SUNU
Ahmet Kaya’yı Yazmak...
Türkiye tarihinde askerî müdahalelerden dolayı birkaç tane geçiş dönemi var. Filmin en heyecanlı yerinden koptuğu bu geçiş dönemlerinde en büyük acıyı ise yeni yetişen kuşaklar çeker. Çünkü onlar, tarihsiz, bilinçsiz ve sahipsiz bir şekilde ortada kalmışlardır. Bu sahipsizliğin en büyük nedeni ise geçiş dönemlerinde yaşanan “bellek silinmeleri.” “Önce”ye ilişkin her şey ama her şey silinir.
Yeni kuşakların ilham alacakları, esinlenecekleri, hayatlarının ondan sonrasını şekillendirebilecekleri bir kültürel ve siyasî model yoktur.
İşte bu tarihsel dönüm noktalarından birisi de 12 Eylül 1980... Bu tarihte de süregelen bir sistem aniden durduruldu. Bellekler silindi, geçmişe dair her şey hafızaların en derin köşelerine gömüldü. Yine bir kuşak belleksiz, temelsiz, önünde hiçbir model olmadan yetişecekti. Ellerinde tek bir şey kalmıştı. “Devrimci abileri”nin deyişiyle; “Yozlaşmış, içi boşaltılmış marşlar...” Herkesin sustuğu bir anda, 12 Evlül’den nasiplenmiş, ama buna rağmen hayalleri yıkılmamış esmer bir genç, elinde bağlamasıyla meydanlara çıkıp marşları, çok değişmiş bir şekilde de olsa söylemeye başlamıştı. İşte bu gencin adı Ahmet Kaya’ydı. 12 Eylül kuşağına miras kalan tek şey ise Ahmet Kaya’nın uzun yıllar “devrimci arabesk” adıyla hatırlanacak müziğiydi ve bir kuşak onun müziğiyle büyüyordu. Çok sonra, “Ahmet Kaya kuşağı” olarak anılacak bu “romantik devrimciler” için Ahmet Kaya’nın müziği, gençlikleri ve davaları demekti.
Aradan yıllar geçti, 12 Eylül çok uzaklarda kaldı. 12 Eylül’ün “romantik devrimcileri” de değişti, Ahmet Kaya’nın müziği de. Biri marjinalleşti, diğeri ise kitleselleşerek, Türkiye tarihinin önemli bir kesitinin fon müziği olarak yerini aldı.
Ve bir gün Alamet Kaya, yaşamaya mahkum edildiği Paris’te hayata veda etti. Milyonların kendisini “müziğiyle andığı” o adam ölmüştü, artık yeni besteler yapamayacak, konserler veremeyecek ve “biri”lerine sataşamayacaktı.
Ahmet Kaya hakkında, yaşama veda ettiği ana kadar pek birşey bilinmiyordu. Kitleler onu sadece dinliyordu.
Peki, milyonları etkilemiş, geniş bir yelpaze tarafından dinlenen Ahmet Kaya kimdi? Ahmet Kaya’yı, Türkiye’deki siyasî yelpazenin her ucunda bulunan insanlarla buluşturan ortak nokta neydi? Ahmet Kaya’nın müziğini sihirli kılan unsurlar nelerdi? Ölümünden sonra hemen herkes benzeri sorular soruyordu.
Ahmet Kaya portresi hazırlama fikrine, benzer sorulardan yola çıkarak ulaştım ben de. Bulabildiğim bütün dokümanları toplayarak yola koyuldum. Önce akrabalarından ve yakın çevresinden dinledim onun hikâyesini, sonra çocukluk ve gençlik yıllarındaki arkadaşlarını buldum, günlerce süren konuşmalar yaptım.
Ahmet Kaya’nın eşi, yoldaşı ve anılarıyla Ahmet Kaya sürecinin ve mücadelesinin en yakın tanığı olan Gülten Kaya ise bu konuda bir tavır belirlemişti. Ahmet Kaya hakkında yazılacak hiçbir kitabın içinde yer almak istemiyordu. Bu doğrultuda yapılacak çalışmaların, ne kadar iyi ele alınırsa alınsın mutlaka bazı eksikler taşıyacağını ve Alamet Kaya'yı bütünüyle yansıtanaayacağını düşünüyor, bu yüzden içine sindiremediğini belirtiyordu. Elbette ki haklıydı; çünkü herkesin kendi penceresinden gördüğü bir Ahmet Kaya vardı ve onun bütün pencerelerini Gülten Kaya bildiği için, bir bütün olarak yansıtmak da ona ait bir hakti. O birgün kendi Alamet Kaya'sını yazacaktı ve kaynaklarını başkasına kullandırtmak istemiyordu. Saygıyla karşılanacak bu tavrı yüzünden Başım Belada çalışmasında Gülten Kaya yer almadı.
