La bibliothèque numérique kurde (BNK)
Retour au resultats
Imprimer cette page

Türkiye’nin Avrupa Birliği Yolundaki Engeli Kürt Sorunu


Auteur :
Éditeur : Pro Humanitate Date & Lieu : 2001, Köln
Préface : Pages : 276
Traduction : ISBN : 3-933884-05-5
Langue : TurcFormat : 135x195 mm
Code FIKP : Liv. Tur. Uzu. Tur. N° 88Thème : Politique

Présentation
Table des Matières Introduction Identité PDF
Türkiye’nin Avrupa Birliği Yolundaki Engeli Kürt Sorunu


Türkiye’nin Avrupa Birliği Yolundaki Engeli Kürt Sorunu

Kemal Uzun

Pro Humanitate

Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde, ilkokul öğretmenliği, ilköğretim müfettişliği, yöneticilik ve eğitim uzmanlığı(l) gibi değişik görevlerde, toplam 18 yıl çalışan ben, bu sürenin dört yılını, ilkokul öğretmeni olarak Ağrı’da, üç yılını da, ilköğretim müfettişi olarak Muş’da, devletin, “Kürtleri asimile etme” politikalarına, katkı sunmakla geçirdim.
1960’ların sonlarına doğru gerçekleri görüp, yaptıklarımın eğitimle, demokrasiyle ve insan haklarıyla bağdaşmadığını kavrayınca, ciddi boyutlarda vicdan azabı çekmeye başladım. Daha da önemlisi, öğrencilik yıllarımda, resmi ideoloji tarafından tek yanlı olarak eğitildiğimi ve bu doğrultuda kullanıldığımı tesbit ettim.
O tarihlerden itibaren de, devletin, bu ve benzeri antidemokratik politikalarına karşı mücadele çizgisinin içinde buldum kendimi.
Bu çizgimi, devletin demoratikleşmesi gerçekleşinceye kadar da devam ettirme amacındayım.
Ancak, asimilasyon süreçlerinde yaptığım haksızlıklardan ötürü Kürt halkından ve benzer sorunları yaşayan diğer halklardan özür diliyorum.



GİRİŞ

Bilindiği gibi, Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri, bir yandan kendi ulusal devletlerinin varlığını devam ettirirlerken, diğer yandan da yaptıkları plan ve projeler doğrultusunda, uluslarüstü bir “Avrupa Devleti” kurmanın çalışmalarını sürdürüyorlar.

Şimdilik Avrupa Birliği (AB) adı verilen bu ortak devletin bünyesine girebilmek için, toplumsal yaşamın tüm alanlarına ilişkin (sosyal, kültürel, ekonomik, politik, hukuk, insan hakları vb.) belirlenen standartlara uyulması öngörülmektedir.

Önce Avrupa Ortak Pazarı, daha sonra da Avrupa Birliği olarak adlandırılan sözkonusu örgüte Türkiye, ta başlangıcından beri girmek istediği halde, bu isteğini bir türlü gerçekleştiremiyor.
Kendisinden yıllarca sonra müracaat eden devletler, Birliğin kapısından içeriye adım atmak üzereyken Türkiye, aday ülkeler listesine ancak 1999’un sonlarında girebilmiştir.

Ancak, bu aşamadan sonra üyelik sorununun boyutları değişmiş ve işler daha da ciddileşmiştir. Hem AB’nin kurumlan, hem de Birliğe üye ülkeler ayrı ayrı Türkiye'nin tam üyeliğe kabul edilebilmesi için yapması gerekenleri hatırlatmaya başlamışlardır.

Durumun böyle olması, Türkiye resmi çevreleriyle, bu çevreleri koşulsuz olarak destekleyenleri hayli sinirlendiriyor. Söz konusu çevreler, üyelik işlemlerinin gecikmesinde AB ülkelerini kusurlu sayıyorlar. Bu nedenle de, birlik üyesi ülkelere verip, veriştiriyorlar. Söylenmedik söz bırakmıyorlar.

Olayın iç yüzünü irdeleyip, kendilerinden kaynaklanan sorunların çözümü için daha çok çaba göstermeleri yerine, Türkiye halklarının dini ve milli duygularını okşayarak, onlardan 'politik' destek almanın yollarını arıyorlar. Bu amaçla, kamuoyunu yanıltmaya yönelik “onlar, Hıristiyan kulübü oldukları için bizi aralarına almak istemiyorlar” şeklinde gerekçeler ileri sürüyorlar.
Aslında, bırakalım uluslararası örgütlere üye olmayı, sıradan bir derneğe üye olmanin bile, o derneğin tüzük ve kurallarına uyma koşuluna bağlı olduğunu herkes gibi Türk devlet yetkilileri de çok iyi biliyorlar.

