La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Politika ve Sanat


Auteur :
Éditeur : Avesta Date & Lieu : 1996, İstanbul
Préface : Pages : 160
Traduction : ISBN : 975-7112-06-2
Langue : TurcFormat : 125x195 mm
Code FIKP : Liv. Tr.Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Politika ve Sanat

Politika ve sanat

"Bu kitapta ne kadar belirgin bir çizgi oldu, bilmiyorum; yine de Rus devrimi'nin ideallerinden dünyaya bakan birisi olarak, sosyalizmin aynı zamanda 'etik' bir tercih olduğunu daha yakından görmek fırsatını buldum. Bunun, beni bütünlüklü bir sosyalizm projesine yaklaştırdığını; öte yandan 'hadise'ye sadece politik kazançlarla bakmaktan da uzaklaştırdığını saklamıyorum. En azından ben kendi derdimi biliyorum ve 'ummana döküyorum' Sosyalist gerçekçiliği, sanat pratiği değil politik tedbir; Proletkült'ü Rus devrimi'nin sanat ve kültür hayatında, en az formalistler kadar üvey evlat muamelesi görmüş ciddi bir deney;bütün bu olanlar içinde Gorkiy’i öyle halk filan değil, düpedüz devlet sanatçısı olarak görmüşsem, bu bütünlüklü bakış açısıyla yakından ilgilidir."


ÖNSÖZ

Herkesin bir macerası vardır. Birilerine şaşırtıcı gelebilir, ama, bir "edebiyatçı"nın macerasında "dergi" olmamasını tercih ederdim.

Neden tercih ederdim? Adamın aptalı "solcu", solcunun aptalı da dergici olur da ondan mı? Çok kısaca şunu söyleyebilirim: Edebiyat, öyle varoluş nedeni anlamında filan değil, sözcükten ne anlaşılırsa işte öylece bir "zevk" işi olduğundan. Ya da ben edebiyatla uğraşmayı, bir zevk, bir eğlence işi görüyorum.

Benim de benzer birkaç maceram oldu. Yarın'ı çıkarırken, edebiyat benim için hiç de söylediğim görünmüyordu. Edebiyat mı beni, bugün onu gördüğüm gibi görmüyordu yoksa? ikisi de doğru. Kendisinden memnun mes'ut bir edebiyat okuruyken, neden şiir yazmaya başladım? Neden tutup üstüne üstlük bunları bir de yayımladım? Bende bu soruların yanıtı, itiraf etmeliyim ki, bugün de yok. Belki de bu tür sorular hep "yok satar" da ondan bende de "kalmadı." Yalnız şu var: Size yemin ederim, ilk şiirimin yayımlanışını izleyen süreçte "şair" olacağımı bilmiyordum. Hoş bilseydim, yayımlamaz mıydım, bu da ayrı bir konu ama, şimdi gönül rahatlığıyla "Kim itti lan beni" diyebilirim.

Herkes "başka türlü olamadığı için" şair oluyormuş. Bu da bir tercih. Benim de "herkes" gibi şair olmaktan başka olacağım, -ve olduğum- şeyler vardı. Ben ne onu, ne bunu seçtim. Ayıptır söylemesi, yaptığım her işten de zevk almaya çalıştım. Fakat "zevk verenin" de bir sınırı vardır. "Zevk alan"ın da bamteli. Herkes "birşeylerden rahatsız olduğu" için şair olurmuş. Benim rahatsızlıgım, şiir yayımlamaya başladıktan sonra değil, şair olduktan sonra başladı.

Bir süreden beri baktığınız bu kitap -"bakmaya başlayacağınız" demiyorum, çünkü önsözler de dipnotlar gibidir, pek bakılmaz, belki sonradan okunur- işte böyle bir rahatsızlığın ürünüdür. Çünkü, zevk almaya çalıştığınız edebiyat denen şey, bütün kurumlarıyla, bir gün gelip sınırlarını size dayatır. Sizin de hani bamteliniz vardır ya! "Başlarım böyle saadete" dersiniz siz de. O nedenle, edebiyatta 25 ya da elli yıl, yani gümüş ya da altın madalya alanları anlamakta hiç de güçlük çekmiyorum. Fakat hangi "iş" bu kadar uzun süre yapılabilir? Bunu, bu satırların yazılmaya başlandığı günlerde, Haziran ayının sonuna doğru bir akşam Körfez'de bir "iş yemeği" yerken -çünkü arasıra garsona "Oğlum bak hocam ne alır" diyordum- Ahmet İnam'a söyledim. ("Beni anlıyordu.") Dolayısıyla bu kadar çok adam -ya da kadın- neden bu "iş"te bu kadar çok ısrar ediyorlar? Keşke gıpta edebilseydim.

Benim macerama gelince, 1980 Ağustosu'nda, Heybeliada'da başladı. Şimdilerde Kavram Yayınları'yla uğraşan Serhat'a "Neden bir sanat-edebiyat dergisi çıkarmıyoruz" dediğimde, ne Serhat, edebiyat gibi ciddi bir derdi olan biriydi; ne de ben, onun gözünde edebiyata yakın biriydim. İyi de, "Arıcılık, halıcılık ya da bilumum el sanatları üzerine bir dergi çıkaralım", demediysem, bir nedeni vardı. Sanıyorum ikimizi de umutlandıran bir hava esti. Heybeliada dönüşü aradan ne geçti ki zaten; bir sabah bir arkadaş evinde geç saat uykuya dalan en büyüğü geride bir 25 yıl bırakmış insanlar, Nenehatun Caddesi'nin gündüz 12 sularında bu kadar sessiz olmasına bir anlam veremedi. Ev halkı haberi, kahvaltı için ekmek almaya giden "çocuk"tan aldı.

Burda "Yarın" tarihi yazacak değilim ama, ucundan kıyısından bulaşmamak da olmayacak. Yarın, 1984 - 1985'le alacağı biçimin  çok uzağında, işte Nenehatun Caddesi'nin o 12 Eylül'le başlayan sessizliğinin ertesinde yayımına başladı. Yani şunu mu söylemek istiyorum: 12 Eylül olmasaydı, Yarın olmazdı. Evet öyle. Ama şu da değil: Yarın 12 Eylül'ün ürünüdür. Hayır böyle değil.

Yani?

Yani, 1981 Ekimi'nde yayımlanmaya başlayan Dergi, aslında çok bilinen, fakat benim galiba kendime bir türlü itiraf edemediğim bir yanlış üzerine oturuyordu. Orhan Gencebay'ın şarkısındaki "aşk zamanı" gibi, "şimdi edebiyat zamanı"ydı. Edebiyatı ciddiye almayanları ben, sadece Talat Paşa'dır, onun kadim öğrencisi Mustafa Kemal'dir, yani topyekun "onlar"dır bilirdim. Meğer "biz" de ciddiye almıyormuşuz. Edebiyatı ciddiye almayı burda "tavsiye edecek" değilim; çünkü zaten her türden ciddiyetle aram pek hoş olmadı. Gel gör ki Musa'ya da yaranamadık: Edebiyatı "sarakaya"da alamadık. Demek ki edebiyat bizler için ikame değeri olan birşeymiş.

Bunu ilk sayının başyazısından, şimdi değil, ama doğrusu o an da değil, çok iyi çıkarabiliyorum. "Toplumcu gerçekçiliğin genç soluğu" logo'sunu -keşke lego olsaydı- düşünürken, belki beni yalancı çıkarabilir ama, ne Semih'in, ne de benim, edebiyatın kendisini hedef alan bir kaygımız vardı. Güya herkes toplumcu gerçekçiydi. Ama en hakiki toplumcu gerçekçilik hangisiydi? Ortalıkta sap samana, toz dumana karışmıştı. O başyazıda, toplumcu gerçekçilikle ilgili bilimsel çalışmaların yapılmadığından yakınılıyordu. İyi de yayın hayatı boyunca konuya ilişkin tek bir yazı çıkmadı. Toplumcu gerçekçi yönelimlere eleştirel bir bakış ihtiyacından sözediliyordu. Gel gör ki, toplumcu gerçekçiliğe "yan bakan" tek bir yazı yayımlanmadı. Samimiyetsiz olduğumuzdan mı? Samimiyetimize bugün de inanıyorum. Biz de birikimsizdik, "edebiyat ortamı" da. Birikimsizdik, diyorum; siz bunu "cahildik" diye de okuyabilirsiniz. Ama siz de cahildiniz. Hepimiz cahildik. Eleştiriye gelince. Eleştiriyorum diyenler, Zdanof'un Ahmatova için söylediklerine bozulmaktan başka ne söylüyordu? Edebiyatın tartışıldığı sanılan kahvelerde "ben toplumcu gerçekçi" değilim diyenler, "gelseler önce bizi keserler"den başka ne tür bir argüman üretebiliyorlardı? 70'li yıllardan 80'lere, Türkçe edebiyat ortamı, sosyalist gerçekçilik üzerine, övgü ve yergiyi bir kenara bırakırsanız, satır aralarından toplansa belki bir dergi yazısı yapacak "literatür" bırakmıştı. Artı; toplumcu gerçekçiliği eleştirdiğini sananlann da sosyalizme olan mesafesi bizi rahatsız ediyordu,. Belki de bize öyle geliyordu. Tabii şu da var; 1981 yılında toplumcu gerçekçiliğe gard almayı, politik açıdan nazik bulacak kadar -bu sözcüğü özellikle seçtim- bir vicdan sahibiydik. Zaten sorun da burdaydı. Hani biraz Önce, kaygıdan sözettim ya; sosyalist gerçekçilikle ifade edilen kaygının, sanat ve edebiyatın dışında ne varsa onu merkez alacağını anlayabilmek için, hadi "bizim" demeyeyim, benim birkaç fırın ekmek yemem gerekiyordu. Tam benim buna gözüm kesmişken, eski çamlar bardak oldu. Özeti; çamlardan henüz sakız alındığı bir dönemde toplumcu gerçekçilikle, edebiyatın ikame edildiği bir coğrafyadan bir mesaj (hatta "sosyal içerik") vermeye çalıştık. Demek "biz" ordaymışız. Beğenmediniz mi? Peki, "ben" ordaydım.

1983 baharında dergiden ayrıldım. ilgisi yok; "orda" olmak istemediğimden değil. Düşmanın bildiğini dosttan neden saklamalı? Bir gün, derginin vasi'siyle arama kara kedi soktum, böyleçe dergiyle de ilişik kesmem gerekti: "Aman bizde adet böyledir." Sanat ve edebiyatta ilerleyen yıllarda kuracağım ilişkinin gelişme trendine baktığımda, bu vesayet ilişkisini ciddi bir hesaplaşma konusu yapmayışımı, önemli bir eksiklik olarak buraya kaydetmeliyim. Neyse; sonuçta muhasebeye uğramadan çekmecemi boşalttım ve çıktım. Kaldı ki ne derginin düzenli bir muhasebesi vardı, ne de benim derli toplu bir çekmecem. Taraflar, bir - iki pürüz dışında, nerdeyse tereyağından kıl çeker gibi bu işi hallettiler.

Yalnız bir şey var: Ne kadar kaytardım bilemem ama, 1982 sonuyla birlikte bir muhasebeye başlamıştım. Galiba toplumcu gerçekçilik denen şeyle aramda ilk tatsızlık da, bu aralar çıkmaya  başladı. Oysa ben sadece, herkesinki kadar basit, ama herkese göründüğü kadar "kuzgun" hayatıma ilişkin sorular soruyordum. Şimdi ipinden boşalmış tespih taneleri gibi dört bir yana dağılmış bir grup arkadaşımla birlikte "aynaya bakınca iskeletimi görmeye" çalışırken, yine İsmet Özel'den aşırarak söylersem, "Waldo, sen neden burada değilsin" demek istiyormuşum. Neden? Çünkü bakıyorum da, "Sen neden ordasın" diye soran da yokmuş. O halde  neden? İnsan, ne kadar kendini kanatmaya çalışırsa çalışsın, bu işi Sağlık Ocağı'na yakın bir yerde yapmak istiyor. O aralar benim Sağlık Ocağı'm da Abramoviç Yoffee oldu.

Deutscher'in Troçkiy biyografisini okurken tanıştığım bu adamın Troçkiy'e bırakılmış son mektubuyla karşılaştığım zaman duyduğum sarsıntıyı şu anda bile hissediyorum. Adler'in hastası, devrimci Yoffee, canına kıymadan az önce kaleme alınmış satırlarda, bu dünyada tek bir insan bile kalmayacak kadar büyük bir felaket olsa, mutlaka bir insanın başka bir gezegene sıçramış .olacağına ve orda yine hayatın devam edeceğine olan inancından sözeder. Bu da benim narkozum oldu. Demek ki, "uygar"mışım. Bir intihar, şehirde başka bir insanın narkozu oluyor. Güçlü bir narkozmuş; hala idare ediyorum. Ya da hala Pavese'nin sözünü dinliyorum. "Kötü olduğumu" söylemiyorum. Bakarsın birileri buna inanabilir.

Pardon, ben size toplumcu gerçekçilikten sözediyordum.

Osman Çutsay'la Edebiyat Dostları'nı tartışmaya başladığımızda -aramızdaki ilk paslaşma 1986 Nisanı'dır- "Hoca peki şu sosyalist gerçekçilik?" dediğimi hatırlıyorum. Ben demediysem, o demiştir. 1986 Kasımı'nda dergi işi ciddiye binince, üzerinde konuştuğumuz şeylerin başında da sosyalist gerçekçilik vardı. 6 yıl önceden baktığımda, Hüsamettin'in anti-hümanizm mazgalından yaptığı bir - iki taciz atışı, benim birkaç ses bombam, Osman'ın galiba pilav üstü az "öfkesi" dışında, biz bunu Osman'la sadece "konuşmuşuz." Edebiyat Dostları ayrı bir hikayedir. Ben burada Yarın'ı da, Edebiyat Dostları'nı da konuşmak niyetinde değilim. Olabildiğince, bu kitabın "dibace"sini, ya, da "esbab-ı mucibesi"ni anlatmaya çalışıyorum. Ama çok üstüme gelirseniz, diyeceğim şudur: Edebiyat Dostları'nı topunuza değişmem. Yetmedi mi? Peki o zaman alayınıza değişmem. Şimdilik bununla yetinmeye çalışın.

Fakat, E. D'nda, ya da edebiyat kamuoyunun taktığı adla E. Dü(şmanları)'nda, hatta E. T'de sosyalist gerçekçilik neden bir derinlik olamadı? Öyle ya, bu sorunun da makul ve mantıklı bir yanıtı olmalı. Yanıtı, uzun sürmüş bir cehaletle ilgilidir. Yoklukta eşitlik sağlamak için bu kavramı kullandım. Aslında bilgisizlik demek daha doğrudur. Edebiyat Dostları bilgisizlikte eşit olabilir ama en azından cehalet konusunda averajının çok iyi olduğunu söylemeliyim.

Bana gelince; şimdi siz benim bu cehalet perdesini yırttığımı düşünüyorsunuz. Ben'öyle düşünmüyorum. Her ne kadar cehaletin yazgım olduğunu sanmamanız gerekiyorsa ve ben de öyle sanmıyorsam da, size söylemek istediğim şudur: Bildiğim birşey varsa sizden daha az cahil olmadığımdır.

Çünkü bundan ilk kez, 1988 Haziran ayının sonuna doğru Merkez Kitabevi'nde, Londra'da Central Books'da, Sovyet Yazarlar Birliği 1. Kongresi üzerine derlenmiş bir kitabı bulduğumda kuşkulandım.

Ben de böylece Britiş Kütüphanesi'ne, belli başlı kitabevlerine, küçük çocukların meyva bahçeleriyle kurduğu ilişkideki sözcükle, "dalmaya" başladım. Daha sonra(cığıma) da şehir değiştirip, Ankara'ya çok benzettiğim Manchester'a yerleşince, kuşkum, yerini kesin delillere bırakmaya başladı. Bir, yandan Şehir Kütüphanesi'nde, öte yandan Manchester Üniversitesi Kütüphanesi'nde, sanki musluk açılmaya başlamış ve kaynak yağmaya başlamıştı. Sahi, 12 Eylül, nerdeyse bir Çanakkale Muharebesi'ydi ve her ailenin bir şehidi olduğu gibi, her "solcu"nun da bir mültecisi vardı. O halde, kaynaklara neden bu kadar zor ulaşılabilirdi? Yıllarca önce burda da bilinen adların -örneğin Terry Eagleton'un- çektiği kitaplar şimdi sayfası "ten pi"den benim için fotokopiye yatmaya başlayınca, sizden daha cahil olmamaya başladığımın kanıtlarını da böylece elde ediyordum. Şimdi izninizle şunu söylemeliyim: Eğer siz benden daha cahil değilseniz, bu çalışmayı Lenin Kütüphanesi'nde, Rusçayla yapmamış oluşumdandır. Çünkü benim yararlandığım kaynakların sahiplerinin pek çoğu bu işi, kimbilir kimin fınansmanıyla, ama sonuçta eğer adı Petro olmamışsa, Lenin Kütüphanesi'nde, pek azı ise Rusçalarıyla Slav departmanlarında kotarmışlarsa, kesinlikle onlardan daha cahilim. Ama bundan herhangi bir mahcubiyet duymuyorum. Cehaletimle ortaklıkla birlikte, bu mahcubiyeti sosyalist gerçekçiliği Suchkov'dan öğretenlere bırakıyorum.

