İÇİMİZDEKİ ERKEK
Cezaevindeki havalandırma avlumuz dikdörtgen şeklindeki beton bir kuyu gibi. Dört metreye sekiz metre kadar bir şey. Yürümekle bitirilebilecek gibi değil. Sabah başla yürümeye, akşama kadar bir yere varamıyorsun. İnsan olarak iki kişi kullanıyoruz burayı; ben ve Abdullah Zeydan vekilimiz. Ancak sadece bizim babamızın malı değil havalandırma, karıncalar ve örümceklerle müşterek yararlanıyoruz. Daha doğrusu cezaevi onların yuvasının üstüne yapılmış da asıl ev sahipleri onlarmış gibi davranıyorlar bize. Çok da haksız değiller bu konuda aslında. Tabii biz de efendiliğimizi bozmuyoruz, karşılıklı saygıya dayalı bir ilişkimiz var.
Karınca kolonisinin muazzam işbirliğine dayalı azimli çabaları yaşama sevinci veriyor insana. Kesintisiz bir mücadeleyi coşkulu bir tempoda yürütüyorlar. Cezaevinin kasvetli köşelerinde sessiz sedasız, görkemli bir yaşam inşa ediyorlar. Örümcekler ise karıncalara göre daha soğuk yaratıklar. Pek hareket ettikleri yok. “Günaydın,” diyorsun mesela, adam iplemiyor bile. Yani ipliyor da, iplerini hep ağ örmek için kullanıyor.
Bir de serçeler var tabii. Çatının kenarında buldukları açıklığa yuva yapmış bir çift serçe. Yuvaya gagalarında günlerce çalı çırpı taşıdılar. Ve gerçekten de dişi olanı daha çok çalışıyordu. Erkek olanı ise arada bir gagasında ufak bir dal parçasıyla ortalıkta dolaşıyordu. Yuvanın girişindeki tel örgülere tüneyip artistlik yapıyordu en fazla. Tabii, günahını almayayım, belki de görevi oydu.
Yuvanın inşaatı on gün kadar sürdü. Bu arada biz de pencerenin kenarına su ve ekmek kırıntıları koyarak kendilerine yardımcı olduk. Serçelerden dişi olanı bir ara, “Abi, Allah sizden razı olsun, bizim sünepeye kalsa yemek işini hayatta halledemez, bir de yemekle uğraşmak zorunda kalırdım,” dedi. “Bana mı söylüyorsun bacım?” dedim şaşkınlıkla. “Evet, size söylüyorum, anlayabiliyor musunuz beni?” dedi. Kulaklarıma inanamadım gerçekten. Çocukken yarım yamalak öğrendiğim kuşdilini unutmamışım demek ki. “Lafı mı olur hanımefendi,” dedim, “inşaattır taşınmadır derken bir de yemekle uğraşmayın, diye düşündük. Bir ihtiyaç olursa çekinmeyin lütfen. Komşuyuz burada nihayetinde,” diye de ekledim. “Sağ olasın abi,” dedi. Biz böyle konuşurken erkek olanı yuvadan çıktı. “Kimle konuşuyorsun kız sen?” dedi eşine. “Hiç,” dedi dişi olanı. “Yemek için teşekkür ettiydim komşuya.” “Gir içeri!” diye bağırdı kadının yüzüne erkek serçe; mesele uzamasın diye sineye çekip yuvaya girdi hanımefendi. Beriki ise bana dik dik bakıp, “Buyur kardeş, bi şey mi vardı?” diye sordu dayılanarak. “Yok abi, ben yengeye hani bi ihtiyaç”... “Taam uzatma, varsa bi mesele bana söylersin,” dedi sertçe. “Oldu abi, o zaman size iyi günler,” deyip yavaşça kapadım pencereyi.
Birkaç gün sonra yengenin doğum yaptığını anladık: yuvada iki yumurta vardı. Bizim komşuların ikizleri olacaktı, çift yumurta ikizleri, “inşallah çocuklar babalarına çekmezler,” dedim içimden. Normalde cezaevinde çiğ yumurta bulundurmak yasaktır. Lâkin pişmişinden de yavru çıkmıyor. Anlaşılan hayat yasakların içinden boy verecekti burada da. Bu arada yenge hanımın hamile haliyle çalışıp yuvayı yaptığı anlaşılıyor. Beyefendi etrafa posta koysun anca. Geçen sabah serçelerin abartılı gürültüsüyle uyandım. Havalandırma kapımız henüz açılmamıştı. Üst kat penceresinden yuvayı daha iyi görebiliyoruz. Kalktım, ne oluyor diye camdan baktım. Bir feryat figan ki kulakları sağır edecek gibi. Sanırsın bir yerde gösteriye müdahale başlamış, “Kaz atmayın, kaz atmayın,” diye birisi bağırıyor¹. Dört erkek serçe yuvanın etrafinı sarmış, bir ağızdan cikcikleyip duruyorlar. Komşumuz çift de canhıraş bir mücadeleyle yuvalarını korumaya çalışıyorlar.
Gürültüden anladığım kadarıyla gelenler “devlet kuşu’ydu. Tüylerini kabartışından amirleri olduğu anlaşılanı, “Bak kardeşim, ruhsat olmadan yuva yapmışsınız, lamı cimi yok, ya yuvanızı yıkacağız ya da yumurtadan çıkınca bir yavruyu ceza olarak kuş devletine vereceksiniz!” diye resmi bir tonda bağırıyordu. Diğer üç devlet kuşu da “Evet evet, vereceksiniz” diye amirlerini onaylıyordu. Dişi kuş yuvanın girişinde kanadan yarı açık şekilde, “Benim canımı almadan ne yuvamı ne de yavrularımı alabilirsiniz,” diye kararlı bir şekilde direniyordu. Erkek arkadaş ise “Evet, Hanım doğru söylüyor, O’nun canını almadan yavrumuzu bizden alamazsınız,” diyerek itiraz mı rica mı olduğu pek anlaşılmayan bir tonu tercih etmişti.
Amir ve yıkım ekibi çemberi iyice daralttılar. “Sizi bir daha uyarmayacağım,” dedi amir. “Hükümetin emirlerine biat etmezseniz ikinizi de hapse attırırım.” Bunun üzerine komşu çift aynı anda dönüp bana baktı, göz göze geldik. “Ne diyon komşu, ne yapak şimdi?” der gibiydiler. “Valla, direnin bence,” dercesine baktım. Dişi olanı “Son nefesime kadar direneceğim!” diye bağırdı cesurca. Erkek olanı daha gür bir sesle “Son nefesine kadar diren Hanım!” diye ekledi. Dişi kuş bir an bile tereddüt etmeden kafa göz daldı resmiyete. Tel örgülerin arasında inanılmaz bir kargaşa, tam bir kaos yaşanıyordu. Dört devlet kuşuna karşı bir dişi kuşun direniş destanı yazılırken erkek arkadaş kenardan sürekli, “Amirim bi dakka, amirim bi dakka, olay çıkarmaya gerek yok. Zaten iki çocuk fazla gelir bize,” diyerek, yalvarır gibi zıplıyordu. Bir ara kavganın ortasında dişi kuş erkeğe öyle bir bakış attı ki erkek olanı tüylerinin içine saklanıp kuşbaşı kadar kaldı. Abartısız söylüyorum, neredeyse on dakika boyunca dişi kuş, tek başına direne direne, dört resmi kuşu havalandırmadan kovdu. Dakikalarca yaşanan şiddetli saldırıya rağmen dişi kuşun yuvayı ve yumurtalarını koruma azmi gerçekten inanılmazdı. Kof kabadayılık taslayan hemcinsim bana bakıyordu. “Hiç bakma öyle bana Hamza kardeş (bu arada adını Hamza koydum), önce içindeki erkeği felan öldürmen lazım,” dedim. Hamza boş boş baktı bana, bir şey demedi şimdilik. Yeni bir gelişme olursa yazarım artık.
¹ Yazar, burada Sırrı Süreyya Önderin aksam nedeniyle gaza kaz demesine atrf yapmaktadır (y.n).
Seher
Seher ablalarının yoğurduğu kınayı gece yatmadan önce avuçlarına sürüp eski çoraplarını eldiven gibi ellerine taktıktan sonra girdiler yataklarına Pınarla Kader. Biraz sonra Seher de gelip uzandı yer yatağındaki kardeşlerinin yanına. Muduluktan uyku tutmuyordu gözlerini bayram sabahına uyanacaklar diye. Pınar, yeni elbisesini düşünmekten alamıyordu kendini. Ona ilk defa yeni bir elbise alınmıştı, şimdiye kadar hep Kader’in küçülen elbiseleriyle yetinmek zorunda kalmıştı. Kendini yeni elbiselerin içinde düşündükçe içi içine sığmıyordu. Kadere de yeni ayakkabı alınmıştı bayramlık niyetine. Onun hali de Pınar’dan farklı değildi. Kıkırdayıp durdular yorganın altında gece yarısına kadar. Seher ablalarının kızmalarına da aldırmadılar. Hoş, ablalarının kızmasının yalancıktan olduğunu bilmiyor değillerdi. Kıyamazdı onlara Seher ablaları. Sonunda, ikisi de bitkin düştükten sonra, ablalarına sarılıp uyudular.
Seher’in uykusunu kaçıransa başka bir şeydi. Hayri’nin pastanede buluşma teklifini kabul etmişti. Aynı konfeksiyon atölyesinde çalışıyorlardı Hayri’yle. Arife günü olması nedeniyle yarım mesai yapmışlardı. Atölye çıkışı Hayri yanına yaklaşmış, utana sıkıla buluşma teklif etmişti. Aslında nicedir bekliyordu Seher bu teklifi. Uzun zamandır atölyede gizliden gizliye bakışıp duruyorlardı. İşyerinde dedikoduları çıkmıştı bile. Hiç kimsenin gözünden kaçmazdı atölyede böyle şeyler.
..... |