Bir taraftan AB’ne üye olmak için aşırı derecede ısrar ediyorlar, diğer taraftan da üyelik koşullarını yerine getirmiyorlar.
Yani, Avrupa’da idam cezasını kaldırmayan tek ülke durumundaki Türkiye, istiyor ki hiçbir ülke kendisine, idam cezasını kaldır demesin. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4, 6 ve 7 numaralı protokollerini onaylayın; insan haklarına saygı gösterin; işkenceye son verin; ekonomik dengesizlikleri düzeltin; hukukun üstünlüğünü sağlayın, etnik, dilsel ve dinsel farklılıkların yaşamasına saygı gösterin ve Avrupa için çok önem taşıyan Kopenhag Kriterleri’ne uyun” demesin.

Açıkçası, AB’ne üye olmak için gerekli koşulların yerine getirilip, getirilmediğine bakılmadan, Türkiye’nin üyeliği kabul edilsin istiyorlar.
Gerçi AB, Türkiye’den yapılması istenen hususları belirleyen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (KOB) bazı ilkelerinden taviz vermiştir ama, bunların süreç içinde değiştirilmesi kaçınılmazdır.
Belki de Türkiye’ye verdikleri tavizlerden kendileri bile rahatsız olduklarından, bu ülkeyi sürekli olarak eleştiriyor ve ısrarla Avrupa’nın standartlarına uymaya davet ediyorlar.

AB’nin bu yaklaşımını, kendi iç işlerine müdahale olarak nitelendiren resmi çevreler, AB ülkelerini hem dayatmacı, hem de çifte standartçı olarak suçluyorlar.
Hatta daha da ileri giderek,“Türkiye’deki azınlıkların haklarını savunan Avrupa’lılar, kendi ülkelerindeki azınlıkların haklarına sıra gelince, onların haklarını çiğnemekte hiç bir sakınca görmüyorlar” diyerek hem onları eleştiriyorlar, hem de iç kamuoyunu yanıltıyorlar.
Bu eleştiriye bakıldığında, insanın aklına şöylesi sorular geliyor:

Gerçekten de AB ülkeleri, kendi sınırları içinde yaşayan etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların kültürel haklarını göz önünde bulunduruyorlar mı? Ya da AB ülkeleri Türkiye’deki kültürel farklılıkların korunması ve yaşatılmasını isterlerken, acaba kendi ülkelerindeki benzer sorunları çözebilmişler mi?

Şunu peşinen belirtmek gerekir ki, bu sorulara “evet” diye yanıt verebilmek çok zordur. Çünkü, dünyanın değişik ülkeleri gibi Avrupa ülkeleri de başkalarının haklarını vermek yerine, öncelikle kendi ulusal çıkarlarını gözetmektedirler. Böyle olmasına karşın, bazı Avrupa ülkeleri etnik, dinsel ve kültürel farklılıklarla ilgili sorunları demokratik yöntemlerle çözme doğrultusunda hayli yol katetmişlerdir.

Bu çalışmalara, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de tanık olunmaktadır. İstenilen boyutlarda olmasa bile, en azından teorik anlamda umut verici gelişmelerin olduğundan ve çabaların varlığından söz edilebilir.

Hem AB platformunda, hem de AB'ne üye ülkelerdeki gelişmeleri Türkiye’nin gerçekleriyle karşılaştırdığımızda, Türkiye’nin, ne oranda haklı veya haksız olduğunu daha kolay anlayabiliriz.
Bu anlamda, konuyla ilgili kat edilen mesafeyi tüm boyutlarıyla birlikte kavrayabilmek için gelişmeleri, AB dışına çıkarak, biraz da Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Konseyi (AK) bağlamında ele almak gerekiyor.

Biz, bu kitapta onu yapmaya çalışacağız. Genel olarak din, dil ve kültürel açılardan diğerlerine egemen durumda olan ulus mensuplarının, aynı ülkedeki farklı din, dil, kültür ve ulus mensuplarına (kitapta bu sözcüklerin tümü için çoğunlukla azınlık, Kürt veya Kürtler kavramı kullanılmıştır) bakışlarıyla, onlarla ilişkilerinin boyutlarına değinmeye çalışacağız.
Yani bir ülkedeki çoğunluk ile azınlıkların ilişkilerini, evrensel hukuk, demokrasi ve insan hakları çerçevesinde ele alacağız.

Böyle olmakla birlikte yine de konuyla ilgili ulusal ve uluslararası belgelerle, tek tek ülkeler bazındaki uygulamaların tümüne yer veremiyeceğiz. Kaldıki bu kitabın amacı da o değildir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, AB'ne girmek isteyen Türkiye’nin azınlıklara ilişkin politikalarının insan hakları, demokrasi ve hukuki açılardan ne oranda BM, AK ve AB değerleriyle bağdaşıp, bağdaşmadığına bakarken, bu sorunun AB ülkelerinde ne durumda olduğunu da irdeleyeceğiz.
Ancak, konuya tüm boyutlarıyla yaklaşıldığında ortaya şöyle bir gerçek çıkıyor: Türkiye’deki tüm azınlıkların durumunu anlatabilmek böyle bir kitabın sınırlarını aşıyor.

Onun için burada, mağdur olan tüm azınlıkların durumunu ayrı ayrı ele almayıp, sadece Kürt sorunu ve Kürtlerin durumunu irdelemeye çalışacağız.
Bu anlamda Kürtler’in, egemen ulus ile ilişkilerini tarihselliği içinde ele alıp, bağımsız beyliklerden “yok sayılma” noktasına, hangi politikalar sonucu geldiklerine/getirildiklerine vurgu yapacağız.

Ayrıca, günümüzde çok yaygın bir şekilde kullanılan “uluş, halk, etnik grup, azınlık, bireysel ve kollektif haklar, negatif ve pozitif haklar” gibi kavramları ele alarak Kürt gerçekliğiyle bağını kurmaya çalışacağız.
Böylesi bir tercih yapmamız, “diğerlerinin sorunları önemsizdir" şeklinde bir anlayışa sahip olmamızdan değil, aksine gelinen noktada her türlü gelişmenin önünü tıkamış durumda olan “Kürt sorununun çözümü, benzer sorunların çözümünü de beraberinde getirecektir" veya “onların sorunlarının çözümüne de katkıda bulunacaktır” şeklinde bir düşünceye sahip olmamızdan kaynaklanmaktadır.

Şurası açık ki, bugün Kürt sorununun öne çıkmasında belirleyici olan faktör, devletin herkesi “Türkleştirme” politikalarına karşı Kürtler’in uzun soluklu direnmeleridir. Ayrıca gayri müslimlerin, hem devletin, hem de Anadolu’da yaşayan müslüman halkların baskılarına dayanamıyarak zamanla ülkeyi terk etmek zorunda kalmalarının ve azınlık durumundaki diğer müslüman halkların da “Türkleşme” ye gönüllü olarak “evet” demelerinin ya da en azından öyle davranmalarının da Kürtlerin öne çıkmasında, dolaylı bir şekilde etkisi olmuştur.
Tüm bunlara karşın, kitapta tartışılmaya çalışılan azınlık haklarının, anlayış bağlamında sadece Kürtleri değil, aksine tüm azınlıkları kapsadığına, vurgu yapma gereğini duyuyorum.
Son olarak, kitaba çok sayıda “ek” koyduğum için, beni sabır ve hoşgörü ile karşılayacağınızı umuyorum.

Ayrıca, hazırladığım bu yazının, bir kitap haline dönüştürülmesinde Mehmet Şahin faktörünün önemini belirtmek istiyorum.
Enver Karagöz, Ayhan Kutlay ve Osman Derya’ya da, katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.

Kemal UZUN
Mayıs 2001, KÖLN



Türkiye’nin Farklılıklara ve Azınlıklara Yönelik Politikaları

Türkiye, yaklaşık 65 milyonluk nüfusuyla dil, din ve etnik açıdan çok çeşitlilik gösteren bir ülkedir. Sınırları içinde 20 civarında farklı ana dilin konuşulduğu ve 51 etnik grubun bulunduğu belirtilmektedir. Buna karşın devlet, tek ırk, tek din, tek dil ve hatta tek düşünceden hoşlandığı için bu farklılıkların ortaya çıkmasını istememektedir. Nüfus sayımında, ana dillerin tesbitine ilişkin soru bile sorulmamaktadır, özellikle dil ve etnik farklılıklar birer tabu durumunda olduğundan bu konuda bilimsel araştırma bile yapılamamaktadır. Bu nedenle Türkiye’de farklılıklarla ilgili kesin bilgilere sahip olmak mümkün değildir.
Türkiye'de yaşayan halkların nitel ve nicel farklılıkları ne olursa olsun, bunların hakları, devleti o kadar ilgilendirmemektedir.

Türkiye, Lozan ve Türk-Bulgar Dostluk Anlaşmalarına göre müslüman olmayan halklardan sadece Rum, Bulgar, Yahudi ve Ermenileri azınlık saymaktadır. Buna karşın Asuri-Süryani ve Kel-danileri ise azınlık dahi kabul etmemektedir. Daha da kötüsü bu halklar, devletin yaptığı baskılar nedeniyle batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldıklarından artık Türkiye'de, varlıklarından bile söz edilmemektedir.

İster azınlık sayılsın, isterse sayılmasınlar; Türkiye’deki müslüman olmayan halkların bugünkü durumları, pek de iç açıcı değildir. Bunlardan, dünyanın herhangi bir bölgesinde, kendi ırklarına ait devletleri olmayanlara azınlık statüsü tanınmadığı için onlar, çoğunlukla Avrupa ülkelerine sığınmışlardır. Azınlık statüsü tanınanlardan Yahudi'ler ile Rumlar, kardeş ülkelerine giderlerken, Ermeniler Avrupa ve Amerika’ya gitmeyi tercih etmişlerdir, örneğin, Türkiye'deki Süryani nüfusu 25 yıl önce 50 bin iken, 1989 yılında 7 bin, bugün ise 3 bin civarında tahmin ediliyor.1

.....

1 Can Dündar, Aktüel, 13.05.2001




Fondation-Institut kurde de Paris © 2024
BIBLIOTHEQUE
Informations pratiques
Informations légales
PROJET
Historique
Partenaires
LISTE
Thèmes
Auteurs
Éditeurs
Langues
Revues