Suchkov ve benzerleri, Sovyet sosyalizminin Nihat Sami Banarlı'sıdır. Sosyalizmin taşrasından gelen ve muhtemelen bursla öğrenim gören gençlere önce Gorkiy'in Ana'sından bir pasaj verip ardından metin üzerine çalışmalar yaptırarak sosyalist gerçekçiliği öğretirler. Haksızlık olduysa, şöyle okuyun: Suchkov ve benzerleri, Halk Üniversitelerinin Mehmet Kaplan'ıdırlar. Gorkiy'den şaşma, Mayakofskiy'i aşma! Öğrencilerine verdikleri paper'larının standardı budur.

Dolayısıyla "mahcubiyet"in muhatabı, sosyalist gerçekçiliği sadece Suchkov ve benzerlerinden öğretenler değil, öğrenenlerdir de. Dahası, bunlarla yetinenler.

Ben, kendi payıma yetinmedim. Bu kitabın okuru olmanızın size ilişkin daha başka birçok nedeni olabilir. Bana ilişkin ilk nedeni, çok basit olarak budur.

Biraz daha kafa karıştırmak istersem, "solcu" oluşumla ilgi kurabilirim. Eğer biraz daha zorlamak gerekirse, bir "özel tarih"ten sözetmek durumunda kalım. Sosyolog ya da belki psikolog, belki de psikiyatrist denen meslek erbablarının "ilkel adalet" duygusuyla açıklayabileceği bir mayanın mı etkisi vardı, çok emin değilim. Ancak "kral çıplaktı." 1975 yılında, onbeşbin işçinin çalıştığı, toplam nüfusu o yıllarda ancak yirmibin olan Seydişehir'de on - onbeş kişilik bir grup bir kişiyi aralarına almış zincirle dövüyorlardı. Hani derler ya; ben de "Evlensem çocuğum olacak yaştaydım" ve 17 yıl sonra o çocuğun karnına Cihangir'de bir evde 17'den 5 fazla kurşun boşaltılabilirdi.

Sadece dövülenin kim olduğunu merak ettim. 17 yıldan bu yana övünmek gibi olmasın -ya da ayıptır söylemesi- dövülenin yanındayım. İyi ama, ya orda, dövülen, bir gün önce, yanındaki on kişiyle birlikte bir başkasını dövüyorduysa? Onu orda görmediğim için şanslı mıydım? Bunu da sordum. 1980 yazıydı ve ben Alman İdeolojisi'ini okuyordum. Balık -şiir- eleştiri; balıkçı - şair-eleştirmen: Şu bildiğiniz ütopya! 1975'te seçtiğimi test etmek için bu "ütopya"nın bendeki karşılığını farketmem 'gerekiyormuş. 1992'de size bunları yazarken, benim hala böyle bir ütopyam var.

İşte Proletkült denen "şey"in, yönünü benim ütopyama çevirmiş bir arayış olduğunu, başka soruları yanıtlamaya çalışırken öğrendim. Ama 1975 yılında lojmanların önünde anayolda "indirilen"e, sosyalist gerçekçilikle benim ütopyam arasında çok uzak bir mesafenin olduğunu nasıl anlatmalıydım? Anlatmalı mıyım?

Evet, çünkü ondan alacağım var. Anlatmalıyım. Çünkü, hani "Kim itti lan beni" demiştim ya, beni aslında o da itti.

Ona borcum var. Bunun için de anlatmalıyım. Onun "lütuf ve inayetiyle" bir savaşta taraf olmak fırsatım oldu.

Peki neden böyle "şart" kipiyle konuşuyorum?

Seydişehir yıllarımdan arkadaşım Serap'ın kocası Hikmet, bu hikayeyi Tatvan'da anlatmıştı. Mardin'de bir futbol maçı. Stadda maçtan önce bir uyarı anonsu yapılıyor. Seyirciler hakem aleyhine tezahürat yapmayacak. İyi de Abdo, yani Ebdo dayanamıyor. Ne zaman Mardinspor 'atağa kalksa, yan hakem cırt diye bayrak kaldırıyor. Ofsaytmış. Ebdo, oturduğu yerden sonunda kalkıp, "Ula hekem" diye bağırıyor; sağa sola bakıyor, anons aklına geliyor. Durumu kurtarması lazım. İki saniye içinde uygun sözcüğü buluyor: "Anlisan ha?!" Yan taraftan biri de Ebdo'yla kafa buluyor: "Oğlım Ebdo, sen kendini rahatlatisan."

Belki ben de kendimi rahatlatıyorum.

Çünkü, Edebiyat ve Eleştiri'de yayımlanan Proletkült yazısını okuyan ve bu kitabın görünmez ortaklarından birisi olan arkadaşımın sorusunun yanıtını, henüz tam anlamıyla verebilmiş değilim: "Peki ne anlamı var bunları yazmanın?" Hayır, değersiz, hatta işlevsiz olduğunu düşünerek söylemiş değil bunu. Diyelim ki bu okuduklarınızda bir "mesaj" varsa, yerini hiçbir zaman bulamayacak oluşundan kaynaklanan bir endişe de denemez. O halde ne?

Sahi, siz böyle bir sorudan acaba ne kadar muafsınız? Benim yazmamdaki "anlam", diyelim benim sorunum. Ama ya sizin bunları okuyor olmanızdaki "anlam", benimkinden çok mu bağımsız? Çok mu ayrı şeyler? Öyleyse neden birbirimizi "birlikte" rahatlatmayalım?

Yalnız, soruya açık bir yanıt vermiş değilim ve tam da bu noktada kaçak güreşiyorum galiba.

Zaten, elinizdeki kitabın zayıf noktalarından birisinin bu olduğunu itiraf etmeliyim. Yani şöyle: 70'li yılların kültür sanat ortamında, diyelim ki sosyalist gerçekçiliği övmenin de yermenin de, bence yanlış, ama "elle tutulur" bir yanı vardı, Bu önsözün yazıldığı tarihte, sosyalist gerçekçiliği övmek de yermek de, bence yine yanlış; fakat bu kez pek "elle tutulur" yanı yok gibi. Var mı yoksa? Hayır, bir tabağa sosyalizm servisi yapan her garsonun yaptığı gibi, üzerine biraz "yıkılan duvarlar" sosu gezdirecek değilim. Hele "yıkılış"ın tarihi üzerine düşünüyorsam da, bu tarihi kendimce yazmayı en azından burada amaç edinmedim. Ama bu kadar da değil. Bundan belki bir on yıl önce basit bir soruyla başlayan bu serüvenin, beni sosyalizmin en karmaşık meselelerinin  içine sokacağını da, ne yalan söyleyeyim, ummamıştım. Politika ve sanat denen şeyin biribirleriyle olan ilişkisi üzerine özellikle Edebiyat Dostları'nda yer yer kılıç çekmişsem, bu, önemli ölçüde, serüvenimin o gün geldiği noktayla ilgilidir. Fakat bana ilginç, hatta şaşırtıcı gelen bir ayrıntı var burada. Ben, sanatın -aslında buna sanat pratiğinin demek lazım- meselelerinden bir devrimin politik sorunlarına ulaşmışken; benim ulaştığım yerden başlayanlar, acaba neden benim başladığım yere gelemiyorlardı? İster istemez buna bir yanıt bulmaya çalıştım. Biraz önce, hani övmenin de yermenin de "elle tutulur" yanı yok demiştim ya; var diyenlerle tartışmak zorunda kaldım. Bu kitapta ne kadar belirgin bir çizgi oldu -"memnuniyetinizi dostlarınıza bildirin"- bilemiyorum. Yine de Rus Devrimi'nin ideallerinden dünyaya bakan birisi olarak, sosyalizmin aynı zamanda "etik" bir tercih olduğunu daha yakından görmek fırsatını buldum. Bunun, beni bütünlüklü bir sosyalizm projesine yaklaştırdığını; öte yandan "hadise"ye sadece politik kazançlarla bakmaktan da uzaklaştırdığını saklamıyorum. En azından ben, kendi derdimi biliyorum ve "ummana döküyorum."

Bir yere yaklaşmak ve bir yerden uzaklaşmak! Bunda "konjonktür"ün etkisi tabii ki var. İyi ama saklamıyorum sözümde, "ne hakla" değil, neden, dostlarına karşı "suç işlemiş" birisinin bunu açıklamaktan kaçınmayan dürüstlüğünü bulmak yanlısısınız? Eğer mutlaka bir "kulp" takacaksanız, "Bırak da başkaları seni övsün" diyebilirdiniz. Çünkü, sosyalizmin bütünlüklü bir proje oluşunu, hele sadece politik tercih sorununa indirgenemeyeceğini ifade ederken, ben olsa olsa bununla övünebilirim. Bunda neyin etkisi olduğu, sizin için çok mu önemli?

Sosyalist gerçekçiliği, sanat pratiği değil politik tedbir; Proletkült'ü Rus Devrimi'nin sanat ve kültür hayatında, en az formalistler kadar üvey evlat muamelesi görmüş ciddi bir deney; bütün bu olanlar içinde Gorkiy'i de öyle halk filan değil, düpedüz devlet sanatçısı olarak görmüşsem, bu bütünlüklü bakış açısıyla yakından ilgilidir.

Başka bir taraftan bakan göz ise, benim hani işin bir yanını ihmal etmeme takılarak, Bolşevikler için hiç de iyi bir görüntü çizmediğimi ileri sürebilir. Ama benim sorunum, bırakın belli kadroları, herhangi bir bakış açısını bile yargılamak değil. Bugünden dün'e değil, bugünden yarın'a bakmak istedim. Ne var ki Gorkiy de, roman yazıp romancı olmamayı her birimizden daha az istiyor değildi. İsterseniz "zorunluluk" deyin, bir sonuç, Gorkiy'i devlet sanatçısı yaptı. Bunu Gorkiy gerçekten çok mu istemişti? İyi de, sonunda, bir devlet sanatçısı olarak öldü.

Hayır, hiçkimse bana, "geçiş dönemi"nin zorunluluklarından sözetmesin. Kaldı ki iş zorunluluğa gelince, "Parayla imanın kimde olacağı belli olmaz." Ya, kendi yarattığımız zorunluluklar? Nazım Hikmet Ödülü'nün bugün oluşturduğu -diyelim ki- zorunlulukla hesaplaşmayan bir anlayış, bu topraklardaki sosyalizmde, bana öyle geliyor ki, böyle bir ödüle de ihtiyaç duyacaktır. Belki de "dayatacaktır."

Devlet sanatçılıgını, sadece politik olarak uzak durduğu bir hükümet verdiği için reddedenler, eğer öyle bir referansları varsa, "halkı"nın devletinin sanatçılığını "almak" için, herhalde herşeyin olgunlaştığını düşüneceklerdir.
Bunların hepsi zorunlulukla, bence de açıklanabilir. Ancak böyle bir açıklamanın, zorunluluğa teslimiyete giden yolu, çok kısalttığını da görmek gerekiyor. Devrimci, bir başka deyişle isyancı; zorunluluğa teslimiyete değil, zorunlulukla hesaplaşmaya koşullanmıştır. "İzah"ına gelince, bundan kolay ne var zaten?
Sözü biraz uzattım.

Sıra bazı "adet"lere geldi. Kullandığım İngilizce kaynakların hemen hiçbiri Türkçeye kazandırılmış değil. Bunun, konu üzerine bir kaynakça zenginliği oluşturabileceğini düşünüyorum.

Ekte belirttiğim kaynakların bir kısmından yararlandım; çalışmanın içinde referans olarak gösterdim. Bir kısmını ise "literatür" anlamında belirtiyorum. Ancak, bunlardan "yararlanmadığım" anlamı çıkmamalı.

Kiril alfabesiyle Latin alfabesi arasında bocaladım. Danıştığım bazı arkadaşlar, Rusça okumuştu ve inceden onları dinlerken, onların da bu işi fazlasıyla çözdüğünü söyleyemem. Okuduğunuz kitapta Gorkiy diye yazdığım Maksim Gonki'nin Gorky diye yazıldığını da okudum; bazı yazılarımda Gorky veya Gorki yazmış olabilirim. Zdanof diye yazdığım adamın Jdanov diye yazıldığını, Yıdanov diye de okunduğunu bilmiyor değilim. Hatta Ahmatova diye yazdığım o hoş kadının aslında Ahmatofa diye yazılması gerektiğini söyleyen "danışman"ım da oldu. Ben halbuki Ah!matofa diye yazmak isterdim. Biliyorum, tutarsız birisi olduğum için böyle yanlışlar yaptım. "Allah taksiratımı affetsin."

1934-1936 Moskova Mahkemeleri'nin Almanca tutanaklarını Tanıl'dan elde ettim. Kullandığım bölümlerin çevirisini Deniz yaptı. Şimdi bir kitap için Tanıl'a teşekkür etsem beni tefe koyacak. Deniz'e de teşekkür etmiyorum. Ona zaten bir başka kitapta teşekkür edilmiş durumda. Fazlası zarar.

Rusça isimleri Kiril alfabesiyle yazmak ve yazılanı da Rusça bilenlerin dışında okumak mümkün olmadığına göre, iki yoldan birini seçecektim. Çevrildiği Batı dillerinde ve özellikle ingilizcedeki yazımı kullanmak ya da Rusça okunduğu gibi Türkçede yazmak. İkincisini seçtim. Çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. Hiç bilmediğim bu dilde, yine arkadaşım Mustafa Öztürk'ün yardımını gördüm. Mutlaka eksiklerim, hatta yanlışlarım vardır. Literaturnaya Gaziyetta'dan, sosyalist gerçekçiliğin ilk kez yazılı basında kullanıldığı makaleyi, arkadaşım Mustafa Öztürk benim için çevirdi. Hepimizin çok işine yaradı. Türkçe'de ilk kez yayımlanıyor.

Necmiye, Proletkü hile ilgili bölümü Edebiyat ve Eleştiri'de okuyup, birçok yerin altını çizmiş. Elindeki dergiyi sağı solu çizili, kenarlarına notlar çıkılmış görünce, hemen olduğu gibi fotokopisini aldım. Düzelttiği yanlışlarım için, utandığımı itiraf etmeliyim. Necmiye'den çok yararlandım.

İsmail Ertürk'ün Manchester'da, özellikle Üniversite'den çektiğim kaynaklarda çok yararı dokundu.

Hakan'la sadece Şehir Kütüphanesi'nin kantininde kahve içmek için bu çalışma yapılabilirdi. Keyifle anıyorum.

Ama ben asıl aşağıdakilere teşekkür etmek istiyorum.

İki yıl boyunca kitabın başına oturur oturmaz çay ve kahvemi eksik etmeyen, geceyarıları boyunca bir kez olsun "yanıma gel" demeyen eşim Dilber'e; iki yıl boyunca ödevlerini annesine yaptıran ve bu konuda kendisinden beklenmeyen bir olgunluk gösteren oğlum Burakcan'a; kızım Selvi'yi her cuma eve getirip, pazar günleri geri götürmemi beklemeden gelip alan annesi ikinci eşim Simin'e ve ona bu konuda anlayış gösteren Simin'in -de ikinci- eşi Rıza'ya; "Duydunuz mu 5 numara kitap yazıyormuş" diyerek beni apartman toplantılarına çağırmayan İshak Bey apartmanı sakinleri komşularıma, Can Matbaası nın emekçilerine ve Matbaanın Müdürü sevimli Niyazi Beye, düzeltilerini yapan asistanım Nazgül'e teşekkürler ederim. "Onlar olmasa bu kitap olmazdı."

Akif Kurtuluş
Temmuz 1992, Ankara

 


Geçiş süreci toplumunda özgün bir sanat pratiği: Proletkült

Bogdanov ve -nerdeyse adında varlık bulan- Proletkült hareketi, gerçekten de Marksist sanat edebiyat tartışmaları içinde kendisine "reva" görülen onca küfürü hak etmiş midir?

Özellikle Türkçede konu üzerine yayımlanan çok özet çalışmalarda Proletkült, geçmiş kültürü yadsıyan, "Rafael'i yakan", Lenin'in bu yüzden "haklı" eleştirilerine muhatab olan yeteneksizler sürüsüdür! Dahası, zaten Jdanof'u yaratan da Proletkült'ten başkası değildir. Gerçekten böyle mi?

Devrim öncesinde kurulan, köklerini 20. yüzyılın başında Kapri Adası'nda Gorkiy'le Bogdanov'un uzun tartışmalarına ve büyük ölçüde Fütürizme borçlu olan bu sanat hareketinin önemi nerededir?

Acaba, o çok bilinen "saf" proleter kültürü yaratmak, Proletkült'ün, gerçekten ne kadar önemli bir tezidir?

Aslında, Proletkült'e, devrimden başka herhangi bir yerden yapılacak her başlangıç, eksik olacaktır. Devrim! Proletkültcüler için, sanki bundan daha sihirli bir sözcük yoktur. Zafer, sadece Çar'ın zulmü altında yıllarca yaşamış ve şimdi artık iktidarı almış Rus proletaryasının değil, "bütün dünyanın ezilen proleterleri"nindir. Yıllarca kendisinden bu dünyanın zenginliği esirgenmiş, sömürülmüş bir sınıf, yüzyılın çehresiyle oynamaktadır. Artık yeni bir dünya vardır. Bu sınıfın da bir kültürü olmalıdır. Yok mudur? O halde yaratılacaktır. Çok özet ama; Proletkült böyle düşünmektedir.

Gorkiy, Lunaçarskiy ve Bogdanov'la Kapri'de başlayan, yer yer politikanın sahasına giren planlar, Gorkiy'nin biraz …

 




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues