ÖNSÖZ
Bir Asırlık Hafıza
Söz bir tutkudur. Sözün yasaklandığı bir ortamda sözün gücü sonsuzdur. Yasaklanmış söz, tüm öteki sözlerden farklıdır; bir anlatıdır, bir hafızadır, bir ruh halidir. Ortak bir tarih, ortak bir kaderdir. Ve elbette yasaklanmış söz, insani bir direniştir.
Evet, söz bir tutkudur ancak yasaklı söz, hüzünlü, zorluklarla dolu bir hayat biçimidir. Yasaklı söz, insani ruh hallerine ilişkin tüm musibetlerle yüklü sözdür; baskı, zor, aşağılama, engelleme, hüzün, çaresizlik, eziklik. Ancak sadece bu kadar değil, yasaklı söz umuttur da; sözün sağaltılabileceğine, insanı da sağaltabileceğine, sözün bir güç, bir direniş kaynağı olabileceğine ilişkin bir umut. Umut ve hüzün; yasaklı sözle sürdürülen yaratıcı edebi yaşamın kaynakları.
Karapetê Xaço, bunların tümüdür. 102 yaşında hala canlı bir efsane. Bir aydının her konuda örnek alabileceği, her konuda ders ve deneylerine başvurabileceği bir asrı geride bırakmış bir ömür. Yoksulluk, çaresizlik, katliam, göç, sürgün diyarlardaki yaşamın zorlukları, yok edilen yakınların geride bıraktıkları yoğun keder, bir daha baba ocağına dönememenin verdiği yoğun kaybetme duygusu, hasret, bir sürgünden bir başka sürgüne göç, totaliter bir rejimin vahşeti ve söz, bir asır boyunca durmadan çağlayan yasaklanmış söz. İşte Karapetê Xaço’nun uzun ömrünün kısa özeti. Büyük yoksulluklar içinde geçen çok görkemli bir yaşam!
Kürtçe’nin gelmiş geçmiş en büyük dengbêjlerinden biri olan bir Ermeni. Bu sade, sözlerinden başka hiçbir zenginliği olmayan bu büyük adam, bir bilseydi bir dil, bir kültür, bir coğrafya ona neler borçlu! Dünyanın kendi kaderine terk edilmiş bir köşesinde, tümüyle dünyadan uzak bir köyde, sade bir biçimde yaşayan bu söz ustası bir bilse biz hepimiz ona neler borçluyuz! Bir bilse dünyanın yaşayan belki de tek Homeros’u olduğunu!
Bundan birkaç yıl önce sevgili Mehmet Aktaş’ın onunla yaptığı televizyon programını hatırlıyorum. Nasıl da televizyo nun önünde çakılıp kalmıştım, nasıl da içim bir sıcaklıkla, bir ışık huzmesiyle dolmuştu. Ona gitmeyi, onunla olmayı, onun sesini dinlemeyi nasıl da arzulamıştım. O sadeliği, mütevazılığı, asaleti, bir ömür boyu yaşadığı kederlerin yüzünde bıraktığı derin izler, mağrur gülümseyişi, bir Urartu kahramanının yüzüne benzer yanık, yakışıklı yüzü ve sesi; her zaman, her koşulda çağıldayan ve binlerce stranı artarda rahatlıkla, çeşitli tonlarda okuyabilen sesi. Ve tüm bir asrı küçücük kafasına yerleştiren o muazzam hafızası.
‘İyi dengbêj, kahramanlık stranları söyleyen dengbêjdir’, diyor Karapetê Xaço. Yani kavgayı, savaşı, göçü, kahramanlığı, ihaneti, yıkılmışlığı ve yok oluşu anlatan stranlar. Yani tarih. Yazılmamış ama söylenen tarih. Söylenerek yok olması önlenen, söylenerek bir hafıza haline gelen tarih. Kendisi de bir tarih olan Dengbêj, elbette tarihi olabilmenin kavlini herkesten daha iyi biliyor; insani ders ve deneyleri, anlatının ölçüleriyle anlatan söz ve stran.
Genç kuşak Kürt aydınlarının en gözdelerinden olan Salihê Kevirbirî, bana bu tarihi dengbêji ziyaret ettiğini ve onunla ilgili bir kitap hazırladığını anlattığında çok sevindim. Bir asır sonra dengbêjin torununun torunu olacak yaşta genç bir aydın dengbêjin mirasını yazıyla devralıyor ve onu kendi kuşağına iletiyor. Salihê Kevirbirî daha önce de bir dengbêjler antolojisi hazırlamıştı. Kevirbirî yasaklı sözün ustalarından şunu öğrendiğini bu çalışmasıyla da bize gösteriyor; hiçbir şey yok olmamalı, unutulup gitmemeli, devamlı tarihe not düşülmeli, devamlı varolan miras devralınarak yeni dönemlere, yeni kuşaklara aktarılmalı.
Kevirbirî’nin çalışması, hem bize yeterince bilmediğimiz dönemlerin ilginç bir panoramasını sunuyor, hem de paha biçilmez bir mirası bahşediyor.
Her şeyi bir yana bırakın ve ruhunuzu bir nebze zenginleştirmek için Salihê Kevirbirî’nin sunduğu bu zenginliğin derinliklerine dalın...
Mehmed Uzun
“Bir katliamı unutmak da bir katliamdır”
Sî, kendi araladığı ve kimsenin "kol kanat germediği" müzik penceresinden açılmaya devam ediyor. Müzik dizisinin ilk kitabı, ‘Üç Kürt Ozanın Hikayesi’nden sonra bu ikinci kitapla, bilmediğimiz, ama kime sorsak tanıdık gelen bir sesi kulaklarımızdan kalplerimize indiriyor. Bu ses Karapet’in sesidir.
Görmek, akıcı bir sessizliği dile getirir ve mesafeler arasındaki bölünmeyi daha bir kalıcı kılar. Dünyaya böyle bakarız, görürüz. Yani, ancak kulaklarımız vardır ve kulaklarımız bildiğimiz bütün dilleri bilir ve buna ezgiler aracılık eder.
Bir şeyi anlamanın, onu sadece asimde etmek anlamına geldiği yüzyılımızda, bir duyguyu bir düşünceyi yerleştirmek mümkün değildir. Bilmek, bu asimilasyona karşı, sadece bir tutkudan ibarettir. Rasyonel öznenin buyrukları, total aydınlanmanın vizyonu içinde çırpınıp durur. Akıl çaresizlik içindedir böyle zamanlarda. Akıl sürgündedir. Akıl hep kendini hatırlatır; ancak beride yüzyıllık gerçek vardır ve gerçek sahiplenmeyi beraberinde getirir. Karşı çıkma, sorgulama bile “destek” amaçlı kösteklerden öteye gitmez. Bu yüzden Kürtler dışa olduğu kadar, içe de kapanmışlardır. Bu, büyük bir kapatmadır.
Ve yüzyıl... Yüzyıl sırtımıza korkunç bir yük bindiriyor. Kapitalizm bizi bir yandan değerlerimizden alıkoyarken, diğer yandan damarlarımıza umutsuzluk şırıngalıyor. Sersemliyoruz. Sevdiklerimize sevgimizi, nefret ettiklerimize nefretimizi söyleyemiyoruz ve kaçınılmaz olarak ikiyüzlüleşiyoruz. Nietzsche’ye sırtımızı vererek kurtulabiliriz belki. Umutsuzluk bize başlangıç noktamızın, nasılsa kendi varoluşumuzun nedeni olabileceğini söylüyor. Radyo dalgalarından gelen devrim şarkılarının verdiği dinç duygular, yerini kesif bir ceset kokusuna bırakırken, insanın eylemlerinin bütün sorumluluğunu taşıması saçma geliyor. 'Saçma' ise ancak ikiyüzlülükle açıklanabiliyor.
Ses işte, Karapet’in sesi... Ulukışla Tren İstasyonu'nda oğluyla buluşan babanın sesi: "Oğlum bize bir radyo getir. Buradaki radyolar Erivan’ı çekmiyor."
Sanki Uıfa’dan gelen radyo, sürgün yerinde çekecekmiş gibi!
..... |