BATI BLOKU (1980-1990) Ekseninde Türkiye-2
I) Uluslararası Ortam ve Dinamikler
A) Evrensel Gelişmeler
1) Küreselleşme ve Etkileri
Daha önce de gördüğümüz gibi, küreselleşme Batı’nın altyapısıyla (uluslararası kapitalizm) ve üstyapısıyla (rasyonalizm, demokrasi, insan ve azınlık hakları, vb.) tüm dünyaya yayılmasıdır (bkz. Üç Küreselleşme kutusu, cilt I, s. 41).
Kapitalist üretim biçiminin (yani, özel mülkiyete dayalı olarak, kâr maksimizasyonu ilkesiyle, piyasa için üretimin) bu yayılması 15. Yüzyılın sonu ile 19. Yüzyılın ortasından itibaren iki dalga halinde yaşandı. Birinci Savaştan sonra gerek yıpranma, gerek Demokrasiler-Faşistler biçimindeki bölünme, gerekse İkinci Savaştan sonra SSCB’nin rakip çıkması nedenleriyle yaklaşık yarım yüzyıllık bir duraklama yaşayan küreselleşme, 1980’lerden sonra İkincisinin devamı niteliğindeki üçüncü bir dalga halinde yine harekete geçti (Oran, 2001, s. 1-26).
Bu harekete geçişin iktisadi ayağı, 1970’lerin başından itibaren oluşan Çokuluslu Şirketler (ÇUŞ) oldu. Üretim, yönetim, dağıtım, pazarlama vb. birimleri kârı en iyi maksimize edecek şekilde bütün dünyaya dağılan, bundan da önemlisi, hisse senetleri artık çok farklı ülkelerdeki bireylere ait bulunan bu kuruluşların ortaya çıkışı ve güçlenmesi, doğal olarak, üretimin ve satışın da çokuluslu hale gelmesine yol açtı. Bunun sonunda da, bu üretim ve ticaretin daha rahat yapılabilmesi için gümrük ve benzeri kısıtlamalar “ticaretin serbestleşmesi” adı altında sertliğini yitirdi; uluslararası mal ve sermaye büyük bir akışkanlık kazandı. Arkasından, bu akışkanlık kaçınılmaz biçimde siyasal alana yansıdı: Yeni durumu denetlemeye yetişemeyen ulus-devlet eski gücünü önce fiilen, sonra da hukuken yitirmeye başladı.
Bu gelişmenin teknolojik ayağı, 1980’lerde mikro çipin, optik kablonun ve bilgisayarın gelişmesi üzerine ortaya çıkan “İletişim Devrimi” idi. Birinci sanayi devrimi 18. Yüzyılda Ingiltere’de ortaya çıkmış ve buhan kullanmıştı; ikinci sanayi devrimi 19. Yüzyılda ABD’de ortaya çıkmış ve “Taylorizm” denilen yürüyen bandı/seri üretimi kullanmıştı. Her iki devrim de, “sermaye”nin (arz) yanı sıra, “emek" (talep) öğesini güçlendirmişti.
Bu üçüncü sanayi devrimi ise elektroniği kullanarak “Bilgi Toplumu” na yöneldi. Yeni devrimin toplumsal ve siyasal alanda büyük etkileri oldu. Bir defa, sermayenin hareketliliği ve verimliliği arttı; üretim ve dağıtımın tüm dünyaya yayılması ve ulusal sınırları aşması hızlandı. Bu da, artık pazarı genişleyen sermayeyi (arz) tüketici (talep) karşısında güçlendirdi. İkincisi, üretim kavramı değiştiği için emeğe ve özellikle de kol emeğine ihtiyaç azaldı, pazarlık gücü düşen emeğin hareketliliği vize koyma gibi yöntemlerle engellendi, robot kullanımı başladı, artık üretim yalnızca fabrika gibi klasik mekanlarda toplanarak yapılmadığı için de sınıf bilinci zayıfladı.
Bu durumda, ekonominin “talep” yönüne önem veren politikalar terk edildi, “arz” yönünü vurgulayan politikalar öne çıktı. Yani, tam istihdam amaçlı sosyal refah devletini kuran Keynezyen politikalar terk edildi (J.M. Keynes, Cambridge Okulu); firmaları uluslararası rekabete hazırlamak amacıyla daha az ücret artışı ve daha geç emeklilikle tüketiciyi zayıflatan monetarist politikalar devreye sokuldu (paracı; M. Friedman, Chicago Okulu). Bu gelişmelerin büyük kapitalist ülkeleri daha da güçlendirmesi üzerine, Üçüncü Küreselleşmenin siyasal ayağını da, 1990’lann hemen başında SSCB’nin dağılması oluşturacak, bu gelişme Batı’yı tamamen rakipsiz bırakarak uluslararası sistemi derinden etkileyecektir.
2) Batı’nın ve ABD’nin Yükselişi
Yaklaşık on yıllık rezervi kalmış olmasına ve bunları stratejik rezerv olarak saklamasına rağmen yine de petrol üreticisi olan ABD, petrol şokundan Avrupa kadar etkilenmedi. Avrupa ise tasarruf önlemleri getirerek, yeni teknolojileri (güneş, doğal gaz, vb.) devreye sokarak ve maliyeti mallarına yansıtarak, 1980’e gelindiğinde kendini toparladı. Hatta, bu petrol şoku Batı için bir çelikleme oldu.
Bunun yanı sıra, ellerinde dolar (“petro-dolar”) biriken petrol üreticileri, çılgınca harcamanın ve otel, mağaza zinciri vb. satın almanın dışında bunları ne yapacaklarını bilemediklerinden, götürüp ya Batı’nın bankalarına ya da şirketlerine (Mercedes, vb.) yatırdılar. Sonuçta bu şirketlerin sermaye yapısı daha da güçlendi ve bankalar bu petro-dolarları, petrol şoku yüzünden iflasa giden azgelişmiş ülkelere kredi olarak vermeye başladıklarından daha da kuvvetlendiler.
İnsan Hakları, “Yeşil Kuşak” ve Carter Doktrini 1977-81 arası ABD başkanlığı yapan Jimmy Carter, 1975 Helsinki’den itibaren Son Senet’in Üçüncü Sepetinden (bkz. AGlK-1990’a Kadar kutusu, cilt I, s. 657) yararlanarak, ABD etkisindeki kimi azgelişmiş ülkelerde görülen işkenceleri dikkate almadan, SSCB’yi yumuşak kamından vurmak için uluslararası çapta bir insan hakları kampanyası açtı.
Arkasından, danışmanı Brzezinski aracılığıyla, SSCB etrafında ılımlı İslam’dan bir “Yeşil Kuşak” oluşumunu ilan etti. Kendisi dindar bir Hıristiyan olan Carter’ın buradaki amacı SSCB’ye karşı bir İslam kalkanı oluşturmaktı. Bunun yanı sıra, geliştirilecek “ılımlı İslam’la Hizbullah gibi radikal akımlar ve İran da çevrelenmiş olacaktı. Bu strateji, tam 12 Eylül rejimine rastlayacaktır.
Ardından, Ocak 1980’de, Carter kendi adıyla anılan doktrini ilan etti. Truman Doktrininin Basra çeşitlemesini oluşturan bu Doktrine göre Basra Körfezindeki petrol alanlarına yapılacak bir saldırı ABD’nin yaşamsal çıkarlarına yapılmış sayılacaktı. ABD’nin Köıfez’e yapabileceği bir müdahalenin uygulaması ise, Wohlstetter Doktrini denilen bir planla yapıldı. Buna göre, Sovyetlerin Doğu Anadolu üzerinden Basra Körfezine inmelerini engellemek ve gerektiğinde Kafkasya’yı vurmak için D. Anadolu’ya yeni havaalanları inşa edilecekti.
Reagan Doktrini ve “İkinci Soğuk Savaş” McCarthy dönemindeki sanatçı suçlamalarında aktif rol oynayan ve John Wayne‘le birlikte Hollywood’un en muhafazakar simalarından olan Ronald Reagan, Carter’ın yerine 1981-89 arasında başkan olduğunda, Carter Doktrinini ciddi biçimde aşarak, 1969 Nixon Doktrininin (bkz. Cilt I, s. 527) ABD açısından temsil ettiği gerilemeyi tersine çevirdi: ABD, anti-komünist hareketlere tüm dünyada tam destek verecekti.
1979’daki İran ve Afganistan olaylarının rüzgarıyla güçlenen Doktrin kağıt üzerinde kalmadı; Asya’dan (Afganistan) Latin Amerika’ya (Nicaragua), Afrika’dan (Angola) Uzak Doğu’ya (Kamboçya) kadar fiilen uygulandı. Buradaki Amerikancı rejimler silahla desteklendi, anti-Amerikan olan rejimlerin karşıtlarına da yardım ve silah sağlandı. Bu arada Reagan yönetiminin, kendi “arka bahçe”si saydığı Latin Amerika’daki Nicaragua’da sağcı Contra’lara mali destek sağlamak için, o sıralarda Amerikan rehineler olayı yüzünden can düşmanı saydığı Humeyni Iranına İsrail aracılığıyla gizlice silah satmış olması ünlüdür (bkz. Irangate Olayı kutusu, s. 51). İran ve Afganistan’ın ABD etkisinden çıktığı, Suriye’ye Sovyet füzelerinin yerleştirildiği, Yunanistan’da Andreas Papandreu’nun anti-Amerikan tutum sergilediği bir dönemde Reagan’ın SSCB’ye karşı açtığı “İkinci Soğuk Savaş”ın en önemli eylemi, 1972’de yapılmış ABM antlaşmasına rağmen, “Yıldız Savaşları’’ diye anılan çok büyük bütçeli projeyi başlatmak oldu (bkz. Yıldız Savaşları (SDİ; Stratejik Savunma Girişimi) kutusu, s. 36). Bu proje SSCB’nin iflas etmesinde önemli rol oynayacaktır, ABD dünya jandarmalığına çarpıcı bir dönüş yapacaktır.
3) Sovyetlerin Düşüşü
Petrol şoku, önemli bir petrol üreticisi olan SSCB’yi sarsmadı. Hatta, gelirini artırdı. Bununla birlikte, olayın sonuçları burada Batı’dakinin tersi oldu. SSCB, sistemindeki gevşeklik yükünden petrol rantı tarafından rehavete sürüklendi; bu rant silahlanmaya ve uzay araştırmalanna harcandı. Uzay araştırmalarının yan ürünleri ise, yine sistemin enerjik olmaması yüzünden, Batı’nın aksine, gündelik hayata yansımadı. Ör. füzelerin atmosfere tekrar girişi sırasında yanmamaları için kullanılan teflon kaplama Batı’da tencere-tavalarda kullanılmış, böylece uzay araştırmalarının en azından bir bölümü kendini ödemişti.
Yaşlı Brejnev, Andropov ve Çernenko’nun birbirini izleyerek sırayla 76, 70 ve 74 yaşlarında iktidarda öldüğü SSCB’de ilk kez enerjik bir yönetici olarak 54 yaşındaki Gorbaçov Nisan 1985’te işbaşına geldi. İlk yaptığı iş, içerideki sorunlarla uğraşabilmek için önce Batı’yla çatışmayı en aza indirmeye çalışmak oldu. Hemen Ağustosta, Batı’yı çok şaşırtan bir öneri yaptı: nükleer denemeleri durdurmayı teklif etti ve karşı taraftan bir ses çıkmayınca da tek yanlı olarak durdurdu (hatta, bunlara inanamayan Batı basını Gorbaçov’un adını “Gorba-show” biçimde yazdı). Arkasından, Gorbaçov dörtlü bir programa girişti:
Bir kere, “Ortak Avrupa Evi” kavramını ortaya alarak Avrupa’yla fikirsel bir bütünleşme sağlamaya uğraştı (bkz. Novoye Mışleniye (Yeni Düşünce) kutusu, s. 161). İkincisi, ülkenin mali enerjisini emen askeri harcamaları azaltmak için ABD’yle Kasım 87’de orta menzilli füze antlaşmasını, arkasından da kısa menzilliler için antlaşmayı imzaladı. Mart 88’de Afganistan’dan tek taraflı çekilme kararı aldı. Aralık 88’de Doğu Avrupa’dan 50.000 asker çekeceğini açıkladı; bu karar Doğu Avrupa rejimlerinde şok etkisi yaratacak, SSCB’nin kendilerini artık desteklemediği, kaderleriyle baş başa bıraktığı izlenimini doğuracaktır. Nisan 89’da da yarım milyon askerin terhisi kararı alınınca Dışişleri Bakanı Şevardnatze “Demirperde paslandı” diyecektir.
..... |