Bu çalışmayı yaptığım süre zarfında şunu gördüm ki; bu ülkede herkesin ama herkesin bir Alamet Kaya’sı vardı... Alamet Kaya’lar, solcuydu, sağcıydı, Müslüman’dı, demokrattı, Kürt’tü, Türk’tü, muhalifti, müzisyendi, babaydı, oğuldu, kardeşti, yoldaştı, yorgundu, yiğitti, yılgındı, ürkekti, delikanlıydı, tutarsızdı, serseriydi, öfkeliydi, kanlı canlıydı, deli doluydu... Ve o tüm bunların bütününden oluşan bir ülkeydi; burasıydı Alamet Kaya.
Bütün bunların bir kitapta buluşması mümkün değildi ve her şeyden de önemlisi “bana ait de bir Ahmet Kaya” vardı. İşte bu yüzden, Başım Belada bir Alamet Kaya biyografisi değil. Sadece bir portre denemesi. Daha açık bir deyişle; bendeki Alamet Kaya’nın öyküsü. 12 Eylül’ü, bellek silmeleri, cezaevlerini, sahipsiz bir kuşağı, romantik devrimcileri, dilsizliği, ezikliği anlatan bir öykü. Eğer bu saydıklarına sizin için de birşey ifade ediyorsa, bu öyküde siz de varsınız demektir; o halde buyrun birlikte okuyalım öykümüzü...
Ferzende Kaya 15 Haziran 2002 - İstanbul
Birinci Bölüm
Paris sürgünü
“Ben yandım siz yanmayın”
Ağlama bu günler gelir de geçer babam Ağlama bu dertler elbet biter babam Ocaksız köylerimde dumanlar tüter elbet Ben yandım sen yanma Allah aşkına iki damla gözyaşımla Satıldım pazarlarda Kırdılar yüreğimi Kırdılar azarlarla Sürgünlere yolladılar Sabah dörtte yağmurlarla Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına...
Ahmet Kaya
Hava karanlık... Yağmurlu bir gün... Paris’in üzerine bir sis çökmüş. Sabahın erken saatleriyle beraber çok uzaktan geldiği belli olan bu sis dalgası kaplamış her yeri. Kötü bir haber çıkacak sanki birazdan bu şehirden; bu şehirde bir şeyler olacak, bu şehirde bir yürek sonsuzluğa yürüyecek...
“Ahmet Kaya öldü..”
İşte bu haber çıktı o gün Paris’ten. İlk durakları Türkiye’yeydi, bu kara haberi taşımanın sorumluluğu altında ezilen beyaz posta güvercinlerinin. Ahmet Kaya’nın ani ölüm haberiyle yankılandı o gün bütün Türkiye. Ahmet Kaya, sürgünde yaşadığı Paris'teki evinde, geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmişti. Bu beklenmeyen haber kısa sürede yayıldı, dostlar hüzünlendi, düşmanlar sevindi.
Öyle veya böyle herkesi ilgilendiriyordu bu haber. Herkes dikkatle TV kanallarından ayrıntıları izliyordu; tarih 16 Kasım 2000, yer Paris:
“Ahmet Kaya, Fransa’nın başkenti Paris’in Porte de Versailles semtindeki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu bu sabah 07.27’de yaşamını yitirdi. Eşi ve kızının da bulunduğu evde kalp krizi geçiren sanatçıya önce eşi Gülten Kaya tarafından kalp masajı yapıldı. Eve 20 dakika sonra gelen sağlık ekibi de ilk müdahaleyi yaptı, ancak sanatçı hastaneye götürülemeden yaşamını yitirdi.” Böyle anlatıyordu haber bültenleri onun ölümünü. Cenazesi saat 14.00 sıralarında Porte de Clichy semtindeki morga kaldırıldı. Haberin duyulması üzerine büyük bir kalabalık evine akın etti; yas tutuldu, ağıtlar okundu... Koca bir yürek suskunluğa yürümüştü; memleket hasretiyle, memleketine küs gitmişti...
“Memleket hasretine dayanamadı”
Ne zamandır hoş olmayan haberler geliyordu Paris’ten. Gidip gören herkes, onun ne kadar sıkıntılı olduğundan, memleket hasretiyle yanıp tutuştuğundan söz ediyordu. Hepsi de bir noktada birleşiyorlardi: “Böyle giderse, bu hasrete daha fazla dayanamaz.” Nitekim öyle de oldu, “memleket hasreti”ne daha fazla dayanamadı ve Paris’te yaşamını yitirdi. Sonunu bilircesine bestelemişti sanki son şarkılarından birini. Memleket hasretini işliyordu:
“Giderim buralardan Giderim bir gece vakti Umurunda olmaz umurunda olmaz bilirim... Ya beni sararsa memleket hasreti!.. Bağırsan duyamam ki İstanbul'da değilim ki Çağırsan gelemem ki Varna'da değilim ki Uzaklardayım uzaklardayım Ben bende değilim ki Ya beni sararsa memleket hasreti...”
Ahmet Kaya
..... |