı. Tehdit Edilen Halklar Birliği bülteninde 12-14 yaşındaki direnişçilerden üçünün öldürüldüğü duyurulmuştu. Kenti kuşatan 30 bin asker, evleri tek tek arıyor ve yüzlerce Kürt tutuklanıyordu. Bazı evler yerle bir ediliyordu. Süleymaniye’deki protesto gösterileri de kanlı bir biçimde bastırılıyor, 8 kişi idam ediliyor, 2 bin kişi de kayıplara karışıyordu.

1985 Kasımıydı; iktidardaki BAAS’ın Irak Kürdistanı Komiserliğine yeni atadığı Muhammed Hauzer, Dıhok’ta Peşmergelere yiyecek sağlayan bütün Kürtlerin yok edileceğini açıklıyordu, dünyanın gözüne baka baka.
Tarihleri boyunca yok edilmekle, var olmak arasındaki ince çizgide yaşamlarını sürdüren Kürtler, Saddam’ın Süleymaniye’deki gövde gösterisini protesto ediyorlar ve 160 kürt idam ediliyordu.1

Köklü bir inanış vardı; Saddam’ın Kürtlere yapamadığı kötülük, elinden gelmeyenidir diye.
Saddam’ın Kürtlere yaptıkları, insan hakları örgütlerinin dışında hiç kimsenin dikkatini çekmiyor ve sonuçta birike birike bugün on binlerce insanı önüne katıp Türkiye sınırlarına doğru kovalıyordu.

Geçilmez sanılan sarp dağlar bitiyor, Çukurca postanesi önünde frene basılıyor. Pırıl pırıl aydınlanarak çağına göz kırpan bir posta telgraf ve telefon hizmeti, daha ilk adımda kör bir karanlığa dönüşüyor. Telefonlar çalışmıyor. Türkiye’ye ve dünyaya kapılarını kapamış ışıldanır ardından «arıza» diyen bir madeni ses yükseliyor. Bilinmeyen ya da çok iyi bilinen bir güç böyle istiyor olmalıydı. Dağ başında yöre insanlarının yıllardır paylaştığı yazgı paylaşılıyordu.

Çukurca kötü bir gün geçirmişti. Gece, de karabasanlarla dolu gündüzün öyküsü anlatılıyordu.
Belediye hoparlöründen yükselen sesin korkusu kentin üstündeydi hâlâ. «İlanen» yapılan duyuruların sonunun, hep kötü bittiğini biliyorlardı Çukurcalılar, «ilanen duyurulur» diyordu hoparlörden yükselen ses:
«Sayın Çukurcalılar, mültecileri Bilbili mevkiindeki top sahasına teslim ediniz.

Arama sırasında, evinde mülteci bulunanlar hakkında kanuni takibat yapılacaktır!»
Dağlarda yankılanan bu duyurudan yarım saat sonra evlere, bahçelere dalan güvenlik güçleri yakaladıkları Iraklı Kürtleri elinden kolundan çekerek Bilbili’ye doğru sürüklemeye başlıyorlardı.
Yüzlerce insan 49 numaralı sınır taşının dibine bırakılan Kürtleri gözleriyle görüyordu.
Mülteci dedikleri, sınırın öte yakasında yaşayan akrabalardı, hısımlardı.

Çukurcalılar, ölümden kaçan akrabalarına, hısımlarına kapılarını açmışlardı. Irak’ın kuzeyinden ölümün önünden gelen bu insanların kimi Pinyaniş, kimi Kaşuran, kimi Eertuşi Aşiretindendiler. Onlara kapılarını açanlar da Pinyaniş, Kaşuran ve Hertuşi’ydiler.
Çukurca’nın Kavşak köyünden gidenler Iraktaki,. Zebar Aşiretiydiler. Sınırın bu yüzünde onlara Piruzbey deniliyordu. Aynı insandılar, aynı kandılar, ayın candılar.

Dostki Aşiretinin dörtte üçü Yüksekova’da, geri kalanı Kuzey Irakta yaşıyordu. Hanareyler, Herkiler de böyleydi. Sınırın iki yanında aynı adı taşıyan köyler bile vardı.
Dağların akrabalığı, hısımlığı bilinen akrabalıklara hısımlıklara hiç benzemiyordu. İnsana, insan sıcağını duyuran, insanı daha sorumlu kılan bir kan, bir can alışverişiydi bu.

Çukurca’nın toprak damlı evlerinin pencerelerinden o gece gün ışıyıncaya dek bambaşka bir aydınlık yansıyordu. Kucaklaşan akrabalar, sağlık haberi gönderen hısımlar yürek parçalayan bir karşılamadan sonra da olsa, özlem gideriyorlardı. Camlar buruk bir mutluluğun gölgesini yansıtıyordu.
Bilbili’de top sahasında toplanan Iraklı Kürtler, 29 Ağustos gece sabaha karşı 49 numaralı sınır taşına doğru yürütüldüler. Tarih onları; sınırın bir bu yanına, bir öte yanına yürümeye mahkûm etmişti. 49 numaralı sınır taşının dibine bırakılanların ne olacakları sorulamadı; ölsünler mi, öldürülsünler mi, diyen çıkmadı.

Güneşin ilk ışıkları yeni ayrılıkların, yeni acıların muştucusu gibi girdi pencerelerden. Çukurca’nın korku dolu evlerinde kimin ölüme, kimin yaşama ayrıldığnım, kimin gidip kimin kaldığının hesapları yapılıyordu.
Kürklü parkasının içinde elinde otomatik silahıyla bir özel güvenlik görevlisi, hükümet politikasının haklı olduğunu anlatmaya başladığında, güneş sıcak elini sırtımıza daha yeni dokundurmuştu.
«Siz daha iyi bilirsiniz» dedi alçak gönüllülükle; «anlaşmamız varmış, bunları topraklarımıza kabul etmemek için Irak’la aramızda.»

Radyo haberlerini dinlemişmiş, yolda olduğumuz için duymamış olabilirmişiz, bir bakan, «Konu Irak’ın iç meselesi» demiş. Sınıra gelen herkesi içeri alırsak olmazmış. Alırsak Ortadoğu’daki dengenin içinde Türkiye’nin yeri sarsılırmış. Kürt sorunu önemli bir sorunmuş.2
Özel güvenlik görevlisinin bilgiçliğini dinlerken Ortadoğu sorununun artık sadece Filistin - İsaril, ya da İran - Irak ya da Suriye - Lübnan sorunlarından oluşmadığının anlaşılmaya başladığını düşünüyordum. Çukurca’da elinde silahıyla bir özel güvenlik görevlisinin ezbere olsa da bunları anlatabilmesi düşündüklerimi kanıtlıyordu bir bakıma.
Güvenlik görevlisinin dağ başlarında anlatmaya çalıştığı hükümet politikasının foyası, o günlerdeki gazeteler elime ulaştığında ortaya çıkıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mültecilerin Hukuki Durumu İle İlgili 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine, 1967 yılında koyduğu bir çekinceden söz ediyordu gazeteler. Türkiye isterse, doğu sınırında yer alan ülkelerden mülteci kabul etmeyebiliyordu.
Böyle bir çekince ise, göz göre göre ölüme gönderilenler için vicdan azabı çekmeye resmi bir engel oluşturuyordu.
Çukurca yöresinden o gün Irak’a gönderilenlerin sayıca 3 bine ulaştığı, daha sonra anlaşılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devletti ve sözleşmelerden doğan haklarını kullanıyordu.

1) Robin Schneider «Körfez Savaşının Cephe Aralarında Kalan Kürtler», Dünya Sorunları, 1983/1 Orta Doğu Dosyası, Alan Yayınları.
2) Milli Savunma Bakanı Ercan Vuralhan'ın 28 Ağustos 1988 tarihinde düzenlediği basın toplantısı.



49 Numaralı Sınır Taşı

Çukurca’dan Çığlı’ya yolculuk başlarken, güneş çoktan doğmuş, epeyce yükselmişti. Sayıları binlerle, on binlerle anlatılan Iraklı Kürtleri görecektik. Berarej Dağlarından aşağıya iniyorduk, gece devriyesinden dönen askerler yorgun soluklarıyla Berarej’e tırmanıyorlardı. Yolun iki yanında düzenli olmayan aralıklarla yürüyerek, uykulu gözleriyle kışlalarına dönüyorlardı. Ellerindeki silahları, kamuflajlı giysileri, çelik başlıkları ile savaştan geliyor gibiydiler.

Ve bir tepenin arkasını dönünce binlerin, on binlerin apak yüzüyle yüz yüze geliyorduk.
Gecenin ve korkunun titreyişini atamamışlardı ağarmış yüzlerinden. Korkarak, çekinerek, utanarak üşüyorlardı. Çocuklar annelerinin göğsünden daha kopmamışlardı. Sönmeye yüz tutmuş odun ateşininin son sıcaklığında, günün ilk tütününü sarıyordu birkaç Peşmerge.

Bizi gördüler ve hep birlikte kalkıp bize doğru yürümeye başladılar. Yüzlerce binlerce insan, dere yatağının bir yanından öte yanına «Kahrolsun Saddam!» diye bağırarak yürüyorlardı, ölmek istemediklerini, Irak’a geri dönemeyeceklerini haykırarak yürüyorlardı.

25 Ağustostan beri binlerce insan dağ tepe aşarak sınırın bu yanına koşuyordu. Gözleri korku doluydu. Saddam’ın kini ve öfkesi vardı soluklarında.

.....

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues