La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Bekle Diyarbakır


Auteur : Multimedia
Éditeur : Doz Date & Lieu : 1991, İstanbul
Préface : | Pages : 384
Traduction : ISBN :
Langue : TurcFormat : 130x190 mm
Code FIKP : Liv. Tr. 2192Thème : Mémoire

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Bekle Diyarbakır

Bekle Diyarbakır

Çocukluğumun ilk yılları
20 Aralık 1940 tarihinde Silvan'da doğdum. Babam, rahmetli Hilmi Bilici, Silvan Belediye Başkatipliğini yapıyordu. Annem Zemzeme Hanım, dokuz çocuklu bir ev kadını. Dört kız, beş erkek kardeşiz. Ben üçüncüyüm. İki ağabeyim var, diğerleri benden küçük. Çocukluğum Silvan'da geçti.


SUNUŞ

Mehdi Zana'yı tanıdığım o ilk gün dahi espirileri, sıcak, şen, kendine özgü anlatım tarzı, üslubu, jest ve mimikleriyle, değme tiyatrocuya taş çıkaracak rol yeteneğiyle dikkatimi çekmişti. ilişkilerimiz ilerlediğinde önsezilerimde yanılmadığımı anladım.

Her yönü ile ilginç bir kişiliği vardı Zana'nın. Bir yerde, tek kişilik bir tiyatroydu. Bir yerde, bir halk adamı. Aslında onun için kendisine özgü biri, demek en doğrusu.

Önceleri, kendisinden yaşamına ilişkin kesitler dinledim. Sonra, sorular sordum; yanıtlar aldım. Bazen güldüm, bazen düşündüm. Yaşamına girdikçe de, değerler yığını ile karşı karşıya olduğumu gördüm.

Öyle ya, kimdi Mehdi Zana? Nasıl bir insandı? Hataları, tutkuları, özlemleri, umutları, görüşleri, eylemleri nelerdi? Nasıl bir yaşam çizgisi izlemiş, nelerle karşılaşmış ve bir terzi çıraklığından Diyarbakır Belediye Başkanlığı'na, oradan da bir direnişin sembol kişiliklerinden biri olma noktasına nasıl gelmişti?

Her soru beni bir başka soruyla buluşturduğunda, oturup bu işi yazıya dökmeye, belgelemeye, önemli ve ilginç bulduğum bazı olayları, halkımızın bilgisine sunmak gerektiğini düşündüm.

Geriye, Zana'nın böyle bir şeyi kabul edip etmeyeceği, ederse bunu nasıl başaracağımıza ilişkin sorular kalıyordu. Bu ve benzeri soruları kafamda bir süre evirip çevirdikten sonra kendisiyle konuşmaya karar verdim.

O zaman, Zana ile ayrı ayrı kısımlarda kalıyorduk. O, I. kısımdaydı, ben II. kısımda... Haliyle istediğimiz her an görüşebilmemiz kolayca mümkün olmuyordu. Kısımlar arası görüşme-ziyaretler şeklinde oluyor, o da sıra ile yapılıyordu.
Bu olanak doğduğunda, gidip tasarımı kendisine açtım. Yanıtını merak ediyordum. Ama O, gayet soğukkanlı bir şekilde ve hiçbir tereddüde yer bırakmadan:

"Neden olmasın! Böyle bir şeyden şeref duyarım" dedi.

Sevinmiştim... Hemen harekete geçmek istiyordum. Fakat teknik eksiklikleri de gidermek gerekiyordu. En başta, görüşmeleri sağlıklı gerçekleştirebileceğimiz bir ortam gerekiyordu. Bu işi önceleri bizim koğuşta yapmak istedik. Ancak, birtakım nedenlerden dolayı olmadı. Bunun üzerine onun hücresine karar kıldık.

Her sabah Zana'nın hücresine gidiyor, anlattıklarını kaydettikten sonra kendi koğuşuma dönüp, konuştuklarımızı işliyordum.

Yaşamına girdikçe, Zana'da güçlü mizahi bir kişiliğinin olduğuna tanık oldum. Bu beni daha da keyiflendirmiş, yazma isteğimi bir kat daha kamçılamıştı.

Objektif bir portre çizmek istiyordum. Cezaevinde ise sinirlilik söz konusuydu. "Ne yapsam, sinirliliği nasıl aşsam" diye düşünürken, aklımıza Zana'yı tanıyan ve onun mücadele çizgisini yakından bilen bazı insanlara sorular hazırlayıp, Leyla Zana ile iletmek geldi. Bir dizi insana yazılar yazdım. Fakat söz konusu insanlardan sadece iki kişi bize yanıt verdi. Biri sayın İsmail Beşikçi, diğeri de Recep Maraşlı.

Bu ses kayıt ve not tutma olayını onbeş gün kadar ancak sürdürebilmiştik. Oraya her gittiğimde de Zana'nın çayın içerek birbirinden güzel ve ilginç sohbetler yaptık.

Sonra Zana bizim kısıma geçti. Buna sevinmeye zaman bulamadan araya, Eskişehir'de başlayıp Aydın'a kadar uzanan ve Aydın'da da bir süre devam eden, ölümün solunduğu direnişli günler girmişti.

Aydın'a getirildiğimizde direnişte olmamızdan dolayı çalışmalarımıza başlayamadık. Ayrı ayrı hücrelerde kalıyorduk. Her direnişçi arkadaşımız gibi biz de bir dizi fırtınalı günler, sıkıntılı anlar geçirmek zorunda kaldık.

Direnişli günlerde Mehdi Zana'yı pek çok insandan ayıran yönlerinden birini daha keşfettim; en zor şartlar altında ve ölümün solunduğu anlarda dahi neşesinden bir şey kaybetmiyor, çevresindeki insanlara sürekli moral kaynağı oluyordu.
Direnişin bitiminden sonra yeniden bir araya geldik. Bu buluşmaya ikimiz de çok sevinmiştik. Çalışmamıza kaldığımız yerden devam etmek istiyorduk. Ama bunun için Eskişehir'de tuttuğum notlar gerekiyordu. Notlar da o sıra Aydın cezaevi müdürlüğündeydi. Bizi bir süre uğraştırdıktan sonra nihayet verdiler.

Toplam üç aylık bir çalışma sonunda bu kitap ortaya çıktı. Cezaevinin kendine özgü sıkıntılarından dolayı oldukça hızlı bir tempo tutturmak zorunda kaldık. Işe bir başka boyut vermek için, yorumsuz olarak bazı belgeleri birlikte vermeyi de düşünüyorduk. Fakat olanaksızlıklardan dolayı, bu mümkün olmadı.

Bu çalışmamıza, bir anlamda, yaşam öyküsü denilebilir. Ama bir anlamda onun da ötesinde bir anlamı var. Hedefimiz, bir yaşam öyküsü sınırlarını aşmaktı. Başarabildik mi, bilemiyorum. Bu sorunun yanıtını okurlara bırakıyorum.

Ali Öztürk


Bir biyografi üzerine notlar

Yalnızca devrimci mücadele içinde olanlarımızın değil, bizim toplum olarak da güçlü bir tarihsel belleğe sahip olmamız gerektiğine inanıyorum.

Tüm kişiliği kilit altında tutulan halkımızın, tarihsel köklerinden koparılarak, kendi kendine yabancılaştırılması, aynı zamanda bir belleksizleştirme eylemidir. Sömürge toplumların, tarihsel belleği silinmeye çalışılmaktadır. Tarih bilincinin yerini efsaneler, hurafeler, masallar almıştır. Asimilasyon sadece dil kültür boyutuyla değil; bu boyutuyla da ele alınmalıdır.
Ortadoğu'nun en eski ve yerleşik halklarından biri olan ve köklü bir kültürel, tarihsel mirasa sahip olan Kürt halkının geçmişinin izlerinin silinmesine karşı mücadele, aydınlanmanın, sömürge boyunduruğundan kurtulmanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu zengin, köklü mirası hem bugünün kuşaklarına, hem dünya halklarına tanıtmak, aynı zamanda sömürgeciliğin, kültürel, edebi ve tarihsel yıkımlarına karşı da bir mücadeledir.

Tarihimizin karartılmak istenmesinin; bizde güçlü bir bellek oluşamamasının sonuçları nelerdir?

Her şeyden önce, geçmişi bilmek bugünü kavramanın bir anahtarıdır. Günümüzü yarma doğru bilinçli olarak dönüştürebilmenin de bir gerekliliği... Bu geçmişsizlik yüzünden her kuşak, tarihi adeta kendisiyle birlikte başlatabilmek saplantısına kapılmıştır. Bu ilkellik, devrimci mücadeleye de yansımış durumda... Kimileri, tarihe kendilerinden önce ve kendilerinden sonra diye "milat" düşüyor. Geçmişte yapılanların sevabıyla günahıyla yeni kuşaklara aktarımı; kan dolaşımı kesiliyor. Böylece, tarihte yaşanan talihsizlikler bir daha, bir daha yinelenebiliyor. Oysa bu yanlışlardan arınmak güçlü bir tarihsel belleğe sahip olmakla pekala mümkün... Geçmiş, sadece övünmek ya da yerinmek için değil; bugünün pratiğine ışık tutup, yanlışları ve doğruları sentezleştirebilmemiz için de gereklidir. Tarih böyle okununca bir anlam oluşturuyor.
Ülkemiz tarihine ilişkin zengin dökümanların yayınlanmaya başlaması henüz çok yeni ve sınırlıdır. Yakın tarihimizde, mücadele içinde nice olaylar, nice deneyimler yazılmadığı, belgelenmediği için gelecek kuşaklara aktarılamıyor yok olup gidiyor, unutuluyor. Kulaktan kulağa dolaşanlar ise zamanla gerçekliğini yitirip efsanelere, masallara dönüşüyor.

Tarihimizin masallaşmaması için belgelenmesi gerekir. Tarihsel deneyimlerimizin bilgisine son derece ihtiyacımız var.
Bilgi birikimi ve deneyimler, insanlığın ortak mirasıdır. Onları kollektif hale getirmek, toplumsallaştırmak hepimizin görevidir. İnsanlık bugün çok ileri bir bilimsel ve teknolojik potansiyele sahipse, bu, binlerce yıllık insan emeğinin taş taş inşa edilmesiyle, damla damla birikmesiyle oluşmuştur. Bugün kitaplarda bir iki satır olarak okuyup geçtiğimiz bir bilgi kırıntısı için bile insanlık nice fedakarlıklar göstermiştir. Pek çok emek harcandı, acılara, eziyetlere katlanıldı. (Engizisyon, bilimsel bir bilgi üreten insanları diri diri tavada kızartarak cezalandırıyordu...) Bize kalan o bir iki satırın arkasında, koca bir emek dünyası var. Günlük hayatımızda işlerimizi kolaylaştıran, belki çok kanıksadığımız için artık farkına bile varmadığımız nice buluşlar, düşüncemizde açılan nice yeni ufuklar, sanatsal olarak yaratılmış nice güzellikler de öyle.. Belki bizler de geleceğe böyle imbikten geçmiş katkılar bırakacağız. Bırakabilmeliyiz de... Hiçbir insanın hayatı asla önemsiz değildir, hatta kendi başına bir tarihtir.

Ülkemizde bu tarihsel bilince önem verilmesi, aydınlanma sürecinin çok önemli bir aşamasına geldiğimizin göstergesi olacak.

Devrimci mücadeleye katkıları olmuş, yaşamları kimi tarihsel süreçlerin odağında geçmiş ve onun hem öznesi hem de nesnesi olmuş insanlarımızın tanıklığı, güçlü bir tarihsel bellek oluşturmak için son derece gereklidir. Bu insanlar çoğunlukla alçakgönüllüdürler; kimseye zarar gelmesin, kendine pay çıkarmak gibi anlaşılmasın diye, pekçok nedenle anılarını yazmaktan, hatta sık sık bunları aktarmaktan çekinirler. Bu, biraz da bizim toplumumuza özgü anlamsız bir gururdur. Oysa pek çok tarihsel olay, o süreçleri yaşayan insanların tanıklığıyla daha iyi belgelenebilir, çözümlenebilir. Bu tanıklıkları teşvik etmek gerekiyor.

Bu nedenle Ali Öztürk, Mehdi Zana'yı, yaşadığı, tanık olduğu anılarını anlatması için sıkıştırmaya başladığında çok sevindim. Çünkü, Mehdi Zana, yaşamıyla ülkemizin yakın tarihine tanıklık edebilecek; tanıyan herkesin kişiliğine saygı duyduğu bir insan. Onun yaşadıklarını anlatması, deneylerini aktarması; hem tarihçilerimiz hem de yeni kuşaklar açısından' yararlı malzemeler sunacaktır. Bu, unutulmaya terkedilmiş kimi şeylerin belgelenmesi, iç yüzü bilinmeyen ya da karanlıkta kalan kimi olguların aydınlatılması açısından da önemlidir.

Ali Öztürk bu biyografık denemeyi yaparken, sırf Zana'nın anlattıklarını yazıya geçirmekle kalmadı, O'nun anlatmak istediklerini, vermek istediği mesajlarını, duygularını da kendi üslubuyla yorumlamaya çalıştı. Ortaya ilginç bir yazın türü çıktı.

Yazılanların bazı tartışmalara yol açabileceğini biliyorum. Böyle olması da normal. Çünkü Zana, birçok olayın tarafı ve kimi olguların da odağında duran bir kişi. Bu nedenle söyleyeceklerinin oldukça yankı bulması gayet normal olacak. Bu yankılarla yapılacak tartışmaların kimi olguların daha iyi kavranmasına yardımcı olmasını diliyorum.

Bu çalışmada, doğrudan doğruya anlatılmasa da, ülkemizin çok çalkantılı bir döneminde sınıfların konumu, ilişkileri, siyasal mücadelenin hangi kanallara yönelip, nasıl biçimlendiğine dair çok berrak bir arka plan sunuluyor. Diyarbakır gibi, ülkemizin önemli bir tarihsel, siyasal ve kültürel merkezinde ve yine onun kadar bir öneme sahip Silvan ilçesinde esnaf çarşısında olgunlaşan, kendine yol arayan ve sosyal haraketlenmelerin kendi insanlarını nasıl yarattığını, onların siyasal arayışlarını, devletle, ağalarla, bürokrasi ile çatışmalarını çok net bir biçim de izleyebiliyoruz.

Zana'nın yaşamı, bir bakıma, Kürtlerin aydınlanma ve politize olmaları sürecinin bir prototipini oluşturuyor. Olaylar geliştikçe, Türk sosyalist hareketi ile Kürt milliyetçiliğinin arayışlarının kesiştiği ve ayrıştığı noktaları ve bunların ardındaki etkenleri de gözleyebiliyoruz. Kürt aydınların TİP'de kendilerine bir kanal bulma çabaları; ulusal ve toplumsal muhalefetin bir bileşeni olarak "Doğu Mitingleri"nin yaygınlaşması; Kürt kimliği ile ilk kez bir demokratik kitle örgütü olarak DDKO'ların kurulmaya başlaması; sosyalist gençlerin, ilerici aydınların ve geleneksel milliyetçi akımların bir araya geldiği DDKO'ların 12 Mart yargılamalarıyla siyasal çizgiler halinde saflaşmaya başlamaları... ve daha pek çok sosyal-siyasal oluşumu Zana'nın aktif politik yaşamında, olayların hemen içinden gözlemleme olanağı bulabiliyoruz.

Mehdi Zana'nın anıları Kürt halkının kendi dinamikleri ile yetiştirdiği bir halk adamının öyküsüdür. Anılarda "halkın bir bayrak gibi dalgalanması" deyiminden söz ediliyor. Bu deyimi daha önce hiç duymamıştım. Bu bir imgelemeden çok, bir gözlemi ve bir coşkuyu ifade ediyor. "Halkın dalgalanması" nı ancak, o anın coşkusu ve elektriklenmesini halkla birlikte yaşayan biri ifade edebilirdi. Çarşıdan, sokaklardan, köy meydanlarından, halkın günlük yaşamından çıkıp gelen bir politika adamı olarak, kendi halkının yapısını iyi tanıyan, nabzını tutabilen ve kolayca etkileşime girebilen bir insanın gözlemlerini, duygularını öğrenmek; toplumumuzun sosyal-psikolojisini tanımak bakımından öğretici olacak sanırım.
Anıların en ilginç bölümlerinden biri, kuşkusuz, Mehdi Zana'nın popülaritesini de pekiştiren Diyarbakır Belediye Başkanlığı dönemidir.

Diyarbakır Belediye Başkanlığı'na bir Kürt aydınının seçilmesi, o günün Türkiye'sine çok kesin politik mesajlar taşıyan bir olaydı. Etkili bir karşı-propagandaya, yurtsever-milliyetçi ve sol oyların birçok bağımsız aday ve CHP arasında bölünmesi gibi dezavantajlara rağmen Mehdi Zana'nın seçilmesi, TC egemenlerinin kulağına kar suyu kaçırmaya yetmişti. Yerel yönetimlerin birdenbire bağımsız, anti-sömürgeci adayların eline geçerek, de facto bir özerklik kapısı açma olasılığı bütün mülki ve askeri erkanı ürkütmüştü. Zamanın Genelkurmay Başkanı Sancar'ın, Kürtçü bir belediye başkanının elini sıkmamak için Diyarbakır'a törensiz gelip gitmeyi göze alacak kadar hazımsızlık göstermesi, bu konuda egemen güçlerin duyarlılığınını anlamak için önemlidir.

Belediye'nin başarısız olması, Zana'nın güç duruma sokularak kaçırılmak istenmesi ve halkın bu tür bağımsız tercihlerden caydırılması için, başta CHP hükümeti, Ordu, MIT ve bürokrasi olmak üzere pek çok çevre alarma geçti.

Diyarbakır Belediyesi'nin diğer bir talihsizliği ise, onu bir mevzi haline getirilebilecekken, sol grupların çekişme alanı haline sokulması; siyasal rekabetten doğan sürtüşmelerle, hesaplaşmalarla işleyemez hale getirilmesiydi. "Devrimci" bir sendikayla devrimci bir belediyenin, Diyarbakır sıcağında çöp grevi ile siyasal bir hesaplaşmaya girişmeleri bunun kötü görüntülerinden sadece biriydi. Zana, bize daha nice ibret verici olay aktarıyor. Bunları okurken 12 Eylül öncesi "sol hareketin sıkıntı ve açmazlarının bir kesitini daha görüyoruz.

Ve bütün bu çekişmelerin ortasında, arkasında pek az ve organize olmayan bir arkadaş grubunun desteğiyle, kişisel yetenek ve inadıyla bir şeyler yapmaya çırpınan bir belediye başkanının olağanüstü direnci!..

12 Eylül'den sonra Danışma Meclisi, yerel yönetim yasalarını yeniden düzenlerken, "seçilmiş belediye başkanlarının İçişleri Bakanlığınca görevden alınabilmesi ve yerine geçici atama yapabilmesi" gibi önlemlere, özellikle Diyarbakır ve Fatsa belediyeleri gibi örneklerden kendilerini korumak için gitmişti. Yönetim bu deneyimden kendine dersler çıkardı. Acaba Kürtler ve sosyalist hareket de bu gelişmelerden kendileri için yeterince dersler çıkarabildi mi? Zana'nın anlatımları böyle bir sorgulamayı herkesin yapması için bir vesile sayılmalıdır.

Biyografide, bütün yaşamı boyunca yaptıkları ve yapamadıkları için Zana'nın açıkgönüllü özeleştirileri de var. Diyarbakır zindanıyla somutlaşan 12 Eylül döneminde ise anlattıkları oldukça mütevazi. Çünkü Diyarbakır cezaevinde, teslimiyet dönemi dahil, tavırlarıyla, yaşantısıyla, ilişkileriyle her dönemde insanlara moral kaynağı olmuş; çevresine güven ve umut aşılamış biridir o. Diyarbakır zindanında yaşayan, zulüm gören, direnen her devrimci için Zana, saygıyla anılan bir isim... Kitabın bütünlüğü içinde bu gerçek zaten görülecektir; ama ben, ayrıca ifade etmeyi bir görev sayıyorum.

Recep Maraşlı




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues